Size ilmihal kitaplarında olmayan bir hâli anlatayım mı? Bir büyüğümüzün annesi okuma yazma bilmiyor. Evlat, annesinin bir dal parçasıyla Kuran’da bir şeyler yaptığını görünce soruyor; ‘’Anne ne yapıyorsun?’’ Cevap şöyle; ‘’Oğlum, okuma bilmem. Bana gönderilen kitabı da ömrümce okuyamadım. Hiç değilse Kitap’ın her satırını şu dal parçasıyla tek tek geçeyim ki, okumuş gibi olayım.’’ (Ayakları öpülesi.)

İlmihal kitaplarında, okuma bilmeyenler için böyle bir tavsiyeye hiç denk geldiniz mi? Gelmezsiniz. Gelemezsiniz. Çünkü ilmihaller, dini sadece sınırlar, kurallar bütünü olarak verir; hiçbir kitapta bu türlü bir amele denk gelemezsiniz. O ananın aşkı, aşkından zuhur eden imanı, imanından gelen ameli neyle açıklarsınız ki? Fazlıoğlu’nun kitabında geçiyordu; ‘’Işk vurgusu, büyük oranda, Horasan sufîleri tarafından başlatıldı ve ışk-amel-hâl, akıl-nazar-kâle tercih edildi; böylece öncelik ilm’e değil, ışk’a verildi.’’(2) İslam’dan sonraki Türk tarihi bu cümle ile anlatılabilir.

Hâl’in ilmi için amele, amelin meydana gelmesi için aşka ihtiyaç var. Bizim medeniyet anlayışımız, bu geçiş aşamasını çoğu zaman görmez. Hâlin amele, amelin aşk’a tercihi ve bu geçiş kaç yıl sürdü, bilmiyoruz. Fakat görünen o ki, hâl de amel de aşk da bugün karmakarışık. Ve ne yazık ki suistimal edilmekte… Taklit edeceğimiz bir ‘’asıl’’ yok. Aşktan meydana gelen ameli(aslı) göremiyoruz. Yaptıklarımız bugün taklidin taklidi. Taklidî iman-tahkikî iman olarak yapılan ayrımı anlamanın yolu, kişinin aşk ile eylemesinde görülür. Taklitten tahkike geçen yol, bilmek, sevmek ve eylemektir. Yani tümüyle aşk… Aşk amele dönüşür, amel hâl olarak devamlılık sağlarsa sonunda ‘İlmihâl’ dediğimiz yapılması gerekenler bütünü görülür. İşte Nevzat Kösoğlu’nun ‘’İlmihal Medeniyeti’’ dediği amellerle kurulan bu medeniyettir. ‘’Evden işyerine, acemioğlan kışlasından vezir konağına ve Enderun’dan medreseye kadar iman ve amelin ölçüleri verilirdi; yani insanlara şahsiyet kazandırılırdı.’’ diyerek dikkatimizi çektiği medeniyet bu idi. Nevzat Kösoğlu’nun bu tanımdan asıl kastı ne idi, bilmiyoruz. Fakat bu yorum bize, kalıplaşmış, yapılması gereken taklitler bütünü olarak görünüyor. Yaptığı medeniyet tanımı da bizi bu yöne itiyor. Evet, insanlar bir zaman imanlarını, güzel amellerini, eylemlerini Kitap’a göre yapıyorlardı ve bunun rahatlığını yaşıyorlardı. Fakat şimdi görünen odur ki, Kitap, eylemlere uyduruluyor. Varsa yap, yoksa devam et! Bunun da sebebi, eylemin taklitte takılı kalması ve vicdana tesirinin görülmemesidir. ‘’Ayağın taşa takıldığı zaman, dönüp içine bakacak’’ bir şuurun bulunmaması, kendimizi sorgulatmıyor. Hatayı hep kendi dışımızda arıyoruz. Yapılan ameller, zorunluluktan, mecburiyetten yapılıyormuş gibi. Kitapta öyle yazdığı için yapıyoruzcasına. Arzu ettiğimiz ana ilke ise, yazımızın başında bahsettiğimiz okuma-yazma bilmeyen ananın aşkıdır. O aşkın da amelidir. Ve bu amel Kuran hariç hiçbir kitapta yoktur. Öyle zannediyorum ki o ana, Kitap’ı kendine indiriliyormuşçasına bir aşk’la okuyor. Yoksa eyleminin başka bir açıklamasını bulamıyorum. Fazlıoğlu’nun Horasan sufileri üzerinden anlattığı ışk-amel-hâl geçişi de aslında bizim bugünkü durumumuza ışık sunuyor. Geçmişi bütün olarak yorumlama imkânı sunuyor. Bugünü anlamlandırmamızı sağlıyor. Hâl’de kalan, ötesini arzulamayan, yaptığı amelin hikmetini düşünmeyen, bir ameli yaparken Allah’ın muradını düşünmeyen taklidî durum, bizi gün geçtikçe kısırlaştırıyor. Yeni bir hamle yapmamıza imkân bırakmıyor. Yaşadığımız çağın şartlarını ve bu çağın içinde eylemlerimizi örneklendirmemiz mümkün, fakat biz şimdilik Nevzat Kösoğlu’nun konumuz açısından uyarısını dikkate alalım;

‘’Günümüzün okumuşları bilmelidir ki, yeryüzünde var olmanın tek biçimi, tarihten gerçekleştirmiş olduğumuz üslûp değildir; bizimkinden başka medeniyetler de kurulmuştur ve kurulabilecektir; ancak, yöntem daima aynı kalacaktır: İman ve onun ölçülendirdiği amel.’’(3)

Aşktan amele, amelden hâle; şimdi Nevzat Kösoğlu’nun anlam-değer dünyasını anlamaya çalışalım. Zira ‘’-den –e’ye bir hareket, bir düzeni gerektirir.’’(4) Aşk’tan İlmihal’e gelen bir medeniyetin yorumunu Nevzat Kösoğlu’nun tasavvurlarında arayalım. Onun düzenine, gökyüzüne ve o gökyüzüne bakışına dikkat edelim. Nevzat Kösoğlu’nun dünyasını açarken ‘’onlar’’ diye bahsedeceğim. Çünkü O ve O’nun nesli, kendi ifadeleriyle ‘’cennete bile tek başına girmeye hakkı olmayanlardır.’’(5)

‘’Onlar, sevdiğini bir resimle doyurmayan, hatıralarına alan bir mizacın adamları… Seyredip zevk etmek yerine, doymayıp hüzünlenmeyi tercih ederler. Tüketmek yerine doymak, dolduğu hasretle vuslat yaşamak gereğini duyanlardır. Gönüllerindeki cennet bahçelerini şehrine yansıtmak arzusundadırlar. Yaşadıkları diyarın bütün varlığıyla bütünleşenlerdir. Onlar bir şeyin güzel hatırasını değiştirmemek için hasret yaşayanlardır. O hatıralarla hayata tutunanlardır. Onlar, güzel hatıraların cennetini kurarlar. Yaşadıkları toplumla toplumsal yapı itibarıyla bütünlüğü arzularlar.

Onlar geçmiş hatıraları boyutları eksik olsa da içlerinde yaşatırlar. O sıcaklık ve canlılık hatıraların eksik yanını kapatır. Hatıraları sıcak yapan, hatıra sahiplerini sevmekle mümkün… Kalpleri ısıtan o sevgidir. Boyutları eksik olsa da hatıraları canlı tutan bu sevgidir. Eylediklerinin inancındadır onlar. Yakından tanıklık etmişlerdir imanlarına. Temeli hep akıllarda tutup şuur inşa eden bu bütünlüktür.

