Hayatı anlamlandırmak ve insanı tanımaya çalışmak tecrübe ister, zaman ister. Bunalınca kendimi evden dışarı atar bazen bir parkta bir ağacın gölgesine ilişir yanımda sürüklediğim kitabımı okurken yakın kıraathaneden aldığım çaya eşlik ederim. Ardından başımı kaldırıp gelen geçen insanları süzmeye başlarım. Her hareketinden bir mana çıkarmak için çabalar dururum. Kimi zaman isabetsiz olsa da attığım okların bir iki tanesinin hedefi vurması büyük bir başarıdır. Neden derseniz, insanı anlamaktan bahsediyoruz. İnsanı anlamak ve hayatı anlamlandırmak kolay iş değil. Alıcısının fazla olduğu bir uğraş olduğu da söylenemez. Baksanıza herkes anlaşılmamaktan, farkına varılmamaktan şikâyetçi değil mi? Öyleyse anlayalım bakalım insanlar nasıl hareket ediyorlar ve neden böyle davranıyorlar?

Sizi Erich Fromm’la tanıştırayım. Toprağı bol olsun, kendisi antropolog, sosyal felsefeci ve psikanalisttir. Görüşlerinin şekillenmesinde Freud’un etkisi var. Bize modern endüstri toplumunda değişen insan profilinden bahsedecek. O söyleyecek biz de hep beraber yorumlayacağız. Öyleyse başlayalım.

Geçen gün caminin avlusunda kredi taksitlerini ve faiz oranlarını konuşan iki emekliye denk geldim. Biri çocuğunu evlendirmiş öteki de yurt dışına eğitime göndermiş, yüklü bir miktar kredi çekmişler.  Hayatın olağan akışı içinde hep sahip olma arzusunu görüyoruz. Üniversiteyi bitireyim, bir işim olsun, ev alayım, evleneyim ve araba alayım. Sonrası kısıtlı bir zaman için yapılan telaşlı tatil planları. Evet, insanın içinde karşı konulmaz bir sahip olma isteği yatar. Sadece eve, arabaya değil aynı zamanda insana da sahip olmak ister. Bir düşünelim, evlisiniz ve eşinizin beğenmediğiniz yönlerini değiştirmeye çalışıyorsunuz. Belki farkında değilsiniz ama onu beyninizdeki şablona dönüştürme derdindesiniz. Olduğu gibi değil olmasını istediğiniz gibi dönüştürmek istiyorsunuz. Belki baskıyla belki naza çekerek… Çünkü ‘‘İstediklerimiz yerine geldiğinde mutlu oluruz ya da başka bir ifadeyle, istediğimiz şeye sahip olduğumuzda mutlu oluruz.’’ ama ne kadar özgür olduğumuz tartışmaya açıktır.

Özgürlüğün iki boyutu içsel ve dışsal özgürlüktür. Sanayi toplumlarında özgürlük kavramı bilinçli olarak çarpıtılmaktadır. Önemli olan insan olmaktan çıkmış, insan madde halini almıştır. O yüzdendir ki özgürlüğün düşünce kısmı hapsedilmeye çalışılır, farklı düşünenlere iftira atılır. Çemberin dışına atılan insanlar kimi zaman hain kimi zaman şöyle böyle denerek ötekileştirilir. Düşünceye verilmeyen özgürlük savunma konusunda bir adım öne çekilir ve alışılmış olan özgürlük kavramı ortaya konur. Dışsal özgürlük demişler buna da. Siyasi partilerin özgürlük anlayışı da burada yatar. Dış güçlere saldırmalar, komplo teorileri dışarıdan bir müdahaleye karşı sizin özgürlüğünüzü koruduğunu söyleyen siyasetçilerin savunma mekanizmasıdır. Savunma mekanizması hem siyasetçiyi hem de toplumu bir süreliğine rahatlatır, sorunları halı altına süpürülür ta ki bahar temizliğine kadar… Oysa uyarılara kulak verilse fikir özgürlüğünün ötekileştirilmediği bir ortam yaratılsa evimiz hep pırıl pırıl kalırdı. Ancak insanın sahip olma arzusu burada da kendini gösterir.  Burada uzun bir soluk alıp verelim. Siyasi parti liderlerine bakalım. Lider parti içinde başka bir liderin doğmasına izin vermez çünkü sahip olduğu kitlenin, oturduğu makamın, saygınlığının devrilmesinden korkar. Allah korusun belki devrik lider derler kim bilir kuruntusuna kapılır. Bırakmak istemez. Onun için söylediği her cümlede çoğul kullanır. Biz Türk milliyetçileri der, Atatürk’ün ve cumhuriyetin yılmaz koruyucuları der, der Allah der… Bu söylemlerin hiçbirine eleştiri getirilemez. Neden çünkü toplumun uzlaştığı konular üzerinden yürür. Tökezleme ihtimalini en aza indirir. Ardından yaptıkları hamleleri bu süslü sözlerin arasına serpiştirir. Düşünce özgürlüğüne ulaşamamış insanlar da ben bilmem beyim bilir deyiverir. Çünkü o şatafatlı sözlerin büyülü dünyasında at koşturmaya başlamıştır. Ya yanlış bir şey söylerse… Attan düşme tehlikesini göze alabilir mi, hayır. Çünkü iyi ve kötüyü süslü cümleler arasından çekip çıkartamaz böylece kitleleri istediği yöne yönlendirebilen siyasetçiler özgürlük tanımını kendi isteklerine göre şekillendirmeye başlar. Sadece siyasetçiler değil anne babalar, bakkaldaki Mehmet amca da böyledir. Küçükken başınıza gelmiştir. İstediğiniz bir şey için küçüksünüzdür ama onların yapmanızı istediği şey de birden büyüyüverirsiniz. (Buraya göz kırpma emojisi gelecek.) Sözün kısası özgürlük anlayışı iki dudağının arasında yürütülebilecek kitleler olarak görülür. İnsanlar madde olarak görülür. Vur derse vurur öl derse ölür.

