İlim, sanat ve din’in, bütün kültür ve medeniyetlerde çok önemli birer yeri vardır. Kültür ve medeniyetimiz, bu üç sütun üzerinde yükselmiş bulunmaktadır. Laboratuarlar, sanat galerileri ve mâbetler birer hayat merkezi olarak, beşeriyete güç, heyecan ve huzur sunan kaynaklardır. Doğru, güzel, iyi ve hayırlı olan değerler, buralardan doğar ve yayılır. İlmin de, sanatın da, dinin de şarlatanları, maskaraları ve istismarcıları her devirde ve mekânda mevcut olabilmiştir. Ama buna rağmen beşeriyet, bu hayat kaynaklarının gür ve berrak noktalarına doğru akışını durdurmamıştır.
İlim, sanat ve din, kültür ve medeniyetlerimizde iç içe, sarmaş-dolaş bulunmalarına rağmen, yine de aralarında esaslı farklar vardır. Hepsi de insanın ihtiyaç ve özlemleri ile ilgili olmakla beraber, insanı çeşitli yönden kavramaya çalışmaktadırlar. İlimler, insanın objektifleşme gayretlerini ifade ettikleri ve insana <<eşyanın ve olayların dili ile düşünüp yorum yapmayı>> tavsiye ettikleri halde, bir bakıma güzel sanatlar, insanın sübjektifleşme gayretlerini yani, insanın, insan dili ile duyguları ile düşünüp hareket etmesini ifade ederler. Sanat, bir bakıma <<süjenin objeyi, sübjektif istikamette>> biçimlenmesi düzenlenmesi, keyfiyetlere kendi kafasının, gönlünün, özlemlerinin ve heyecanlarının formlarını geçirmesi demektir. Hiç şüphesiz sanat, içinde geliştiği milletin ve beşeri tecrübelerin izlerini de taşır.
İlim <<objektif gerçeği>>, sanat <<sübjektif gerçeği>>, din <<mutlak gerçeği>> ararlar. Yani, ilim objektif değerlere, sanat sübjektif değerlere, din ise mutlak değer ve varlık olan Allah’a yönelirler. Ancak güçlü bir medeniyet bunlar arasında sempati doğuran, hassas bir ahenk kurmasını bilir. Tarihi Türk – İslâm medeniyeti, bugün hayranlıkla seyrettiğimiz, okuduğumuz ve dinlediğimiz eserlerinde bu âhengi başarı ile kurabilmiştir. Mesela Sinan’da, Fuzulî’de ve Itrî’de ilim, sanat ve din’in bir arada ulaştıkları âhenk gerçekten muhteşemdir. Türk – İslâm kültür ve medeniyetinde ilim, sanat ve din <<Tevhid>>in şuur, aşk ve heyecanı ile tıpkı bir organizma gibi birleşebilmiştir.
İlim determinizme, sanat finalizme, din <<céationisme>> (yaratmaya) hayranlık uyandırmaya çalışır. Yani, ilmin konusu objektif münasebetler, sanatın konusu, bizzat fert ve cemiyet olarak insanın sübjektif dünyası, özlemleri, heyecanları, istek ve gayeleridir. Dinin konusu ise, mutlak varlık olan Allah ve O’nun yaratma iradesi karşısında hayranlık duyan insandır. İlim, bir bakıma kanun, prensip, kâide ve kalıp arar, oysa güzel sanatlar, monotonluktan, tekrardan, kalıp ve kâidelerden kurtularak orijinal ve hayat kadar yumuşak ve esnek değerleri kovalar. Bunların yanında din, hür ve yaratıcı iradeye teslimiyeti esas alır, bu iradenin tecellilerini duyarak mutluluk arama yolunu açar.
İlim, <<âlemşumul doğru>>yu arar, <<ekolsüz olmak>> ister. Ama bu konuda bütün ilimlerin aynı derecede başarılı oldukları söylenemez. Güzel sanatlar da <<âlemşumul güzel>>in peşindedir, ancak bu özlem, sanatkârın şahsiyetine, milletin kültür ve medeniyetine, zaman ve mekânın şartlarına göre renk, biçim ve uslûp kazanır. Üstelik güzel sanatlar <<ekolleri>> sever ve her sanatkâr yeni bir ekol peşindedir. Din de <<âlemşumul gerçeğin>> peşindedir. Hatta o, <<mutlak hakikati>> arar. Ancak, din sahasında fertler ve gruplar, idraklerinin seviyesine göre, Allah’a doğru bir mertebeler silsilesi içinde yüceltebilmektedirler. Bu sebepten yüce Peygamberimiz (O’na selâm olsun): <<insanlarla idraklerine göre konuşuruz>> diye buyurmuşlardır.
Türk – İslâm kültür ve medeniyetinde <<mutlak doğru>>, <<mutlak güzel>> ve <<mutlak varlık>> Allah’tır. İlim de, sanat da, din de O’nu arar.
KAYNAKÇA
Seyit Ahmet Arvasi, Türk İslam Ülküsü I, 1. Cilt, 7. Baskı, Sayfa309