Lügâtta dayanılacak yer anlamına gelen ‘tekke’, Farsça bir kelime olan ‘tekye’den dilimize geçmiştir. İslâmın mantık süzgecinden geçirilerek ilmek ilmek Türk’ün gönlüne işlenmesinde büyük payı olan bu kurumların tarihteki etkinliğini günümüzde sürdürememesine rağmen Devlet- i Aliyye-i Osmaniye’nin o büyük toprak parçası üzerindeki birliği sağlamasındaki rolü yadsınamaz bir gerçektir. Koskoca bir imparatorluğun bekâsını âdeta garanti altına alan tekkeler mühim bir teşkilâtçılık örneğidir. Tekkeler hem kendi yapısı içinde hem de diğer kurumlarla olan irtibatında mükemmel bir uyum yakalamıştır. Üstelik genel tabloya bakıldığında imparatorluk bünyesinde; dünya gücü olmaya can atan öteki devletlerin mumla aradığı, halkla devlet arasında bulunması elzem olan bir ahenk söz konusudur. Bu ahengin yakalanmasında tekkelerle beraber medreseler de oldukça büyük öneme sahiptir. Tekke ve medreseler halkı iki koldan muhabbetle sarmışlardır. Sistemli bir öğretim programıyla kapısından giren her genci kalifiye Türk ve Müslüman olarak çıkaran tekke-medrese ikilisi, okumuş- okumamış tüm kitleleri aşk ile harmanlayarak bir gönül ordusu şeklinde topluma kazandırmıştır. Bu programın üzerine oturtulduğu sacayağı dinî ilimler, fennî ilimler ve ahlâkî bilgiler iken temel hareket noktası ise tevhid inancıdır. Medreseler dinin ilim boyutunu temsil ederken tekkeler duygu yönünü güçlendirmiş, şiir ve mûsikinin yardımıyla ruha coşku veren zikir meclisleri tekkelere farklı bir atmosfer kazandırmıştır. Bu hâl de ilâhî aşk ve muhabbeti doğurmuştur. Tekkeler, şiir ve mûsiki başta olmak üzere güzel sanatlar alanında da önde gelen kurumlardır. Şiir ve mûsikinin büyük ustalarının tekkelerde yetişmesinin sebeplerinden biri zikir meclisleri, âyin merasimleri, bu merasimlerde okunan ilâhilerdir. Toplumun sosyal yapısının şekillenmesinde harç görevi gören böyle bir teşkilâtın başarısız olması ise imkânsızdır.
Tekkelerin tarihsel sürecine göz attığımızda fonksiyonel açıdan iki temel grupta toplamak mümkündür. Bunlardan ilki ıssız yollarda ve hudut boylarında kurulan tekkelerdir ki büyük önem arz ederler. Kuş uçmaz kervan geçmez (ya da sadece kervan geçer) beldelerde hem oraya yolu düşenlerin mânevî ihtiyaçlarını temin ederek insanları hâkikate davet ediyorlar hem de yemek, sığınak ve güvenlik konularında insanlara kol kanat geriyorlardı. Ayrıca dar geçitler ve korkunç uçurumlara sahip dağlarda kurulan tekkeler âdeta bir jandarma karakolu vazifesi görerek eşkıyalığın önüne taş koyuyor ve gerektiğinde askerin sevk ve idaresini de kolaylaştırıyorlardı. İşin ilginç yanı ise kurulacak tekkenin konumu konusunda devlet söz sahibiyken bu yerler genellikle şeyhler tarafından tespit ediliyordu. Nitekim şeyhlerin seçmiş olduğu tekke yerleri devlet yetkilileri tarafından da isabetli bulunuyor böylelikle şeyhin inisiyatifi ile devletin tasarrufu arasında hiçbir uyuşmazlık yaşanmıyordu. Demek ki şeyhler hem fizikî coğrafyaya hem de gönül coğrafyasına hâkim kimselerdi. Üstelik devletin ve şeyhlerin bu hususta belli bir disiplin doğrultusunda paralel olarak çalışmaları eşsiz bir işbirliği örneği teşkil eder.
Hizmet sahası oldukça geniş olan tekkelerin fonksiyonel mânâda bir diğer kuruluş amacı ise meskûn mahalde halkın ihtiyaç ve sıkıntılarını teşhis ve tedâvidir. Bu süreç yalnızca maddi gereksinimlerle sınırlı kalmayıp halkın arasındaki birliğin sağlamlaştırılması ve gerektiğinde onarılmasını da kapsar. Sözün kısası Türk devleti ve Türk dervişleri hem beldeleri hem de gönülleri imar etmeyi kendilerine şîar edinmişlerdir. Yunus’un;
Ben gelmedim da’vi için
Benim işim sevi için
Dost’un evi gönüllerdir
Gönüller yapmağa geldim
dizeleri işte tam da bu mefkûrenin gönülden kâğıda dökülmüş hâlidir. Gönüller yapmağa ‘Bismillâh!’ demiş bu erenlerin tekkeleri bîmarhâne olarak kullanmaları da göz önüne alındığında bu kurumların esas görevinin toplumun ruhuna ve göyñüne dokunmak olduğu fark ediliveriyor. Velhâsıl-ı kelâm Devlet-i Muazzama insanın ne denli kıymetli olduğunu her dâim şuurunda barındırıp pergelin iğneli ayağını bu güzîde varlığa sabitleyerek cihâna adalet dağıtma şerefine nâil olmuştur.