Zengini, yoksulu, türlü meslekten olanı aynı mekânda yaşayan ve farklılığın hissedilmediği bir cemiyetin adamıdırlar. Halkın bayram yaşadığı gün aynıdır. Zaman, onların yönlendirdiği şekilde akar. Annelerinin bereketli elleri, sofralarda herkese günlük yetecek yemeği çıkarır, ekmek kırıntılarını herkesin önünden yedirir ve sofra adabıyla sofradan ayrılırlar. Bu yüzden ’Misafir odası’ onlar için anlamlıdır.

Onlar, Anadolu’nun ücra köşelerinde kalmış evliya zatları, hikâyelerini ve doğruluklarını bilseler de bilmeseler de o inançla anlatırlar, yâd ederler ve onlara dua ederler. Bu hikâye derler, yalan olsaydı bu temiz millet, bu zamana kadar anlatmazdı. Bu şuuru yakalar onlar. Geriliği onlara yüklemez, imkâna yüklerler. Bu zatları, evliyaları bilmeyişleri, onların yaşamayacağı anlamına gelmez deyip atalarını severler, kendi eksiklerini atalarına göre tamamlaya çalışırlar. Atalarının hatıralarını zihinlerinde, gönüllerinde yaşatırlar. Onlar, bu şahsiyetlerin yaşadığı döneme yetişemediklerinden dolayı hüzünlenirler fakat çıraklarına yetiştikleri için şükrederler.

Milli bayramların coşkusuna, marşların heyecanına varan adamlardır. Bu heyecanlarından dolayı ayağını kürsüye vurmadan inilmişse üzülen adamlardır. İşin gereğini yapamamış olmanın sıkıntısını duyarlar. Onlar halkın irfanına inanarak şuurlanmış adamlardır. Mucizevî olaylar, metafizik ürpertiler altında anlatılan olayların gerçekliğini yaşamasalar da halkın o temiz, pak anlatılarına inanırlar. Bir hadisin mevzu olması onların inancını etkilemez. Gerçeğe, hakikate yürürler fakat hurafeden korkmazlar. O hurafelerin ardından gerçek parlayacaktır der, o gerçeğin yoluna dizilirler.

Onlar yaşadığı yerin, toprakların mayasını tarihten bulacaklarına inanırlar ve o tarihle uyanırlar. O tarihi, topraklarında ararlar. O toprak için tarihi mayalama gayretleri vardır. Toprakla, suyla haşir neşirdirler. Dereli tepeli inişli çıkışlı yollarda yürürler. Suyun sesini dinlerler, ürküten çağlamaların ardında kuş seslerini duyarlar. Bazen bir ağacın o yalnızlıkta kendilerine dost olduğunu düşünürler. Çaresizliği ve yalnızlığı tarladaki o ağaçla özdeşleştirirler. Duygularını tabiatla anlamlandırırlar. Derler ki; ‘Tabiatın şu seyrinde metafizik ürperti vardır.’ o ürpertiyi duyarlar.

Onlar, yol kenarından ağaçlardan yolup kaçtığı meyvelerin heyecanını, o ağacın sahibi olan ninenin artlarından attığı taşın ağırlığını sesten anlayan insanlardır. Onlar, memleketlerinden bir insanın sözlerini duyduklarında hatıralarını canlandırarak gözleri dolan, gönülleri hatırlanan insanlardır. Hâlle tatlanırlar. Biz ise sadece kelimesiyle okur, lafıyla geçeriz.

Onlar bağlı bulunduğu değerlere milletten karşılık gördüğü zaman şımaran değil, güç toplayan adamlardır. Bir cümle ile milletine karşı vazifeli olduklarına inanırlar.

Onların çocukluğu kitap kiralayıp okuyarak geçmiştir. Hele de Muğdat Dayı gibi birinin hızlı, düzenli, ahenkli kıraathane ve dükkân önü okumaları ile çocuklukları şenlenmiştir. Günümüzde dizi ve filmlerde gördüğümüz Heredot Cevdet gibi, onlar kendi ağızlarına ve konuşma üsluplarına sahip birilerinden hikâyeler, masallar dinleyerek yaşamışlardır. Toyu, meşvereti, birliği çocukluktan beri yaşamışlardır. Muğdat Dayı’nın o ahenkli konuşması, musikili sesi, onların çocukluklarının neşesidir. Okunan hikâyenin içine giren o çocuklar, kahramanlık duyguları ile olgunlaşmışlardır. Muğdat dayı, âşıklık geleneğine uygun olarak hikâyeyi can alıcı yerlerinde keser ve çocuk o merakla ve heyecanla dolar, bir daha ne zaman okunur bilinmez bir halle hikâyeyi zihninde devam ettirir. Bu yollarla, bu tavırla terbiye olmuşlardır. Onlar, okunan hikâyelerin kahramanını bu yüzden, dizi ve filmlerdeki karakterlerden daha net görmüşlerdir. İçselleştirmişlerdir. Eskiler, âşık kahvelerinde Köroğlu, Aslı ile Kerem halk hikâyeleri okurmuş. Denizli’den Erzurum’a kadar duyduğumuz bu birlik sağlanır. O adamlar, o birliğin kıymetini aşklarından ve kahramanlıklarından biliyorlar. Bugün ayıran entrika, cinayet ve aldatma komploları bize, onlarla aramızdaki farkı açıkça gösterir. Onların okuduğu hikâyelerin kahramanı (Köroğlu, Hz. Ali, Kara Davud, Mecnun…) geceleri rüyalarına girer, sokakta arkadaşları ile bu kahramanlardan biri olmak için kavga ederler.

Onlar yerlerini, yörelerini Dede Korkut’tan bilirler. Ağızlarını, konuşmalarını ondan bir esinti sayarlar. Öyledir de… Öyle olmasa ne çıkar, öyle inanırlar. Bu inançtır, onları bizden farklı kılan… Onlar, Anadolu’nun her yanı yöresini kültürel/folklorik olgularını adım adım izlerler, bilirler, hissederler ve yaşamaya özen gösterirler. Bilirler ki bunlarda kıymet var. Vardıkları hikmetler var. Değerli bilip baş tacı yaparlar. Hayatın her alanındaki bu renk değişimlerini, geçişlerini, çizgilerini hissederler. Bilirler, bu biliş sezgi iledir. Ne yazık ki, bu sezgi bugün önemsiz, kıymetsiz görülmektedir.

Nasrettin Hoca’nın, Dede Korkut’un, Kel Oğlan’ın, Hacivat-Karagöz’ün hikmetleriyle hayatı yorumlarlar.

Onlar esir düşen Haçlı askerlerinin yarasını saran, ekmeğini onlarla paylaşan Türkleri, çocukluğundan duyup, daha sonra Hristiyan tarihçiden şöyle okurlar; ‘Ey ihanetten daha zalim olan merhamet!’ Onlar Türk merhametini yaşayan savaş neslinin çocuklarıdır. Kanaati, yardımlaşmayı bilirler. Elbet gün gelecek merhamet etmeyi yaşayacak günleri göreceklerdir. Bu şuurla milletinin tarihini okumuşlardı, talihini omuzlamışlardı! Gün gelecek okuduklarını şuur halinde iradelerine yansıtırlar. Şiir olan maziyi yaşarlar.