Madde demişken twitter çılgınlığında ara sıra gündeme gelen Darwin saldırılarına şahit oluyorum. Hanım ablamızın biri insanları hayvanlaştırmaktır Darwincilik yazmıştı. Hayır, ablacığım olur mu insan ne insandır ne de hayvandır. İnsan başlı başına bir robottur bu çağda. Neyi neden yaptığını bilmeyen, bilinçli yaptığını düşündüğü şeylerin aslında birer yönlendirmeye boyun eğme olduğunun farkına varamayan bir robot. İnsanın ruhi yönü atlanmıştır ve insan ekonomik hedeflerin bir aracı olarak indirgenmiştir. Kardeşim bu böyle olmadı bir örnek ver dersen vereyim. Seri köz getirmeyi unutma çünkü ben bunu yazarken efkârlanacağımı biliyorum. Klavyeni al önüne çok satan kitapların kimin kitapları olduğuna bir bak. Edebi yönü ‘‘ kut, us, entır entır entır’’dan ileriye gitmeyenleri göreceksin. Ya da afili bir kapağın içine doldurulmuş ergen aşk manifestolarını göreceksin. Hayatta hiçbir işi başaramamış girişimci müsveddelerinden kişisel gelişim kitapları bulacaksın. Neden biliyor musun? Çünkü başarı da insan gibi ekonomileşti. Ne kadar iyi yazdığının ne derin bozkırlarda dörtnala at koşturduğunun, dibi görünmez kıyılarda derinlere daldığının bir önemi yok. Önemli olan baskı sayısı ve reklam. Reklam ve pazarlama olduktan sonra görmeyen gözler badem olur. Gerçek değerler piyasanın büyüklüğünde reklamın albeniliğiyle örtbas edilir. Acı ama gerçek bu. İnsan duymak istediği şeylerin söylenmesini sever aksini söylersen dokuz köyden kovulursun. Sanat içsel özgürlüğün dışa vuru mu değil midir?  O zaman sanatta ekonomik öğretilerin egemenliğinde bir o yana bir bu yana savruluyor demektir. Ne de olsa başarı eşittir liste başına kurulmak, çok satmak… Başarı eşittir getirilen sermaye. Sermaye getiren eşittir önde gelen sanatçı ve yazar. Denklem basit değil mi?

