”Bir Leyle-i Kadirde düşen din için yere
Şu matemli kalbimden o Ülkücü şehide”
48 Yıl…
Koca bir 48 yıl geçti ardından. Kimileri gazetelerin ”İşkence edilip pencereden atılan bir genç öldü” [1] manşetleriyle tanıyacaktır onu. Kimileri ise vakti zamanında Türk İslâm davasına ter dökmüş dava adamlarının dillerinden ”Büyük Ülkü Devi” nitelendirmesi ile duymuştur. Bu yazımızda şehadetinden tam 48 yıl sonra o satılmış zihniyetlerin gazete manşetlerinde sanki sıradan bir gençmiş gibi gösterilmeye çalışılan; inandığı gibi yaşayan inandığının bedelini en ağır şekilde ödeyen o Ülkü devinin mücadelesini aktarmaya çalışacağız.
Sanıyorum ki baştan beri sarf ettiğim cümleler gözünüzün önünde Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun suretinin belirmesine vesile olmuştur. Çocukluk yıllarından başlamak istiyorum. 1948 yılında Tokat’ın Zile kazasında dünyaya gelmişti. Annesi adını Dursun koymuştu. Çünkü Dursun’dan önceki kardeşleri çok fazla yaşamamışlardı. Annesi de son umudu olan evladının hayata tutunarak bu âlemde durmasını istiyordu. Bu nedenle ezan kulağına Dursun ismi ile okunmuştu. Ama Dursun hiç durur mu? Ondan öncekiler gibi o da durmayacaktı. Zaten yetişme çağlarında Erenlere has bir olgunluk ile çevresindekilerin dikkatini çekiyordu. Hatta annesi ile bir sohbetinde belki de yaşamının çizgisini belirginleştiren o sözü söylemişti; ”Erenler ölmez sadece suret değiştirir.” [2]
Ailesi tarafından kendisine mili ve manevi değerlerin yoğun bir şekilde aktarılması sayesinde Milliyetçi bir ruha sahipti. Zorluklarla kazandığı Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okuluna adım attığı andan itibaren Ülkücü Hareket’in saflarında yerini alması, sahip olduğu ruhun tezahürüydü. Bu nedenle de üniversiteye adım atarla atmaz artık onun için başka bir hayat başlayacaktı. Şimdi ki nesillerin aklına Üniversite hayatı denildiği zaman çok farklı şeyler gelir. Çünkü tipik zevk ve keyif adamı sıfatı üzerlerine kalıplaşmıştır. Atsız hocanın da dediği gibi:
”Er kişiysen görevin neyse, başar.
Zevke, eğlenceye hayvan da koşar.” [3]
İşte Önkuzu onlardan değildi. Üniversite hayatı O’nun, ailesinden aldığı şuuru gelecek nesillere aktarmak için bir araç, diğer yandan ise, öğrenci hareketleriyle oluşmuş büyük kavganın doğru kanadında yer alarak milletine siper olma mücadelesiydi. Üniversite hayatı demişken birazda o dönemlerdeki üniversite ortamından bahsedeceğim.