Onlar, soğuk kış gecelerinde Âşık Kerem’i, Sürmelibey’i, Şah İsmail’i ile Telli Senem’i yahut Yusuf ile Züleyha’yı, Tahir ile Zühre’yi okurlar. Özü köklerinden alırlar. Güzeli verirler, göze hitap ederler. Üsluplarını, hayatın anlamını bunlardan toplarlar. Bu hikâyeleri çocuk yaşlarda kadınlara, analara okurlar; onların içli ağlamalarına boyutsuz, derinliksiz ağlamalarına bakarlar. Geleceğe yönelik güzellik anlayışlarını dokurlar.

Onlar, Kaşgar’dan Kazan’a, Taşkent’ten İstanbul’a yayılan bu muazzam coğrafyada aynı hikâyeleri anlatan ve dinleyen yahut benzerlerini duyan adamlardır. Bizdeki Mesnevihan, Yasinhan, Mevlithanlar ile Türk dünyasında Yesevihan, Destanhan, Nevaihanları bir yerde toplayıp duyuran, dinleyen ve bu birliği hisseden adamlardır. Onlardaki bu toplu kitap okuma geleneği, eski ozanların maharetiyle bu zamanlara ulaşmamış mıdır? Osmanlı’da bu halk hikâyeciliği meddahlarla devam etmemiş midir? Kahvelerden köşklere, oradan saraylara kadar… İşte onlar, geçmiş ile geleceğin kurulduğu bu ortak tasavvurun bize uzanan halkalarıdırlar. Eskiden ozanlar ellerinde kopuzları ile bu işi yapıyorlardı. Anadolu’ya yerleşince bu ozanlar, âşık olmamış mıdır? İşte bunların takibini bilen adamlardır onlar. İkisini ayrı görmeyen adamlardır.

Onların okumaları ile devletin fikri yapısını oluşturan düşünürlerin okumaları aynıdır. 70 sene okuyan bir nesil, aynı kaynaklara yönelmiştir bakkaldan devlet yöneticisine kadar. Hz. Ali Cenkleri, Kan Kalası, Haber Cengi ve diğerleri… Bu devamlılığın sağlayıcısı idi onlar. Cemil Meriç’in sözleri geliyor aklıma; ‘Aynı kitaba baş eğmiş insanlarız, bizden âlâ akraba mı olur!’ Onlar milletin akraba olduğu dönemden geliyorlardı. Aynı kitaba baş eğmişlerdi. Sevaplarında hatalarında ortaktılar. Bütündüler.

Şehir kahvelerinde fıskiyeli havuzun çevresinde Battalname, Hz. Ali Cenkleri dinleyerek yetişen adamlardır. ‘Birlikte ağlayıp, ayni şeylere gülebilmek, aynı milletten olmanın haysiyetindendir.’ Derler ve bize bunu yaşayarak öğretirler. Onlar, bu hikâyelerle ağlayıp, bu hikâyelerle gülen adamların tezgâhından çıktılar. Yaşadılar bunu da. Birlikte dertlendiler. Hatta öyle ki bu dert, onlara şunu söyletti; ’Siz, belki de tek başınıza cennete girmeye hak kazanamayacak olanlarsınız.’ Bu şuurla bağlandılar birbirlerine, o birliği sağladılar.

Onlar, dinledikleri dini-menkıbevi hikâyenin kahramanı olmak isterler ve hatta kahramanı paylaşamaz kavga ederler. (Hz. Ali olmak gibi dertleri vardır her birinin.)

Onlar farkında değildi belki de fakat yıllar sonra anlamışlardı nereden geldiklerini. Kişilik eğitimi almışlardı farkında olmadan belki. Mücadele ile görmüşlerdi bunu. Gayri şuurî yüklendikleri bu tasavvurların eylemine gençlik yıllarında ulaştılar. Şuuruna erdiler.

Masallarla büyüdüler. Zamanı aşan, mekâna aldanmayan bir nesli dinlediler. Şahmeran, Keloğlan ile zaman ve mekânı yoklarlar. Öyle tasavvurlar kurdular ki; masallardaki geçmiş zamanla anlatılan olaylar görülmüştür, derler. Başka sokaklarda geçen olaylar görülmemiş ise geçmiş zaman yerini başka zamanlara bırakır, diyerek o masallarda yaşarlar.

Çocuklukta ellerine düşen kitabın akıncı kahramanları ve sevgilileri hayalleri olur. Bir kitapçı buldukları zaman vitrindeki tüm kitapların isimlerini ezberlerler. Gizlice kitap okumanın heyecanını, kitap buldukları zaman bitirmenin zevkini, o kıtlığın arasında zengin bakışların geniş ufukların tadını yakalarlar. Hele ki, kitabı yarım bırakmak onlar için ihanettir. Zaten zar zor kitap kiralarlar, fırsat açmaya çalışırlar, nasıl yarım bıraksınlar? Bu zorluk, bu tatlılıkla okudukları kitabın sonunu merak edişleri, bütün bekleyişlerden daha kıymetli daha özeldir. Ömürlerinde bir daha o bekleyişlerin tadını bulamayacaklarından habersiz tutkuyla gecelerler.

Onlar, insanın dünyada gurbette olduğunun hikmetine ulaşan insanlardır. Bu hikmetle karganın gözlerindeki derin kederi görürler. Okudukları kitabın yoğunluğuna varanlar, hasreti tâ yüreklerinden hissedenlerdir. Bu hasretle varlığa bakıp ondan hikmet duyarlar. Mevlana’yı okuyan, Mevlana’da sır bulanlardır. Öldüğü günü, düğün günü sayanlardır. Bu demektir ki, dünya hasret yeridir.

Viyana’dan Yemen’e kadar dövüşmedik yer bırakmamış; hasretlerini büyük coğrafyalarda arayan neslin çocuklarıdır onlar. Asya’dan Avrupa’ya, tüm dünyada hasretini çektikleri sevdanın vuslatını yaşamak arzusunda olan bir milletin evlatlarıdır onlar. Musiki, bu hasretin yankısı olur. Mimari, bu hasretin görüntüsü olur. Resimdeki renkler, bu hasreti hatırlatır. Uçan kuşların ahengi, bu hasretin uğrunadır. Bilirler ve öyle eylerler.

Onlar, zalim zamanın peşinden değil, hakikî bir kemalin peşinden gidenlerdir. Aslında her insan hasret duyar. Fakat onlar, bu hasreti en yaygın ve en derinden duyanıdırlar. Onlar, Aristo’ya kendi kemaliyle bakanlardır. İlahi Komedya’yı kendi inançları ile okuyanlardır. Aristo’nun dediklerinde kendi hikmetlerini işitenlerdir. ‘Varlıktaki tüm oluşumlar maddenin Tanrı’ya olan sevgi ve hasretinden doğmaktadır’ sözünü duyanlardır onlar. Aristo’da okuduklarını Devran Baba’da bulanlardır. ‘Bedenim ruhuma gurbet mi olmuş/Olsun, sabret; sus be ağlama gönül’

Onlar romanda bulduğu bir cümleyi inandıkları ile yorumlayıp, hayata o ışıkla bakanlardır. Şairini aşan şiirleri ve ardındaki derinliği hissedip dolan adamlardır. O şiirle, bir dize, bir mısrayla hayata bakışlarını örenlerdir. Sesinde ve maddesinde değiller şiirin. Manasında, derinliğinde ve hikmetindedirler. Onlar heyecan na’rasını sevdalarıyla atanlardır. Yaşadıkları bu duyguyu ve ardından gelen na’rayı hikâyelerinde ve romanlarında arayan adamlardır. Bilmiyorlar mıydı? Onlar yaşadığı her olayı her ânı benimsemek ve hatta anlam vermek ve anlamlandırmak için değer verdikleri büyüklerinin onay ve takdirini bekleyen adamlardır. Beklemek, atacakları adımların umudu olacaktır. Bu umutla mutlu olanlardır.

