Ağustos sıcağının topraktaki tozu buharlaştıracak kadar hırslı olduğu saatlerde köyün kayalıklardan uzanan deresine doğru yürümeye başladı. Eğer çağıran o olmasaydı, bu sıcak havada dışarı çıkanlardan birisi olarak deli yaftasını boynunda bir altın kolye misali taşımayı istemezdi. Köyün dar ve kıvrımlı sokaklarından aşağı inerken pencereye çıkmış yetmişindeki ayaklı telgrafların sözlerine itibar etmeden buluşma saatine yetişmek için adımlarını hızlandırdı. Adımlarıyla beraber yüreği de hızlanıyordu. Alnından yere doğru süzülen ter, güneşin bakışları altında göğe yükseliyordu. Dile kolay tam 3 yıllık bir hasretin sona erdiği güne açılmayı bekleyen gözlerle uyuyup yine onlarla uyanmıştı. Rüyalara dahi aksetmiş olan vuslat anı için bin bir türlü hayaller kurmuş ve her seferinde bir gün daha bitti diyerek gönlünü avutmak zorundaydı. O uzun bekleyiş dönemi yerini güzel günlere bırakmak için dere kenarında olmalıydı. Bugün köyün tüm yolları o dereye akıyordu sanki. Güneş kendini iyice hissettirirken genç kızın dibine düşen gölgesini adım adım takip ediyor, o mutlu ana tanık olmak için sabırsızlanıyordu.
Elindeki bir tek kırmızı gül ile ayrıldığı bu yerden yine elinde bir tek gülle geri dönmüştü. Beklerken geçen her dakika bir asır gibi boynuna dolanmış onu sımsıkı sarılarak rehin almıştı. Gömleğinin iki düğmesini yavaşça açtı, elini akan suyun göğsüne bastırdıktan sonra yüzüne doğru götürdü. Damlalar dirseklerine doğru süzülürken bir çıtırtı sesiyle irkildi. Askerlik yaptığı üç yılda bu irkilmeler onun en yakın arkadaşı olmuştu. Gözlerinin önüne puslu bir Makedonya gecesi düştü. Gece güne dönmemek için direnirken soğukta kendini iyiden iyiye hissettirmişti. Dağın sarp yamaçlarında giderken yerdeki izleri kaybetmemek için bir ölü kadar sessiz olmak zorundaydılar. Yabani hayvanların çıkardığı sesler Mehmetçiğin postalları altında eziliyordu. İzlerin kesildiği yere geldiklerinde geceyi geçirmek için uygun bir yer arayışına girdiler. Çok geçmeden Çaylak Mehmet’in gösterdiği mağaranın altına dizildiler. Kırk kiloluk ağırlıkları kemiklerini ezmişti. Çantalar açıldı, neferlerden neyi var neyi yoksa ortaya koyması istendi. Cephaneleri kadar yemekleri de azdı. Tam on günlük bir kovalamacanın sonunda hala istenen netice alınamamış, Yorgi’nin kafası gövdesiyle vedalaşmamıştı. Bir Anadolu delikanlısı olan Çaylak Mehmet, Çaylak ağabeylerinin takılmasıydı yoksa askerliğine söylenecek söz yoktu, memleketinden gönderilen tütüne sarıp dumanını havaya verirken Zeynep’in hayaliyle uykuya dalmıştı.
Görevinden başka hiçbir şeyi düşünmemesi gerektiğini biliyor yine de kendine engel olamıyordu. Ya Zeynep onu beklemeyip evlenirse ya… Gerisini getiremedi, getirmek istemedi. Tekrar neden bu dağlarda gezdiğini hatırladı. Günahsız Türk çocuklarını cennet meleğine dönüştüren Yorgi’nin defterini dürmek için katlanıyordu tüm bunlara. Ayağındaki yaranın acısını dahi duymazken kalbindeki hasretin bıraktığı acıyı dilinden dökülen türkülere emanet etmişti. Nihayet güneş yüzünü göstermiş, pusatlar tekrar en çok yakışan yerde hazır bulunmuşlardı. Mağara ağzında duran iki nöbetçinin de namazını kılmasının ardından tekrar yola çıkıldı.