Bir diğer mesele yakındaki yerel seçimlerde saklı. İyi gözlemleyin siz de göreceksiniz. Ekonomik krizin biteceğini, bunun basit bir şişkinlik olduğunu söyleyen siyasetçiler alkış tutulacak. Zira insanlar sıkıntılı zamanlarda onları kurtaracak birer Mesih ararlar. Kurtuluş tacirleri de bunu bilir ve ona göre siperde bekler. Neden biliyor musun? İnsanları şaşkın ve kararsız bulduğunuzda yapacağınız en iyi şey hoşuna giden sözleri söylemek. Mesela kilolarından dolayı üzülen bir kıza, ‘’Sen kilo mu verdin?’’ demek basit ama etkili bir yoldur. Böylece onun dikkatini çekersiniz, gerisini biliyorsunuz zaten bu işler belli olmaz. İnsanlar da böyledir kolay yoldan sevinmek ister o yüzden yalanlara açıktır. Sadece ona yalanlarınızla üzüntü vermeyeceksiniz.  Türk milletinin seçimlere bakışı da böyledir. Hemen hepsi ilgili gibi görünür ama ilgilenmez. Kurtuluşun kestirme bir yolunu arar. Erich Fromm ne diyor bir bakalım: ‘’Birisi putperest bir tarikatı destekliyor ve kendi özgürlüğünü yok ediyor; bir başkası kültürümüzün, insanı insanlıktan çıkaran yanlarını; bütün değerlerin ticarileşmesini; reklam tanıtım çalışmalarının yalanlarını; çaba getirmeyen doktrinleri; öz-farkındalık, neşe, esenlik diye güzelce paketlenen geleneksel değerlerin sapkınlığını benimsiyor. ‘’ Çünkü kolay olan bu ve insan kolay olana yönelir. Yalan söylemekte kolaydır ve geçici mutluluk verir. İnsan mutlu olmak için yaşamıyor mu zaten? Madem meydanlara çıkanların çoğu yalan söylüyor o zaman bizim ne işimiz var orda diyebiliriz bu gayet normal bir düşüncedir. Ters açıdan bakarsak biz orda olmadığımız için onlar yalan söylemeye devam ediyor. Bize düşün nedir? Her ayrıntıyı dikkate alarak acı da olsa gerçekleri ve doğruları konuşmak. Bir Yahudi hikâyesi hatırlıyorum. Hikâyeden çıkardığım kıssadan hisse on kişiden 9’u en yüksek ihtimali düşünüyorsa 1’i en düşük ihtimali düşünür. Her halükârda kazanan Yahudiler olur.

Son zamanlarda modern toplumda gördüğüm bir başka değişmeden daha bahsedeyim. Ekonomik kriz dönemlerini bir kenara bırakırsak dayanışma ve fedakârlık seviyesinde gözle görülür bir düşüş vardır. Çünkü para başlı başına bir güçtür. Tek başına ayakta durmayı sağlar. İnsanlar bu dayanağa sarılınca başka kimseye ihtiyaç duymaz o yüzden bu dönemde imece usulü bir icraata girişilmez. Az insan az beladır. Çünkü senden bir şey isteye bilir, senin vaktini çalar. Bir hafta boyunca çalışmış hafta sonu yapacağın keyfi düşünüp durmuşsundur. Cumartesi pazar gelir. Tak kapının eşiğinde bir davetiye, akrabanızın düğünü var. Hâlbuki metropolde yaşıyorsunuz ve bayramdan bayrama memlekete gidip gördüğünüz bir akrabanız için o çok sevdiğiniz hafta sonu tatilini feda etmek zorunda kalıyorsunuz. Tanrım ne büyük acı… Düğün mevzuunun bir başka boyutu da takı merasimidir. Ahmet emminin oğlu bize 5 lira taktı unutma on sene sonra sen de ona beş lira takacaksın. Hâlbuki takılan hediyelerin gayesi yeni evlenen çiftlere sadaka yoluyla yardım etmektir. Bankaya faizsiz para yatırmak gibi bir şeye dönüştü. Biz onların her düğününe gittik benim bir oğlum var ona da gelmediler der büyüklerimiz. Şimdi düşünelim. Düğün salonuna bir kucak dolusu para vermek yerine o parayı bir Avrupa seyahatinde harcamak mı daha iyidir senede bir kere gördüğün kişilerin hafta sonu tatilini gasp edip 4 saat halay çekmek mi? Bunu kafamdan uydurmadım çevremde sadece nikâh töreniyle evlenen o kadar çok insan var ki. Peki, neden böyle yapıyorlar? Çünkü ekonomik özgürlüğünü kazanmış, başka kimseye bağlı kalmamış insanlar arasında dayanışma ve fedakârlık hisleri köreliyor. Eskiden böyle değildi. Çünkü akrabalar birbirine yakın oturur, köy meydanında düğün dernek kurulur. Kimin ne verdiği sorulmazdı. Hasat zamanı imece vardı, sen gittiklerinin geleceğini bilirdin. Şimdi öyle mi?

Daha fazla örnek vermek mümkün ama hepsini söylersem kitabı alıp okumazsınız. Hem bunlar benim düşünceleri, sizin özgürlüğünüzü kısıtlamak istemem. Belki siz okuduğunuzda benden çok farklı yorumlar getirebilirsiniz. İki kitabın ismini vereyim. Biri ‘’Olma Sanatı’’ diğeri “Psikanaliz ve Din’’ ha bir de ‘’Sevme Sanatı’’ var ama o beni aşar. (Buraya yine göz kırpma emojisi gelecek.)

Esen kalın…

Bir yanıt yazın