Onlar, suretten öte ruh güzelliğini gören milletin evladıdır. Destanlarla uyuyup destanlar düzen bir milletin evlatlarıdırlar. ‘Olayların gerçekliğini bilmesek de yaşandıklarına imanım var’ derler. Çünkü bu büyüklükler derler; bu mahşeri hareket, bu ortak inanç, dünyanın bu en büyük kültür coğrafyasında oluşan güzellik ve çeşitlilik içinde aşkların en güzeli, kahramanlıkların en yücesi yaşanmamış olamaz.

Onlar, bir şehre kendinden bir şeyler katan adamlardır. Bir şehri betimlemek, kendi birikimlerimizi duygumuza yansıtmakla ya da duygularımızın ışığını yaşadıklarımıza yansıtmakla mümkün olur. Bunu bilirler. Onlar, şehrin mehtabını hasretini duydukları memleketlerinden aldıkları ilhamla görürler. Onlar bu ilhamla geceleri ve gecenin barındırdıklarını görür ve duyarlar. Gece ay, onların memleketini gösterir. Onlar, Doğu-Batı ayrımını, gece koyarlar. ‘Zamanımızda şehirleri geceleyin nura boğan elektriğin ruhlarımızdaki karanlığı artıracağını’ söylerler. Peyami Safa’dan duydukları bu ilham ile fikirlerini aydınlatırlar. Onlar, şair ruhun şiir konuşmasını, gördükleri madde âleminde karşılığını bulduran isabetli hikmetlerin adamlarıdır. Onlar reddeden değil, bütünleştiren sevginin adamlarıdır. Onlar çocukluklarında duyduğu masalın karşılığını sevdayı içtikleri genç yaşlarda alanlardır. ‘Mehtabı bu kadar yalnız ve uzak görmek bana hüzün verir, ay bana sarayın bir odasına hapsedilmiş padişah kızı gibi görünür’ diyerek sevda şerbetini içenlerdir. Çocukluk hatıralarını gençlik duygularına yaklaştıran bir sevdadır bu. Yahu uzatmayalım; onlar ömrünce baştan ayağa hisseden adamlardır. Bu hissediş, insana verilen manayla ilgilidir. Onlar bilirler ki insan, bütün varlığı anlamlandırandır. Onun yönelişi, sevgisi, nefreti ve ilgisi hep bu anlamlandırmaya iletir. Mehtap, ay ve gece böyle anlamlandırılır. Kısacası bütün varlık, onların duyuşu ile anlamlandırılır. ‘Şu tepeye çıksam mehtaba çarpmamak için başımı eğmem gerekecek’ diye düşünürler. Bu dikkatle yaşarlar. Bu dikkate anlam dokurlar.

Onlar, halk oyunlarında ve daha nice toplulukta uyumu yakalayan adamlardır. Bütünlüğü ve ahengi bozmadan hareket etmeleri gerektiğini bilirler. Bütünü arzularlar fakat insanların kendi üsluplarını kaybetmelerini istemezler. Kişisel üsluplarıyla oyuna dâhil olan insanların kendiliğinden bulduğu ahengi önemli bulurlar. Onlar uyumu bir anda yakalayan ahenge kıymet verirler. Sevişen insanların ahengini hisseden adamlardır. Halk oyunu oynayan insanlar; kulak, ayak, yürek ve bütün vücutlarıyla oynayanlar ile bunlar olmadan sadece komutla oynayanlar arasındaki farka dikkat eden adamlardır. Bütünlüğü mekanik değil; coşkun yüreklilikle sağlamanın önemini bilen adamlardır. Ruhu öldürmeyen hareketleri, müzikle sağlamanın derdinde olan adamlardır. Mekanik olandan, hızlı olandan, parlak olandan hoşlanmazlar. Sadeliğe, estetiğe, doğal olana yönelirler.

Onlar, ‘Mecelle’nin kavaid-i külliyesini bilen için hiçbir hukukun zor olmayacağını’ bilirler. Değişimi temel değerler üzerinde değerlendirirler. Bütünü bilir, öyle anlarlar. Bütüne bakarlar, bütüne odaklanırlar. Parçayı unutmaz ve haksızlık etmezler ve parça-bütün ilişkisini gözetirler.

Onlar, tarihi bir bütün için değerlendirirler. Bilirler ki, bugün yaşanan ticaretin, savaşın, rekabetin 1000 yıl öncesinde de aynı duyguların yaşandığını fakat bu duyguların, inanç ile münasebetinin değişiklik gösterdiğini görürler. Bin yıl, iki bin yıl bu şuurun gidebildiği nice bin yıldır. O zamanlardan bu zamanlara insan, aynı insandır. ‘İlim ve teknik ilerlemiş fark eder mi? Bugünkü gelişmelere rağmen 1400 yıl evvelinin sıcaklığını yaşayabiliyor muyuz?’ Bunun sebebini soran adamlardır. Aşkın ve imanın olmadığı yerde ilim ve teknik ilerlerse, insan mekanikleşir, hayat soğur, imanın verdiği hareketlilik zayıflar.  Bütünlük ve tabii olan tatlı ahenk kaybolur. İlişkiler zayıflar. Birbirini kırmaya başlayan mekaniğin dişlilerine dönülür.

Utanılacak bir hareket yaptıklarında ya da bulunduğu muhitte görünmesini istemediği bir şey olduğunda, edepsizlik ve saygısızlık olmasın diye utançlarından bulunmaz görünmez olmak isterler. Gençlik heyecanıdır fakat o bile hayâ ile edep doludur. Onlar, heyecanını hayâya teslim edenlerdir. Her canları istediklerine koşmazlar. Kıtlıktan ve daha çok kanaattendir bu. Fakat yine de kendilerini terbiye ettiklerinin farkına varmaksızın yokluğu kıymetlendirirler. Hayat terbiye etti derler ya, öyledir sahiden.