Mehmet tüm bunları hafızasından silmek istemiş ama yapamamıştı. Gözünden dökülen yaşlar acılarını, geçirdiği günlerin hatırasını silmeye yetmiyordu. Köyden çıkarken yanına aldığı el emeği göz nuru asker havlusuna kan değmişti. O kan vücudunun bir parçasını göğe çıkarırken ömrün bitmesiyle birlikte kurumayı bekliyordu. Zeynep’e haber göndermek için çağırdığı çocuğun kendisine nasıl baktığını ölse unutamazdı. Bir canavar görmüş gibi yüzü sararan o gürbüz delikanlı şimdiye kadar çoktan varmış olmalıydı. Eğer korkup vazgeçmişse de kalkıp kendi gidip dayanacaktı Zeynep’in kapısına. Neyse ki korktuğu olmamış çocuk verilen vazifeyi yerine getirerek aldığı şekerin hakkını vermişti. Zeynep’in kokusunu adımlarından önce duydu. Yine de yüreği serinlemedi, mutlulukla birlikte bir hüzün çöktü yüreğine.
Zeynep patikayı aşıp Mehmet’i gördüğünde sanki dünyalar onun olmuştu. Koşup sarıldı, elleri Mehmet’in sırtını geçip tekrar birbiriyle kucaklaştı. Bir an dünyayı kaldıracak gücü hissetti Mehmet, aksayan ayağına rağmen. Genç kız mutluluğun sarhoşluğunu henüz üzerinden atamamışken bakışlarını hüzün bulutları kapladı. Ne olduğunu sormaya yeltenmek istedi ama dudaklarını kapatan bir el her şeyi anlatmak istiyor gibiydi. Çöktüler. Mehmet’in zihni tekrar geriye sarmış, olan bitenin ardına düşmüş, saklamak istediği yerden çıkarıp tekrar önüne koymuştu. Zeynep ise ağızdan çıkacak her bir heceyi dikkatle bekliyordu. Bir yandan da onu nasıl teselli edeceğini düşünüyor. Kalbindeki bu hasara merhem olabilmek için Tanrı’ya yakarıyordu. Uzaklarda bir noktaya kilitlenmiş gibi duran dudaklardan birkaç söz dökülmeye başladı. Sözcükler arkası arkasına sıralanmış, topallığın doğuşunu anlatmak için hazır ola geçmişlerdi. Mehmet:
-Mağaradan çıktık, asker sayışımız her geçen gün azalıyordu. Birliğin en deneyimli askerleri içinden birkaç gözcü önden keşif yürüyüşüne çıkacaktı. Gönüllü olarak öne çıkanlar oldu, ben de bunlardan biriydim. Yürümeye başladık, komitacıları yakalamak için bakmadığımız mağara girmediğimiz orman kalmamıştı. Çemberi kısalttıkça çatışmanın sıcaklığını daha yakından hissetmeye başlamıştık. Tahminlerimiz bizi doğuya doğru gitmemiz konusunda yönlendiriyordu. Öyle de yaptık. Ayağımdaki sıyrık günden güne sancısını arttırıyordu. Ancak bundan komutanıma bahsedersem beni daha geride tutabilir ya da en yakın beldeye sevk edebilirdi. Arkadaşlarımı yalnız bırakmayı kendime yediremezdim. Acımı içime attım gelen her sancıyı göğsümde söndürüp yuttum. Biraz ötede kül tutmuş taşları gördüm. Bu iyi haberdi peşinde olduğumuz grup buradan geçmiş belki de burada bir gece geçirmişti. Yakında olduklarını anladığımız sırada önce kulağımın yanından geçen bir rüzgârın bıraktığı ılıklığı hissettim. Ardından bacağımın büküldüğünü gördüm, pusudaydık. Arkamız ve önümüz sarılmış bir halde var gücümüzle karşı koymaya çalıştığımı hatırlıyorum. Düştüm, kalkmak istedim. Ama bacağımın beni kaldıracak gücü yoktu. Sonrasını hatırlamıyorum. O hengâmeden nasıl kurtulduk bilmiyorum.
Gözlerimi açtığımda yanımda yaşlı bir hekim bekliyordu. Yüzündeki tebessüm yaşamamın bir mucize olduğunu söyler gibiydi. Yavaş yavaş konuşmaya başladı. Söylediklerini anlamadığımı fark edince son bir cümle kurup odanın kapısını çekip çıktı. Doktorun yüzünü hatırlamasam da sözünü tekrar tekrar duyarım: ‘‘Bir daha eskisi gibi yürüyemeyeceksin.’’