Dünya genelinde 1968 yılında öğrenci olayları adı altında başlayan karışıklıklar meydana gelmişti. Ülkemizde de bu karışıklıklar sağ-sol çatışması adı altında başlamıştı. Tabi ki de biz bu sağ-sol çatışması ifadesini kabul etmiyoruz. Evet, onlar solcu olduklarını kabul edebilirler ve ipsiz sapsız kişiliklerin peşinden koşabilirler ama biz sağcı falan değiliz. Bizim tek sıfatımız var o da Türk Milliyetçiliği, Ülkücülüktür. Nasıl ki günümüzde Fırat Çakıroğlu ağabeyimizi şehit eden PKK’lı itler satılmış medyalar tarafından karşıt görüşlü öğrenciler olarak adlandırılıp masum hale getirildiyse yine satılmış medyalar tarafından o dönemde başlayan öğrenci olaylarında Türk Milliyetçilerine sağcı yakıştırması yapılmıştır. Buda bize dönemin zihniyetinin hap ile hastalığı birbirine karıştırdığını göstermektedir. Konunun özüne dönmek gerekirse öğrenci olaylarının başlamasıyla üniversitelerdeki karışıklıklar üniversiteleri eğitim bölgesi olmaktan çıkarıp ideolojik savaşta bir arena haline getiriyordu. Ee tabi ki de bu arenada çatışacak olan cemiyetlerin bir de silaha ihtiyaçları vardı. O döneme baktığımızda soğuk savaşın estirdiği yeller neticesinde en büyük silahın propaganda olması gerekiyordu. Ama komünist örgütler medya yahut kişiler üzerinde yapılacak olan propaganda yerine Ülkücüleri sindirebilmek için kanlı eylemlere başvuruyorlardı. Netice itibari ile çatışmalar çıkıyor ve çok sayıda öğrenci öldürülüyordu. İşte üniversitelerde hal böyleyken Önkuzu böyle bir hal neticesinde üniversite hayatı yaşayacaktı. Aslında lise hayatı da çok farklı geçti sayılamazdı. Daha o yaşlarda iken Ülkücü kurum ve kuruluşlarda seminer veriyor seminerlerle birlikte kendisinden küçüklere ücretsiz ders veriyordu. Daha lise öğrencisiyken dahi bütün parasıyla kitap alıyor, davasına hizmet aşkıyla kendisini üniversite hayatına hazırlıyordu. İçinde bulundurduğu bu hizmet aşkı Dursun’u nefsani zevk ve keyiflerinden alıkoyuyordu. Önkuzu lise hayatı boyunca Ülkücü Hareket adına verdiği mücadelelerden dolayı öğrenim görmeye İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesine belli bir nam ile gitmişti. Nede olsa yiğit namı ile anılırdı. Fakat bu üniversitede sadece 1 ay öğrenim görebilmişti. Çünkü o dönemde okullar kurtarılmış bölge adı altında komünistlerin işgal meskenleriydi. Dursun Önkuzu da aldığı tehditler yüzünden öğrenime başladıktan bir süre sonra Ankara Teknik Öğretmen Okuluna geçecektir. Burada da artık yatılı kalacaktır. Önkuzu’yu burada zor bir dönem beklemektedir. Okula başladığı ilk dönemde yani 1968’de Ülkücü Hareket toprağa ilk şehidini vermişti. Ankara Site Yurdu kantininde Ruhi Kılıçkıran’ın iftar duası yaptırmasının ardından komünistlerin şahsına ve manevi değerlerine ağır küfürler etmesiyle masasından ayağa kalkıp hakaretleri engellemek için karşı atağa geçen Kılıçkıran nereden geldiği bilinmeyen kurşunlarla şehit edilmişti. Böylelikle Allahsız kızıl komünistler kanımızı ilk defa akıtmışlardı. Ve görüldüğü üzere üniversitelerde komünistlere karşı verdiğimiz ilk neferimiz Allah’a ve Kuran’a