Çocukluklarında ağabeylerinin Leyla için kavgalarına şahit olurlar. Bir ‘Leylâ’ vardır ortada, bilmezler. Fakat o çocuk aklın o yaşlarda aldığı şey, aşk ve kavga ‘Leylâ’ içindir. Klasik edebiyatımızda da ismi geçtiğinde şaşırmaz onlar. Bilirler ki bu Leylâ, aşkın ve onun uğrunda gençlik kavgalarının sembolüdür. Leylâ’nın zamana uyduğuna, Mecnun’u unuttuğuna şaşırırlarsa da anlarlar ki; iş Leylâ’da değil, Mecnun gönüllerdedir. Böyle içmişlerdir sevdayı. Karşılıksız…

Onlar, Fuzûlî’nin ‘Âşık-ı sâdık menem’ sözünü duyanlardır. Bu sesin yankısını daha sonra hiçbir eserde bulamayanlardır. Sevdiklerini nefsi için değil ki, sevdiği için sevmişlerdir. Onlar sevmeyi sevmiş, muhabbeti bilmişlerdir. Muhittin Arabî’den okumuşlardır ruhanî sevgiyi. Mecnun’un Leylâ’yı, bu makama giden yolda sevdiğini düşünürler. Mecnun’un Leylâ’ya söylediği şeyi tatmıştır onlar; ‘Benden uzak dur, çünkü senin sevgin beni senden çok meşgul etti’. Onlar, bu sözü lafızdan değil, yürekten bilmişlerdir. ‘Ne sizin dediğiniz gibi mazoşistliktir bu ne de boşa kürek çekmektir. Tatmadığınız şeye laf etmeyin derler. Yorumlarınızı hiç değilse duymayalım, yara almayalım’ derler. Onlar, Mecnun sevgisini bilirler. O istidâda hazırlanırlar. Leylâ’dan Mevlâ’ya yol görürler. Sonsuz sevme gücünü telmih ederler. Onlar, bir aşıkın hanelerine teşrih etmesiyle sevinçlenirler. Sazının ve dilinin peşinde dolanırlar. Dörtlüklerde hikmet ararlar.

İnsanı, derinlik ve zenginlik evreni bilirler ve sanatçıyı da bu evrenin derinliklerinde yüzen insan olarak görürler. Anlam veremezler; insanların yoz ilişkiler içinde hapsedilmiş olmalarına. Onlar öyle tasavvur ederler ki insanı; ‘tam zevkin, elemsiz lezzetin, kedersiz sevincin, fütursuz, endişesiz ânın ancak imanla sağlanacağını’ ve bu imanla insan olunabileceğini söylerler. Görünen-görünmeyen, bilinen-bilinmeyen her şeyin, Kudreti mutlak olan Tanrı’nın emrinde olması, ancak O’na imanımızla, bu şeylerin emrimize gireceğini bilirler. ‘O isterse eğer, saf eylemi yaşayabiliriz. İnsanın bütün cehti, olgunluğa ulaşma çabası O’nun rızasını kazanmak içindir. Yoksa yapan O’dur, attığın oku, atan O’dur’ derler. Onlar, hâlin analizini yapıyorlar, imanına sadık olmanın ıstırabını yaşıyorlar. Bunun cehtini yükleniyorlar omuzlarına. Ve diyorlar ki; ‘İnsan hayatı eksik yaşayan bir varlıktır. Bizim için katıksız zevki saf keder, pür irade yahut inanç yoktur; bunlar daima insandan insana ve zamandan zamana değişen ölçülerde gölgelidir. Bu yüzden eylemlerimiz de alacalıdır; saf eyleme ulaşamıyoruz. Eylemlerimizi temellendiren irade tam ve keskin değildir; daima bir şüphe, bir tedirginlik, bir endişe yahut bir tereddütle sakattır. Allah’a tevekkül kavramı bu irade eksikliğini tamamlamak üzere devreye girer; ama o da tam değildir. Tam olabilseydi, İbrahim için gül bahçesine dönen ateş bizim de buyruğumuza girecekti; karşıki dağa göç desek göçecekti…’ O saf eylemin yolunda sadık olmaktır dertleri. Hataları vardı yahut eksiklikleri; bildiler ki insanlığın, âdem olmanın bereketidir bu. Hemen farkına varanlar, tövbe edenler, insanlığa yürüyenlerdir.

Onlar, Türk edebiyatının en muhteşem dizelerinden olan ‘Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem’ dizesini kös vururcasına yüreklerine, iradelerine vururlar. Onda maziyi, şimdiyi ve geleceği tefekkür ederler. Zamanı bölmeden bütünü düşünürler. Her an yeniden doğarlar. Gönüllerini doldururlar. Onların tefekkür dünyasında Mevlana, Nesimî, Fütuhî, Filibeli Ahmet Hilmi de vardır. Onlarla bu dizeyi düşünürler.

Onlar isimlendirilemeyen, yekpâre ve taşmak için içini zorlayan duyguların, zevk ve elemlerin adamlarıdır. Bu zevk ve elem, hâl içinde anlaşılır.

Onlar, hayatın gerçeğini yeterince tanımadan yaşamaları düşünürler. Eksik yaşamayı, kendi ifadeleriyle yüzünden yaşamanın ne olduğunu düşünürler. Hayata şöyle kenarından dokunup geçmekle, yaşıyormuş gibi yaşamakla yaşanmadığını söylerler. Hayatın her anını derinlikle yaşamaya gücümüz yetmezdi ama yine de gayret göstermeli, irade koymalı derler. Yaşadıkları hayatın boyutlarını eksik görseler de sözden hâl bilgisine geçirmenin kıymetini vurgularlar. Aynel yakin’den hakkel yakin’e, noksan ve sığ olandan gerçek olana yorumlarlar. Sıkıştıklarında, ifade edemediklerinde sözü vaize bırakırlar. Vaiz, onların tasavvurlarını söyler. Yaşamak istediklerini, arzuladıklarını, sırat-ı müstakim olanı söyler. İnsanın sıkıştığı zaman, işin içinden çıkılmayacağını bildikleri zaman, sözü vaize bırakırlar.  Vaiz de der ki; ‘buradan külli inanca çıkılır. Hayat, bütün eksikleri tamamlayan bu inançlar sayesinde yaşanır. Kesin bir inanç söz bilgisini hal bilgisi düzeyine çıkarır. Yaşayarak bilemediklerimizi, inanarak eylem ilkesi haline koyarız. Bu, annenin söylediklerine inanmaktan Allah’a inanmaya kadar giden ve medeniyetlerin üzerinde geliştiği temeldir.’

Vaizi dinleyince onlar, durulurlar. Vaiz de kendileridir aslında. Vicdanları, tasavvurları… O söze girince nefsleri dinler. Otokontrol de budur zannederim.

‘Yaşanan zamandan hoşnutsuzluk, günün kadrini bilmemek biraz da şükürsüzlüktendir’ der vaiz. Ben de onlarla düşündüm; hep geçmişe özlem duyarız. O halde o ana şükret ki, geçmişin de sağlam kalsın. Gelecek, geçmişin şükürleriyle inşa olsun. Kıymet bilirsen çiçek açar. Açmıyorsa da razı ol. ‘Olaya rıza, ıslaha gayret’ hadisi geldi aklıma. Onlar, Peygamberin sözünde er olanlardır. Onlar, o sözü bildiler ki, aradılar. Aradığını buldular. Dediler ki, ‘sonradan hayal etmek gibi, önceden tasavvur da olayı güzelleştiriyor. ‘Dem bu demdir’ dizesi de bu manayla düşünülebilir. İman ve amel… O yüzden iyi, doğru ve güzel tasavvur ettiler, iyi, doğru ve güzel buldular. İyiye niyetlendiler iyiye ulaştılar. Gelene rıza gösterdiler, daha güzeline niyetlendiler.

Onlar sohbete düşkündürler ve hayalleri çok geniştir. İş icraate geldi mi, geri durmazlar. Bir sohbetle İran’a Turan’a giderler, devleti kurar dönerler. Onlar, atalarının anlayamadıkları sohbetleri seneler sonra duyan ve anlayan adamlardır. Kendilerinde baba sohbetlerinin, ana sevdalarının izi olduğunu bilirler.

