İnsanlar, bitkisel hayata girince beyin fonksiyonları tamamen kaybolmuyor. Solunumları gerçekleşiyor fakat bilinçleri kapalı oluyor. Yaşıyor ama artık bakıma muhtaç halde bulunuyor. Yani, o insan artık hayatta ne var ne de yok denebilir. Sanırım bizlerde bitkisel hayattayız, hem de azımsanamayacak kadarımız… Her gün sosyal medya bataklığında, adeta “bu mecradan çıkmamak ve daha derine saplanmak” için debelenip duruyoruz, “kullanmayı bilmediğinde insanı yakıp kavuran bu cehennem” bizi biz olmaktan çıkarıyor, azalıyoruz, en nihayetinde eksiliyoruz bu mengenede… Ne acı!

Ney bu sosyal medya? Bilinçli kullanılmadığında insanlarımızı kendi maşey ne birbiriyle iletişim kurduğu, düşüncelerini veya fotoğraflarını paylaştığı, haberlere ulaştığı, tartıştığı, izlenceler dünyasında gezindiği, oyun oynadığı, alışveriş yaptığı, bazen evliliğe bazen de yıllarca sürecek arkadaşlıklara adım attığı; zaman geçtikçe gerçek dünya ile sınırlarının belirsizleştiği sanal bir ortam. Bilinçli kullanıldığında insanoğluna harikalar yaratabilen, vakitlerini verimli bir şekilde doldurmasına yardımcı olan, bilgisine bilgi katabildiği bu mecra bilinçsiz kullanıldığında ise zamanımızı sömüren acımasız bir canavara dönüşüyor. Bizler, bilinçsiz kullananlar sınıfındayız…

Durmaksızın fotoğraf paylaşıyoruz, sürekli; ben de bunu yaptım/yapıyorum demek istiyoruz, “daha güzel ve daha iyi” görülmek için şekilden şekile giriyoruz, riyâkarlığımızı gölgelemek için belirli bahaneler türeterek paylaş butonuna tıklıyoruz, birilerinin bizi beğenmesini istiyoruz, birilerinin hayatını merak ediyoruz, fotoğraflarımızın veya paylaşımlarımızın altındaki kalp işareti kadar mutlu olabileceğimizi düşünüyoruz ya da hissediyoruz, kendimizi kandırıyoruz, kendimizi pazarlıyoruz, programların sahte labirentlerinde dönüp duruyoruz… Hele bir de şu fütursuzca paylaşılan anlık fotoğraflar yok mu, 24 saat sonra giden! Anı olsun diye paylaşıyorum diyoruz bir de, bak bak… 24 saat sonra görüntüsü kaybolan bir fotoğrafa anı denir mi? İnsanın hangi güzel anısı bu kadar anlamsız bu kadar değersiz ve bu kadar manasız olabilir ki 24 saat sonra yok olması istenebilsin? Biz, anı kavramımızın içini ne vakit bu kadar boşalttık, bu kadar basitleştirdik? Anlaşılan, maddeye verdiğimiz değer kapladı her yanımızı, manaya verecek bir şeyimiz kalmadı…

Kimse kusura bakmasın; aramak, konuşmak, ziyaret etmek, sohbet etmek, olmadı mı mesaj atmak varken sosyal medya üzerinden “bilerek ve isteyerek herkesin görebileceği bir şekilde” karşı tarafa yorum atmalar ve kutlamalar bana sadece “bende yaptım gösterimi” gibi geliyor, “birileri bunu görsün” isteniyor, yani şov dışında bir anlam ifade etmiyor. Babasının doğum gününü sosyal medya üzerinden kutlayanlar, evlilik yıldönümünü fotoğraf ile eşini etiketleyerek paylaşım yapanlar, arkadaşının hastalığını öğrenip profil sayfasına geçmiş olsun yazanlar, başsağlığı dileklerini yorum kısmına yazanlar, nereye gittiğini veya nerede olduğunu etiketleyenler, her anını hunharca paylaşanlar… Çağımızın veremi bu olsa gerek.

Fotoğrafların değerini anlamamız gerek, her anımızın veya her fikrimizin “başkalarına görünür olmasının şart olmadığını” idrak etmemiz gerek; anılarımızı ve anlarımızı ne derece darmadağın ederek önemsizleştirdiğimizi, riyakârlığın dibine vurduğumuzu, bazı kavramlarımızın değerlerini yok ettiğimizi, varlığımızın anlamını hiç ettiğimizi fark etmemiz gerek artık… Sosyal medya kullanımını hayatımızın göbeğinden çıkartmamız, azaltmamız, onu verimli kullanabilmenin yollarını bulmamız gerek.

“Herkesin kendi tezgâhını kurduğu bir semt pazarı gibi sosyal hayatımız. Herkesin kendi harikuladeliğini satmaya çalıştığı tıkış tıkış bir vitrin.” diyor Gökhan Özcan, ne de güzel söylemiş… Günümüzde sosyal hayatımızın büyük çoğunluğunu “sosyal medya” kaplıyor maalesef, her gün ortalama 7 saat internete giriyoruz ve bu zamanın neredeyse tamamı sosyal medyada harcanıyor. Elimizde telefon, dilimizde telefon, yatarken telefon, kalkarken telefon, gezerken telefon hatta uyurken bile telefon telefon telefon… Sosyal medya vazgeçilmezimiz olmuş, onun bize sunduğu programlar su olmuş, hava olmuş… Birbirimizi çekip çıkarmamız gerek bu hastalıktan, kurtulmamız gerek.

Ve yine Gökhan Özcan’ın bir sorusuyla bitireyim yazımı, bu fevkalâde mühim soruyu soralım kendimize, düşünelim, tefekkür edelim ve dostlarımız ile istişare edelim:
“Her yeni günde, bıkmadan, usanmadan kendi içinde çörekleneduran bir yılan olmaktan alıkoyabilir miyiz kendimizi?”

Bir yanıt yazın