küfür ettirmemek için gencecik yaşında şehit olmuştu. Yani bu kavga iman ile küfrün kavgasıydı. Ruhi Kılıçkıran ağabey herkeste olduğu gibi Önkuzu’nun da içinde bulundurduğu mücadele ateşini harmanlamıştı. Ama Önkuzu’yu daha çok başka bir şehidimiz, daha başka bir Ülkü devi etkileyecekti. İşte o büyük Ülkü Devi; Süleyman Özmen’di. Süleyman Özmen’i de anmadan geçemeyeceğim. Çünkü Süleyman Özmen vurulduktan sonra Dursun Önkuzu’nun kollarında hastaneye gitmişti. Olaylar şöyle gelişir ki; Ankara Yüksek Öğretmen Okulu komünistler tarafından işgal edilmiştir. İşgalin ardından bir grup Ülkücü öğrenci komünistler tarafından rehin alınır. Süleyman Özmen de 72 saat boyunca aç ve susuz bırakılan Ülküdaşlarını kurtarmak ve ağızlarından bir kaç lokma bir şeyler geçmesi için Ülküdaşları ile canları pahasına üniversiteye girmeyi planlamıştı. Ülküdaşları ile birlikte Yüksek Öğretmen Okuluna geldikleri vakit çatışma çıkar ve Süleyman Özmen’e isabet eden kurşunlar neticesinde Özmen yere serilir. Ülküdaşlarına ulaştırmak için aldığı ekmeklerin kan olmaması için usulca yan tarafa koyar. Bir süre sonra iki taraftan da ateşkes kararı alınır. Süleyman Özmen ve beraberinde vurulan Ülküdaşlarının yanına Dursun Önkuzu ve beraberinde bir kaç Ülküdaşı gelir. Önkuzu hiç tanımadığı o büyük Ülkü devinin başucuna gelir ve omuzlarında arabaya kadar taşır. Artık Önkuzu Özmen’in kanının sıcaklığını sırtında hep hissedecektir. Süleyman Özmen beş gün boyunca yaşam mücadelesi verir fakat en sonunda şehadet şerbetini Ruhi Kılıçkıran ağabeyinin ellerinden içerek canını hakka teslim eder. Dursun Önkuzu ise Ülküdaşını toprağa verdikten sonra memleketine Şehit Süleyman Özmen’in kanıyla al kana boyanmış ceketini anasına teslim etmek için gider. Sanki 8 ay sonra kendi şehadetini hissedip anasına müjdelemek için gitmişti memleketine. Anasına ceketi hiç yıkamaması ve ömür boyu saklamak üzere teslim ettikten sonra şu cümleleri sarf eder; ”Anacığım bu cekette Süleyman’ın kanı var. Onu saklamanı istiyorum. Şehit kanı bu… Sakın yıkama… O mukaddes bir dava uğruna canını verdi. Bu ceket, bu kan; yarın huzur-u mahşerde şahitlik edecektir.” [4]
Dursun Önkuzu sanki anasına ”Anacığım Şehit anası olmaya hazır ol” der gibiydi. Öylede oldu. Aradan daha 8 ay bile geçmemişti. ”Akıncı Süleyman Ölmedi” naralarıyla,
”Ne Kafkasya ne Prut
Şu bin yıllık anayurt!
Kurşunlanan bir Bozkurt,
Çıkarılan göz menem!” [5]
nidalarıyla meydanlarda gürlemesinin üzerinden haftalar, belki de günler geçmişti. Mübarek Ramazan ayıydı. Bayrama 1 hafta kalmıştı. Uzun zamandır memlekete gidip de anacığını ve kardeşlerini görememişti. Bayramı gözlüyordu. Hem maddi durumlardan hem de Ankara da yürütülen teşkilat faaliyetlerinde Ülküdaşlarını yarı yolda koymamak adına ailesinin yanına bir, iki günlüğüne de olsa gidip onlarla vakit geçiremiyordu. Bunlar yetmezmiş gibi komünistlerin tehditleri üzerine evini değiştirmiş Ankara Yenimahalle’den bir ev kiralamıştı. İşte o gün de yeni kiraladığı evinden çıkıp ilk önce Beşevlerde arkadaşıyla buluşup oradan da derse gidecekti.