Onlar merhamet medeniyeti döneminin halkalarını düşleyenlerdir. O dönemin merhamet derinliği, onlara, uçan kuşun, dağdaki kurdun derdini yük ettirir. Onlar, merhamette ileri giden değil; yapmaları gerekeni yapanlardır. Besmele’yi Rahmet’in arşına yükselmek isteyenlerin miracı sayanlardır. Hatta biraz ileri giderler, derler ki; ‘Müminin besmelesi, Allah’ın kün emri gibidir.’ Bu imanla harekete geçmişlerdir. Öyle bir tasavvur ki eylemlerini meydana getiren şey, bu duyuşu, bu hissedişi, imanı yaşatır. Bildirdiler ki, bütün varlığı şenlendiren rahmettir. Onlar varlıktaki ışıldayışı, yönelişi ve doğanın dirilişini gören, seyreden adamlardır.

Onlarda iki dostun konuşmasında hikmet arayan, anı anlamaya çalışan dikkat vardır. Hz. Peygamber’in Ebubekir ile muhabbetinde sır ararlar. Sabah akşam, vakitli vakitsiz, yatarken yürürken ve ara sıra da gelip giden, konup göçen bir kuş misali ‘O Güzel Örneklikten Örnekler doğar zihinlerine’… Onunla ve onun muhabbetleriyle dolarlar.

Onlar anı, bütün yaratılışı, yaşanan ve yaşanacak olan bütün zamanları bir an-ı vahit olarak görürler. Sözü edilen yaratılış anı… Yaratıcı bir medeniyet hamlesine bu görüşlerle niyetlenmişlerdir. Her meseleye çözüm arayan, kafa yoran adamlardır. Temas ettikleri, yanlış, hata gördükleri her yerde tedavi üreten adamlardır.

Onlar, memleketlerinin ve ya eski coğrafyalarının bir tepesine çıktıklarında duydukları mutluluğu anlatırlarsa, etkisinin kaybolacağını düşünürler. Bununla dolarlar; bu doluş, yaş olur gözlerinden akar. Sırlarını yine de açıklamazlar. Fakat dostları bundan müstesna… Dostlarıyla paylaşırlar, mutluluklarıyla mutlu kılacaklarını düşünürler. Onlar sorarlar; ‘Kaç dostunuzun mutluluğu sizi gerçekten mutlu eder?’ Dost da bu değil midir? Üzüntüsü üzen, mutluluğu sevindiren; ayna olabilen… Onlar, dost adamlardır.

Onlar, tattıkları ilk heyecanın, ilk sevginin, ilk zeytinin, ilk muzun tadını unutamayanlar, hatırlayanlar, arayanlardır. Kıymet nedir, bilenlerdir. Onlar kıtlık ve yoksulluk yıllarının çocuklarıdır. Fakat bunu kıtlık saymazlar. Bugün kıtlık dediğimiz şey, onlara bunlardan tat aldırıyor. Evet, o dönemi yaşadılar; kalıcı izlerini almadan. Zira o tarihlerde çocukturlar ve onları mutlu edecek çok şey vardır.

Onlar, evladının sahip olduğu şeyleri başkalarından kıskanan annelerin çocukları değil; utanmanın ve verememenin diğer çocuklarda yaşatacağı etkiyi düşünerek hareket eden annelerin evlatlarıdır. Diğer çocukların canlarının çekmemesi için -zira ellerinde olmadığından veremeyeceklerini düşündüğünden- evladını kuytu köşede yemesi gerektiğini vurgulayan annelerin evlatlarıdır. Veremeyecekleri şey, bir avuç duttur. Onlar da tabi bu bir avuç dutu yoksulluk-kıtlık olarak görmezler, onlar için bu bir avuç dut, mutluluk kaynağıdır. Her birinde tek tek lezzet bulurlar. Onlar, pantolondaki yeni yamayı yokluk olarak değil, adeta yeni yama olduğu için sevinilecek bir şey olarak görürler. Bu yeni yama yürüyüşlerini değiştirir. Bugün anlaması zor olsa da!

Onlar, misafirliğe gittikleri evde, ikramları bir tadımlık alırlar. Ölçülü davranırlar. Ev sahibi ısrar eder, sunar; onlar belki ev sahibinin son imkânları diye gördükleri ikramları ‘saldırgan’ olmadan alan adamlardır. Misafirin duası, ikram edenin edebi ve misafirliğin bu millete verdiği nimettir. Onlar bu nimetten tattılar. Farklı lezzetler yok belki de dillerinde fakat tattıkları lezzetin tamamlanmışlığı var. Bugün aldığımız lezzetin eksikliği yok. Bu yüzden belki de insanlıkları çeşitli değil fakat tam.

Bugün lüks lokantalarda yenilen yemeğin tadını unutan; ancak çocukluk yılları yoksul yemeklerinin tadını unutamayan ve onları arayan adamlardır. Neden? Şimdi arayıp da bulamadıkları ne var?

O zamanlar yoksul yaşıyorlardı fakat noksan yaşamıyorlardı. Şimdi noksan yaşıyoruz. Yaşadıklarımızın tadını alamıyoruz. Bugün neyin tadı kaldı? Hem yediklerimizden hem de değerlerimizden? Onlar, bugünlerin acısını biliyorlar, tavsiye ediyorlar; ‘Zaman ve mekânını denk getirebilirseniz, bugünlerinizde de benzeri bir tadı yaşayabileceğinizi söyleyebilirim.’ Denk getirebilirsek! Sanırım insanlığımızı…

Onlar ihtiyarların hikâyesini dinlemeyi severler. Hayatlarına ışık tutacak tecrübe, duyulmadık birkaç hikmet, başka memleketlerin gurbetlerini dinlerler. O hikâyelerle geleceklerini hayal ederler. Onlarla uykuya dalarlar. Onlar gurbeti, vuslatı bilirler. Saygıları vardır böylesi duygulara. Onlar, evlendiğinin üçüncü gününde gurbete çıkan genç insanları tanımış adamlardır.

Onlar, sabrı tavsiye ederler. Hem de öyle bir nasihatle ki; ‘Nice kuş açlık belasından kafese girmiştir. Nice balık boğazının hırsı yüzünden oltalara takılmıştır. Nice bilgili kadı boğazı yüzünden rüşvet almış, Harut ile Marut’a o şehvet yüzünden göklerin kapısı kapanmıştır.’ Sabır mı, şimdi bu manada düşünelim.

Onlar ilk türkülerini, ilk dinledikleri andan beri unutmayanlardır. Farkına vardıkça ağladıkları; ezgisine kapılıp gözyaşlarıyla, hıçkırıklarıyla ritim tuttukları türkü. Onlar bu yüzden türküyü büyü, ozanı-aşığı büyücü olarak görürler. Çünkü bu ahenk dalgalanmalarının ilmî bir açıklaması yoktur. İnsanı kendinden geçiren, ahenk bozulduğunda rahatsız eden, oynatan, coşturan, ağlatan, hüzünlendiren, derinliklerine salan şey nedir, onlar düşünürler. Hakkın mucizesi sayarlar. Ruhun ahengini ve keşfini bulurlar. Bu ozanları, yârenleri cennetin âlâ köşküne koyarlar. Onlar türkülerinde çok ötelere dönük bir hasreti dillendiriyorlar. Dertleri ne yâr ne de gurbet… Bu hasreti duyan, türküleri birlikte söyleyip birlikte duygulandıkları insanlardır. Türk de odur derler. Türk kültürünün en saf doğuşudur türküler, derler. Bizi türkülerde arayın, derler. Mahşerde bizi buluşturacak şeydir türküler, derler. Ezgisi, sözü, görkemi ve tüm zenginlikleriyle bizim kültürümüzün derinliği türkülerdir. Anlam zenginliği içinde anlatılamaz, kelimelere dökülemez, derler.