Bu büyük gönül ağının neredeyse bütün bir Türk coğrafyasında kökleşmesinin esas sebebi olarak muhakkak ki Hazret Sultan Yesevî’yi gösterebiliriz. Hayatında ışık tutulmamış mecralar olmasına rağmen Yesevîlik güneşinin yüzyıllar sonra bugünü dahi aydınlatması Pir-i Türkistan’ın Türk Müslümanlığını sağlam hamurla mayaladığının en açık göstergesidir. O kutlu hamur ki yüzyıllar boyunca Horasan’dan İran’a, Anadolu’dan Balkanlar’a muhtevasında bir eksikliğe uğramadan manevî fetihlerine devam etmiştir. Osmanlı coğrafyasındaki Yesevî izleri net ve somut olarak ünlü Osmanlı gezgini Evliya Çelebi’nin seyahatnâmesinden izlenebilir. Ahmed Yesevî’nin soyundan geldiğini seyahatnâmesinin birçok yerinde iftiharla belirten Evliya Çelebi, Osmanlı’nın Anadolu ve Rumeli topraklarını gezerken rastladığı Yesevî dervişlerine ait makâmları ve onlarla ilgili olarak anlatılan menkıbeleri de eserine kaydetmiştir.
Evliya Çelebi’nin Osmanlı coğrafyasında tespit edebildiği Yesevî derviş-gazileri arasında Anadolu’da irşad postuna oturan Hacı Bektaş Velî; Merzifon’daki Pir Dede, Bursa’daki Geyikli Baba, Abdal Musa, İstanbul Unkapanı’nda medfûn Horoz Dede, Yozgat’taki Emir-i Çin Osman, Tokat merkezindeki Gaj-Gaj Dede ve Tokat’ın Zile ilçesindeki Şeyh Nusret isimleri yer almaktadır.
Rumeli’nin fethinin manevi öncüsü olan Sarı Saltık da asıl adı Muhammed Buharî olan bir Yesevî dervişidir. Balkanlar’daki Yesevî alp-erenlerinden Deliorman’daki Demirci Baba, Karadeniz kenarında Batova’daki Akyazılı Sultan, Azerbaycan’ın Niyazâbâd kentindeki Avşar Baba da Evliya Çelebi’ye göre Yesevî dervişânındandır.
Kuruluşunda ve gelişiminde önemli bir rol oynayan tekkeler yüzyıllar boyunca Osmanlı Devleti’nin önemli bir parçası olmuştur. Anadolu topraklarının tertemiz evlâtları bu teşkilâtlarda yoğrularak Türk-İslâm tarihinin şeref levhaları olmuşlardır. Has demirden bol su verilerek dövülmüş gönül zincirinin zamanla usta ellere uğramaması ve en nihayetinde de şuursuzca pamuk ipliğinden yapılması zamanla tekkelerin Türk milletine olan faydalarında azalmaya yol açmıştır. Türk’ün İslâmiyet’i net bir şekilde görmesine vasıta olan tekkelerdeki kusursuz sistemin bozulmasının temel sebebi ise bu teşkilâtlarla devleti bağlayan halkanın kopmasıdır. Kopmanın ilk evresinde Türk devleti, devletin kurucu unsurunun mensup olduğu îtikâdî mezhep olan Matûridiliğe sırtını dönmek gibi bir gaflete kapılıp Türk’ün bakış açısına taban tabana zıt olan Eşarî zihniyetini topraklarına taşımıştır. Türk milletinin Müslümanlığı bu kadar çok benimsemesinin temel sebebi olan Matûridilik daima akıl yolunu tercih ederken, Eşarî çizgiyse asla nakil yolundan sapmamıştır. Medreselerde fennin terki ve İslâmî ilimlerin yoğunlaştırılması gibi âni bir müfredat değişimiyle bu mezhebin yan etkilerinin sosyal alanda zuhur etmesi de çok geç olmamıştır. Bu değişimin tekkelere sıçraması medreselerden daha sonra olsa da o mübarek teşkilâtlarımız da Eşarîlikten nasiplerini almışlardır. İlimle meşgul olunan her yere Eşarîliğin kolu yetişmiş ancak bu zihniyet planlandığı hâlis gayeye erişememiştir. Daha da kötüsü bu yeni düşünüş biçimi milletin bünyesinde hazımsızlık yaratarak tüm bedeni âdi bir ur gibi sarmıştır.
Hâlihazırda dünyanın sayılı ilim merkezlerinden biri olan İstanbul’u mezhep ıslahıyla (!) daha çok ilim merkezi yapmak adına Yavuz Sultan Selim’in Kahire’den toplayıp getirdiği Eşarî âlimleri, Duraklama Dönemi’nin çığır açan fikri olan ‘beşik ulemalığı’nın icraate dökülmesi, aklî bilimlerin göz ardı edilerek naklî bilimlerin akıl süzgecinden geçirilmeden devlet politikalarına yansıması, rahmetli Takiyüddin’in gökbilimi alanındaki girişimlerini bomba ile mükâfatlandırma gibi havsalayı zorlayan olaylar esasen milletin zihnî bulanıklığının kaçınılmaz bir sonucudur. Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’nin bir özdeyişi bu konuya yeterince açıklık getirecektir:
“İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.”
KAYNAKÇA
- “Türk Dünyasında Yesevî Etkisi ve Murat Bardakçı”, Hayati Bice, Türk Yurtları Üzerine Notlar, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul, 2010, s.271-277
- Bice, Hayati; İşaret Taşları, İnsan Yayınları, İstanbul, 2006, s.92-101
- “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kolonizatör Türk Dervişleri”, Ömer Lütfi Barkan, Türkler, C.9, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara
- İslâm Ansiklopedisi, “Tekke”, Mustafa Kara, c. 40, s.369