Ve kahreden o gün: Takvimler 23 Kasım 1970’i gösteriyordu…
Önkuzu evinden çıkmış arkadaşının yanına doğru yola koyulmuştu. Fakat arkadaşıyla buluşamadan yolda giderken kuduz köpekler gibi ağızları köpürmüş kızıl itler tarafından etrafı sarılır. Önce sokak ortasında tartaklanır ve kaçırılır. Okulun üst katında bulunan Köycülük odasına çıkarırlar. Artık o odanın içinde gözlerini kan bürümüş 12 kızıl it ve Ülkücü Dursun Önkuzu’dan başka kimse yoktur. Önkuzu’yu ilk önce sorguya çekerler. Onlara göre bu Halk mahkemesidir. Önkuzu’ya ”Devlet gazetesinin yazıhanesinde ne yapıyorsunuz?” ”Sizi kim yönetiyor?” gibi sorular yöneltilir. Anlından yüzüne doğru kan inmesine ve kemiklerini kıpırdatacak takati kalmadığı halde Önkuzu her defasında zıt cevaplar veriyor, komünistlerin yaralarını deşecek ifadelerde bulunuyordu. Önkuzu her defasında ideolojilerini alaşağı ediyor, fikirlerinin birer safsata olduğunu açık ve net bir şekilde yüzlerine çarpıyordu. Sayıca üstün olmalarına rağmen, kızıl komünistler Önkuzu ile girdikleri bütün fikir kavgalarında hezimete uğrayarak resmen tepe taklak geliyorlardı. Hal böyle olunca Halk mahkemesi mahkemenin böyle ilerleyemeyeceğini düşünerek ihtiyaca binaen hazırlanan anayasa kitapçığı misali ceplerinden ”İşkence Nasıl Yapılır” adlı kitabı çıkarırlar. Oradan öğrendikleri işkence metotlarını Dursun Önkuzu’nun üzerinde uygulayacaklardır. Zaten Önkuzu bilek damarlarının kesilmesinin ardından ne elini kıpırdatabiliyordu ne de karşılık verebiliyordu. Sanki üzerinde birisi zıplıyordu. Çünkü göğüs kafesinden çatırdama sesleri geliyordu. Bacak kemiklerini ve eklemlerini zaten hissetmiyordu. Karşılık vermemesi için çivili sopalar ve yatakhanede bulunan ranzaların demirleri ile kemiklerini kırmışlar, derisini delik deşik etmişlerdi. Tüm bunlara rağmen bir şeyler demeye çalışıyordu bu yüzden odanın içinde bir anda sessizlik oluşmuştu. İşkenceci köpeklerden biri kulağını aşağıya eğerek Önkuzu’nun ağzından çıkan kelimeleri analiz etmeye çalışıyordu. Şu bir gerçektir ki Önkuzu tüm bu yapılanlara rağmen ağzı kan dolmuş bir şekilde dişlerini sıka sıka ”Allah” diyordu. Her yerinden oluk oluk kan akarken bile Allah’ı zikrediyordu. Allah diyerek sessiz çığlık atan Önkuzu’ya daha çok sinirlenen komünistlerin bir kısmı hızlı hızlı ellerindeki kitabın yapraklarını çeviriyor diğerleri ise jiletler ile Önkuzu’nun derisinde derin yaralar açıyorlardı. Dursun’un ağzı kan ile dolmuş tüküremiyordu. Ee ne demişti Türkistan Başbuğu Emir Timur ”Ağzın kan da dolsa, düşmanının yanında tükürme!” [7] Önkuzu’nun aklından farklı farklı şeyler geçiyordu. Anasının ona öğütleri, babasının ”Oğlum kendini her ortamda belli etme” deyişleri kafasını tırmalıyordu. Evet, kendisini çok belli etmişti ama bir şey olmayacaktı ona. Yoksa olacak mıydı?.. Bir anda ölümü geldi aklına anasının komşularının kolları altında feryadı, 3 kız kardeşinin perişanlığı ve babasının içten içe gözyaşları. Ama bir anda aklına şehit Ülküdaşı Süleyman Özmen’in şehadetinin ardından Dündar Taşer’in Ülkücü camiaya seslenişi gelmişti: ‘’O, şehittir, yeri şüheda katıdır. Fakat biz artık ölmeyeceğiz, bu sallanan topraklar üzerinde, doğum sancısı, yeni, güçlü büyük Türkiye’nin sancısını çeken bu topraklar üzerinde biz artık ölmeyeceğiz. Süleyman, Ülkücülerin son şehididir, biz artık ölmeyeceğiz!’’ [8] Dündar ağabeyinin bu haykırışı Önkuzu’nun kan gelen kulaklarında çınlıyordu. Önkuzu ha gayret diyerek tekrardan bir karşı koyuş sergileyecekti ki komünistlerin onu ayağa kaldırmaya çalıştığını fark etti. Ayakta duramıyordu. Çünkü komünistler demir sopalarla tüm kemiklerini kırmışlardı. Bir anda gözleri yarı açık yarı kapalı şekilde ağzına plastik tadında bir şey sokulduğunu hissetti. Sonrasında ise gözlerinin yuvasından fırlayacakmış gibi, kulak zarının patlayacakmış gibi, tüm iç organlarının ise için içine sığmayıp birbirine karıştığını hissetti. O esnada Dündar ağabeyinin ‘’Biz artık ölmeyeceğiz’’ sözleri tekrardan aklına geldi. Ama sürekli beynini tırmalayacak şekilde tekrarlanıp duruyordu. Rüyada olduğunu sandı. Çünkü biz yani Ülkücüler Süleyman Özmen’den sonra ölmeyecektik. Yusuf İmamoğlu’nun masum yüzü geldi fırlamak üzere olan gözlerinin önüne. Süleyman Özmen’den 3 ay sonra şehit olmuştu. Hatta vurulduktan sonra yerde can çekişirken elinde küçük bir Kuran-ı Kerim olduğunu söylemişti İmamoğlu’nu hastaneye götüren Ülküdaşları. İşte o zaman kafasındaki tüm soru işaretleri gitmişti. Ruhi Kılıçkıran Allah’a, Kuran’a küfür edenlere karşı mücadele verirken, Süleyman Ülküdaşı Allahsızlara karşı mücadele verirken, İmamoğlu ise canını hakka teslim ederken elinde Kuran-ı Kerim ile son nefesini veriyordu. İyide bu Ülkü neferleri Eren olmazda ne olabilirler. Artık her şeyi birbirine bağlamıştı. Giderayak Dündar ağabeyine bir serzenişte bulunmak istedi. ‘’Dündar Ağabey! Sen biz artık ölmeyeceğiz demiştin ama biz hiçbir zaman ölmedik ki. Hakka uğurladığımız tüm şehitlerimiz birer Alperendir. Bu sebepledir ki çocuk yaşımda da anacığıma söylediğim Erenler ölmez sadece suret değiştirir ifadesini bugün daha iyi anlıyorum. Biz ne öldük ne de öleceğiz. Sanıyorum ki artık bende suret değiştirenlerdenim. Beni sakın ölülerden saymayın.’’ Dündar ağabeyine söyleyeceğini söylemişti. Tüm bu hayal dünyasında kurguladığı düzeni cam kırılma sesleri parçaladı. Komünistler Önkuzu’nun et yığını haline gelmiş cansız bedenini Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulunun 4. katından aşağıya atmışlardı. Önkuzu’nun paramparça olmuş bedeni kapalı olan pencereye çarparak cam parçalarıyla biraz daha kesilmiş ve saatlerdir hiçbir eylem gerçekleştirmeden okulun etrafında gezinen polislerin önüne düşmüştü. Polisler hiçbir şey yapmadıkları gibi okulun etrafına Önkuzu’ya yardıma gelen Ülkücü öğrencileri uzaklaştırmak istiyorlardı. Bir gürültü kopmasıyla 4. kattan aşağıya atılan Önkuzu’yu gören Ülkücüler artık dayanamayıp polis engelini aşarak Ülküdaşlarının yanına koşarlar. Önkuzu’nun düştüğü yer baştanbaşa kan gölüne dönmüştür. Oracıkta öldü sanılan Önkuzu Ülküdaşlarının yardımıyla hastaneye götürülür. Ama Önkuzu hastaneye götürüldükten yarım saat sonra emanet canını teslim eder. Süleyman Özmen Ülküdaşına kavuşmuştur artık. Ruhi Kılıçkıran girip koluna Allah yolunda can vermiş yiğitlerle tanıştırır onu. 3 gün boyunca hiçbir şey yiyemeden şehit olan İmamoğlu dipdiri karşısına dikilmiş hoşça karşılıyordu Ülküdaşını. Artık Önkuzu karşılayacaktı ondan sonra gelecek olanları. Belli mi olur belki de Ali Bülent Orkan’lar, Cengiz Baktemur’lar, Gün Sazak’lar Önkuzu’nun avuçlarından içtiler şehadet şerbetini. Belki bir gün bizler de içeceğiz şehadet şerbetini bize mücadele azmi veren, memleket parçalanmasın diye ciğerlerini bisiklet pompasıyla parçalatan o Yiğit’in ellerinden.