Çocukluklarında duydukları sesi, türküyü tekrar duysalar uhrevi ürperti geçirirler. O çalgı hayatlarında yer eder. İleri yaşlarında o renkleri, canlı gördükleri çocuklukları onları şarj eder.

Onlar, temas ettikleri insanların farklılıklarını yanlış yorumlamaz, dışlamaz ve alay etmezler. İnsanların mizacından, huyundan, giyim-kuşamından şikâyet etmezler, hor görmezler. Hatta onları o şekliyle hayal ettikleri dünyanın içine alırlar. Hatıralarını onlarla mutlu ederler. Mutluluğu o insanlarla düşüncelerinde paylaşırlar. Onlar insanları bazen aydınlık bazen de sisli ve hüzünlü ama hep özlemle hatırlarlar. Onların milli duygularında, hayallerinde böyle hatırladıkları ağabeylerinin izleri vardır. Hayalleri geniş ufuklarda kanat vuran ülkücü ağabeyleri vardır. Heyecanları kabarık, delikanlı yüzler vardır hayallerinde. Hatıraları canlı tutan şahsiyetlere sahiptir onlar.

Onların nesli ‘bayram’ deyince, kurtuluş bayramını anarlar. Atlar, köstekli-kamalı insanların geçidi gelir akıllarına. Davul-zurna çalınan heyecan dolu insanların birliği gelir gözlerinin önüne. Onların nesli yaşanılanı türküleştirir. Hemencecik orada ağıtlaştırır. Yaşanan acı, hüzün, tatlı, sevinç hemen türkü oluverir. Dörtlük oluverir. Yakılıverirler. Nesli şiir olan adamlardır.

Dağlarda yürümek üzerine destan yazarlar. Nutuk çekerler. Dağ aslında hürriyetin yani hicretin sembolüdür onlar için. Bir kez olsun dağa çıkın şarkı söyleyin, feleğe çatın; bir kayanın üzerine uzanın, peynir ekmek yiyin, derler. Onlar çıktığı dağın hikâyesini bilirler. Dağın ardında yaşanan aşk hikâyesini dillendirirler. Onlar ıssız dağ başlarında ezan okurlar. Sesinden hiçbir şey hatırlayamadıkları o ezanlar, yüreklerinin derin bir yerinde bütün bir ahengiyle ömürlerince yaşar. Onların dağ tasavvurları vardır. Dağ onlarda, Tanrı Dağlarında Atalar mağarasında tören yapmak, kurban kesmektir. Nur Dağı’nda Hira Mağarası’na çekilip tefekkür eden Hz. Peygamber’i anmaktır. Onu hissetmektir. Mitolojide dağ, evrenin merkezidir. Gök, kutsalın ve aşkınlığın alanıdır; dağ ise ona en yakın olanıdır. Dağ, onların arkadaşıdır. Düşünürler; ‘sırlarını saklamasa bu dağlar, yüreklerinde kim bilir neler var’ derler. Onlara göre, belki dağlar denizlerden daha derindir; çünkü onlardan daha sessiz ve durgundurlar. Şairin dediğine kulak verirler; ‘Bir dev olmak istersen/Dağlarda şarkı söyle…’ bu devlik büyüklük değildir. Kibir asla. İnsan o yücelerde öyle olabilir mi? Bu ancak yaratılmışlığını daha derinden duymaktır. Onlar Kaf Dağı’nı bilirler. Dağların anasıdır. Ulaşılmaz umutların toplandığı yerdir. İnsan heveslilerinin Kızıl Elması… Kaf Dağı gönüldür, insan-ı kâmili simgeler. Bizim Toros’larımız vardır. Aşklarımıza, yürüyüşlerimize konu olmuştur. Bazen de dağ, yolumuzu kesen, yârdan ayıran, sılaya hasret koyan, insafsız, merhametsiz olur. Gurbet, onlar için ‘şu dağın ardıdır.’ Başı dumanlı dağlar, efkâr veren dağlar, aşırmayan dağlardır bazen. Onlara göre, Anadolu’daki dağlar biz Anadolu’ya geldikten sonra dinsiz, imansız, merhametsiz, insafsız olmuştur. Altaylar, Tanrı Dağları öyle rahim, öyle kavuşturucu olduğu için buralara yakıştırılır imansızlık. Anadolu dağları, bizi sadece yârdan, sıladan değil; Asya’nın dağlarından ayırdığı için dinsiz, imansız olmuştur. Onlar, merhametli dağları bilirler. Dağlara bakan adamın gönül yüceliğini de süzerler. Köroğlu’nun sevdiği mekânlara dağ der onlar. Dağlarda kalan sevdayı, vatanı, hikâyeyi bilirler.

Onlar yaşadığı yörenin ve bu yöredeki insanların şair sesini duyarlar. Şairin çağrısını belli belirsiz yaşarlar. ‘Dağlar, beni ne zaman çağıracaksınız!’

Türküler sevdayı derinleştirir, ateşi yükseltir. Onlar Köroğlu’nun koçaklamasında bir hüzün, bir gariplik, bir ötelere çağrı hissederler. Yüce dağ başlarında atlı gezdikleri vardır. Şu sesi duyarlar; ‘Uca dağ başlarında tek atlı gezdiğin mi var?’ bu duyguya yoğrulurlar. Çocuklukları da atlarla yaylalarda geçmiştir onların. Türkülü oyunlarla geçmiştir. İstemişlerdir ki; hayat bu türkülerle devam etsin. Yılbaşı ve Hıdrellez öncesinde oynanan oyunlar oynansın hâlâ. Kapı kapı dolaşarak, maniler söyleyerek ve helva yapmak üzere un, şeker ve yağ toplansın. Şimdi o evlerden toplanan tuz, şeker, yağ bolca fakat o evler yok. Apartman içinde mani bir yana, çıt çıkaran yok. Konaksız, taş yığınları arasında körelen heyecanımız yanında çocuklar, trafik ışıklarının önemini de bilmezler.

Onlar, birlikte ve tüm yörece ortak oynadıkları çocukluk oyunlarının dahi birliği sağladığını ve hatta milletleşme sürecini tamamlayan bir parça olduğunu çok iyi bilirler. Onlar milleti şöyle yorumlarlar; ‘İstanbul’un Balat’ındaki, Eyüp’ündeki çocuklarla Erzurum’un İspir’indekiler aynı oyunu oynuyorlarsa, Diyarbakırlı Ziya ile İspirli Nevzat aynı kitaplardan okuma zevkini geliştiriyorlarsa, kadınlarımız kış geceleri aynı kitapları okuyup ağlıyorlarsa, Aladağ Türkmenleri ile Toros Yörükleri ve Cimil köylüleri aynı Cırcırnak’la eğleniyorlarsa, aynı hocalardan Kuran öğrenip, aynı Mevlit’i okutuyorlarsa ve aynı peygambere salâvat getiriyorlarsa ve… bu millet modern anlamında kültür bütünlüğünü kurmuş, millet olmuş adam gibi millettir. Millet olmak, ortak bir kimlik kazanmaktır. Çocuk folklorunda bu kadar umumileşebilmiş, günlük hayatında bu kadar benzeşebilmiş insanları aynı kimlikten saymamak eçheliyet değil ise günahkârlıktır.’