Zeynep’in gözlerinden akan iki damla yaş toprağı selamladı. Üzüntüsünü daha fazla yansıtmak istemiyor, ağlamamak için dişlerini sıkıyordu. Başını erinin göğsüne yatırıp ellerini tuttu. Mehmet ağlamaklı bir sesle yarım bir askerle yaşamak zorunda değilsin. Bana acıdığın için benimle birlikte olmanı istemiyorum. Topallığa alışır alışırım ama buna asla alışamam. Zeynep’in konuşmasına fırsat vermeden güçlükle yerinden kalktı. Elindeki tahta parçasına tutunarak baba ocağına doğru ilerledi.
Mehmet’i gören köylü, köy meydanında toplanıp onu karşıladılar. Köyün delikanlıları Mehmet’i omuzlarda taşıyıp gazisine olan hürmetlerini gösteriyorlardı. Yaşı biraz ilerlemiş olanlarsa ona yardım etmek için kolları sıvamaya karar verdiler. Önce eski köy okulunun hemen yanındaki boş binayı elden geçirip tamir ettiler. Yeni gelin gibi olan evin içine hanım hanımcık bir kız yakışırdı. Köylü daha çocukluktan başlayan bu beraberliği bilirdi bilmesine ama gençlerin utanmasını istemediklerinden onlara belli etmezlerdi. Haftalar birbirini kovaladı. Yağmurlu bir akşamüstünde köy kıraathanesinde Mehmet’in yanına Zeynep’in ağabeyi oturdu. Mehmet Fuat’tan oldum olası çekinir saygıda kusur etmezdi. Yaşları arasında birkaç rakam oynuyor olsa da Mehmet için Fuat hep ağabeydi. Sözü hiç beklenmedik yerden açan Fuat:
-Senin başını bağlayalım artık. Yok mu bir istediğin?
Mehmet’in yüzü öne eğildi. Dudakları kilitlenmiş, konuşamaz olmuştu. Köylü gibi Fuat da sorunun cevabını biliyor ama Mehmet’ten duymak istiyordu. Mehmet’in içi haykırmak istiyor ama dudakları ona itaat etmiyordu. Fuat yarın akşam buyurun gelin, demesiyle Mehmet’in yüzünü bir gülümsemedir aldı. Evdekileri durumu anlattıktan sonra başını yastığa koydu. Bir yandan yarını düşünüyor bir yandan da silah arkadaşlarının durumunu merak ediyordu.
Yarın oldu, hediyeler hazırlandı, kız evine gidildi. Gelenek görenek neyi emrediyorsa yerine getirildi. Tuzlu kahvenin tadı hiç bu kadar güzel olmamıştı Mehmet için. Günler hızla gelip geçiyor, düğün dernek hazırlıklarında sona geliniyordu.
Köyün delikanlıları halay başı olmak için birbiriyle yarışırken onları izleyen kızlarsa birkaç utangaç bakışı eksik etmiyorlardı. Halay başını Ömer almıştı ki kalabalığın ortasında gelin ve damadın yürüyüşünü gören davulcu tokmağı elinden bırakmıştı. Bir alkış tufanıdır koptu. Zeynep’in yüzünde çiçekler açarken Mehmet’in yüzünü buz kesmiş gibi durması köylünün dikkatinden kaçmamıştı. Mehmet belli etmemeye çalışsa da aklı arkadaşlarında yüreği ise düğün meydanındaydı. Davul zurna tekrar esip gürlemeye başladığında herkes bu iki gencin mutluluğuna ortak olmak için oyun havasına katıldılar. Şen şakrak bir gece geçiriyorlardı. Karanlığın içinden bir naradır koptu, geldi.
Yıllar önce Mehmet’le askere giden Yavuz’du gelen. Yavuz’un ailesi düğün meydanını bırakıp koşmaya başladı. Mehmet de peşlerinden gidip arkadaşını kucakladı. Nasılsın iyi misin demeden vazifenin neticesini sordu. Mehmet’in hüzün dolu yüzü bir anda yerini tebessümlere bıraktı. Yorgi’nin başı gövdesinden ayrılmış, akan kanların bedeli ödetilmişti. Çok şükür ki şehit haberi de yoktu. Mehmet, Yavuz’u kolundan tuttuğu gibi halayın başına geçti. O gece sanki ayağının aksadığını hiç hissetmemişti. Mehmet şanslıydı ‘‘bedeli’’ni ödemiş ve hayatta kalmıştı, hayatta olup ‘‘bedel’’ ödemeyenlerden değildi. Toyu toy düğünü düğün olsun, yavrusunun adını Dedem Korkut söylesin…