Mevlana, insanın doğaya meylini, hele baharda yeşillenip çiçekler açtığı zamanki meylini, çocuğun anasına olan meyline benzetir. Onlar dağ başlarında ve hatta toplum içinde yüreklerindeki bahara meyillidirler. Bazen rüzgârın meyline kaptırıp giden bazen durulan ama hep yüreklerinde sevda içen adamlardır. İçtiklerine ‘varlığın sırrı’ diyorlar. O sırrı bilen adamlardır.

Onlar, insanî olanın daima değişeceğini bilirler. Bu değişme, olduğumun dışında başka bir ben olduğum anlamına gelmez. Bazı özellikler geri çekilir, bazıları daha öne çıkar. Bu değişim, farklılık değil; kendisi kalarak değişmektir. Bazı yapı unsurlarının görünümleri değişir. Bizim görevimiz, kökten daha sağlam ihtiyaç sağlayarak daha olgun meyve vermektir. Bu sürekli kontrol etmek ve onun yoluna su dökmektir. Bunu bilen onlar, oyunlardan okudukları kitaplara, türkülerden yaşadıkları duygulara ortaklık şuurunu vurgulamakla bize yön vermek isterler.

Onlar, hiç kimsenin sorumluluktan kaçamayacağını bilir.

Onlar yaşarlarken, bu yerin bir de altı olduğunun bilincindedirler. Yerin altını bilmeyen insan, insan değildir onlara göre. Yaşamasını da bilin, derler. Onlara göre kalıcı olan, içinde bulunduğumuz durum değil, takındığımız tavırlardır. Yani sorular değil, sorulara verilen cevaptır. Nasıl ölçülendirdiğinize bakın, derler. Dünyayı neyle ne kadar ölçülendirdiniz?

Onlar şu soruyla hayatımızın her alanında ve irademizle bizi baş başa bırakırlar; ‘nefsin kölesi olarak mı, varlığın efendisi olarak mı yaşadın?’ Onlar, mutluluğun bu cevapla kurulacağını söylüyorlar. Dinin tek olduğunu, onun da ruhun ölçülenmesi olduğunu ifade ediyorlar. Onlar, insan nefsinin sınırlandırılması, ruhun bu sınırlandırma güç ve terbiyeye kavuşması ile insan olacağımızı ifade ediyorlar. Onlar, sabrı ve şükrü tavsiye ediyorlar. ‘Feraha çıktığında şükür, sıkıntıya düştüğünde sabır’. Dik dur, adam gibi tam yaşa diyorlar. Kabukta takılı kalma öze in, manayı dinle diyorlar.

Onlar kaderi, hayatı dosdoğru ve kahramanca yaşayabilmemiz için verilmiş sayıyorlar. Kader, hayata boyun eğmemek için, onu biçimlendirebilmek içindir, diyorlar. Önemli olan kaderin ne olduğu değil, onu nasıl algıladığımızdır. İnanan insan ben emr olunduğum gibi dosdoğru yaşamalıyım demelidir. Çünkü onlar için insan olmak, evrensel değerleri hayata hâkim kılmakla mümkündür. Evrensel değerlere, insanla ilgili olan ne kadar iyi, güzel, doğru olan şey varsa eklerler. Ahlak, adalet, barış, hoşgörü, merhamet, erdem…’’(6)

Tasavvur denilince akla, tasvir etmekten hareketle betimlemek, hayal etmek gibi anlamlar gelmektedir. Hâlbuki tasavvur, ömür boyunca sahip olduğun ve sahip olabileceğin bilgi ve eylemlerin zeminidir. Eylemlerimizi meydana getiren sahip olduğumuz tasavvurlardır. Nevzat Kösoğlu’nun Kitap Şuuru’nda bahsettiği muhakemenin devamlılığıdır aynı zamanda. Yukarıda Nevzat Kösoğlu’nun iç âlemine ve iç âlemini şekillendiren dış âlemine değindik. Dağlar ile ilgili anlamlandırmaların arkasındaki şey, onun çocukluktan itibaren aldığı dinî, menkıbevî, kültürel değerlerin madde âlemiyle teması neticesinde meydana çıkardığı tasavvurudur. Sadece dağlar değil tabi ki. Türküler, kitaplar, oyunlar ve dahası… Bizi adam gibi millet yapan her şey… Nevzat Kösoğlu’nun gökyüzünü bulmaya ve anlamaya niyetlendik. Bu gökyüzüne bakışını yakalamaya çalıştık. Umumî olarak Onların, hususî olarak Nevzat Kösoğlu’nun iman ettiklerine, bu imanın neticesi olan amellerine dikkat etmeye çalıştık. O bir yazısında şöyle söylüyor; ‘’Kültürü kuracak olan, iman ve ameldir; problemlerimiz de zihnî planda değil iman ve onu hayata nakşeden amel çevresindedir.’’(7) Vaiz, onun tasavvurlarını söylüyor. Zihnî planda bir dönemdeki inançlarını… Eylemleri, geçmiş zamanın peşinde ilerliyor bu yüzden. Bildikleri, vaizin dilinde… Dileğim odur ki, onların gökyüzüne bakmayı bu zamanda tekrar yaşayalım. O zamanın tasavvurlarını, bugünkü zihnî parçalanmışlığımıza ışık yapalım. Aldığımız ışıkla bir tayf gibi yayılalım.

Bizler olalım, bu anı ışıklarla Türk eden!

 

KAYNAKÇA

(1)Tahir ile Zühre dedik, çünkü Nevzat Kösoğlu’nun çocukluğunda okuduğu aşk öyküsüdür. Leyla ile Mecnun, Aslı ile Kerem, Yusuf ile Züleyha da diyebilirsiniz. İsimler ve hikayeler farklı, fakat varılan yer aynıdır. Herkesin bir türküsü ve hikayesi var. Farklı farklı ve fakat hep aynı yere gidiyor. Gelin biz bu medeniyete ‘’Aşk Medeniyeti’’ diyelim.

 

(2)İnsan Fazlıoğlu, Fuzulî Ne Demek İstedi?, Papersense Yayınları, Şubat 2016, s. 34.

 

(3)Nevzat Kösoğlu, Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler, Ötüken Neşriyat, Aralık 1991, s. 757.

 

(4)Fazlıoğlu, A.g.e., s. 18.

 

(5)Nevzat Kösoğlu, Kitap Şuuru, Ötüken Neşriyat, 1998, s. 60.

 

(6)Tırnak içine aldığımız bu yazı, Nevzat Kösoğlu’nun Geçmiş Zaman Peşinde yahut Vaizin Söyledikleri adlı eserinden hareketle oluşturulmuştur. Bu eser, hatırat olmanın ötesinde Nevzat Kösoğlu’nun bütün bir birikimini, İnsan – Alem- Tanrı tasavvurunu aktarmayı amaçlamaktadır. Daha fazla bilgi için: Nevzat Kösoğlu, Geçmiş Zaman Peşinde yahut Vaizin Söyledikleri, Ötüken Neşriyat, İstanbul, Mayıs 2013.

 

(7)Kitap Şuuru, s. 138.

Bir yanıt yazın