İşte Allah katında bunlar yaşanırken fani yeryüzünde kahpeler kahpeliklerini yapmaya devam ediyor ve Ülkücülere nefes aldırmamaya çalışıyorlardı. Önkuzu’nun vefatının ardından Ankara Maltepe Camii’nde cenaze namazı kılınır. Ülkücüler namaz sonrasında Ülküdaşlarını memleketi
Zile de toprağa verilmek üzere memleketine uğurlayacaklardı. Fakat katil iktidarın polis ekiplerine emir vermesi ile cenaze polisler tarafından el koyularak kaçırırcasına merkeze götürülür. Oradan da yine bir ekip polis ile Zile’ye yol alınır. Burada ki amaç Ülkücülerin yürüyüş slogan vb. eylemlerle Ülküdaşlarını memleketine uğurlatmayıp yine aynı şekilde Önkuzu’nun memleketinde de törensiz olarak defnini gerçekleştirmekti. Polis ekipleri sabaha doğru Zile köyünün girişine yaklaşmışlardı. Ama köyün girişinde öyle bir kitle bekliyordu ki polislerin tüm hayalleri yerle bir olmuş ve içlerini büyük bir tereddüt sarmıştı. Ülkücüler resmen Zile’nin girişini kapatmış etten duvar örmüştü. Hal böyle olunca büyük bir kargaşanın çıkmasına mahal vermemek adına uzlaşmaya çalışırlar. Emir kulu polisler ellerindeki emir kâğıdını göstererek Zile Merkez Karakoluna götürmeleri gerektiğini söylerler ve cenazeyi ancak oradan alabileceklerini söylerler. Ülkücüler de Türk polisi ile karşı karşıya gelmemek için anlayışla karşılarlar. Ama gün aydınlandıktan sonra cenazeyi teslim almak için karakola giden kitle tekrardan geri çevrilir ve polislerden ne yürüyüş ne de başka bir izin alınamaz. Bunu duyan milli ruha sahip olan Anadolu köylüsü birbirine kenetlenerek karakola akın eder. Polisler zor duruma düşer. Hatta ufak bir kargaşa çıkar ve bir grup Ülkücü tartaklanarak yaralanır. Ülkücülerin emeli ne polisle karşı karşıya gelmek ne de devleti karşılarına almaktı. Tek istekleri işkencelerle şehit verdikleri Ülküdaşlarını ona yakışır biçimde toprağa vermekti. Karakol amirliği durumun iyice ciddiye bindiğini görerek gerekli izinleri çıkarıp Önkuzu’nun cenazesini Ülkücülere teslim eder. Önde kurt başlıklı gök bayrak taşıyan bir delikanlı akabinde o delikanlıyı takip eden al bayrağa ve Ülkücülerin o dönemde kullandığı teşkilat sancağına sarılı bir tabut onun arkasında ise gözü yaşlı binlerce Ülkücü. Belki de Zile o güne kadar böyle bir kalabalık görmemişti. Önkuzu’nun cenazesi önce ‘’Genç Ülkücüler Teşkilatına’’ götürülür. Mücadelesini ilk orada başlatmıştı son olarak ise binlerce Ülkücüyü teşkilat önünde bir araya getirerek son noktasını başladığı yerde koymuştu. Oradan ise Zile’nin köy mezarlığına yol alınır. Ellerinde nizami bir şekilde pankart taşıyan gençler mezarlığa yaklaştıkça daha da bir nizam alırlar. Sonrasında ise Önkuzu’nun resmini taşıyan küçük bir çocuğun arkasına hizalanır ve hepsi Önkuzu’nun al bayrağa sarılı na’şına göre hareket eder. Önkuzu’nun tabutu önceden kazılmış olan mezarının önüne getirilir. Tabutun üzerindeki bayrak ve sancak sökülür. Önkuzu’nun kefene sarılı olan cansız bedeni tabuttan çıkarılır. Normalde bembeyaz olması gerek kefen Önkuzu’nun kanı ile bayraklaşmış gibi kıpkırmızıydı. Önkuzu’nun ne kanı durmuştu ne de içindeki sızı dinmişti. Şimdi soruyorum size; bembeyaz olması beklenen kefen Önkuzu’nun kanıyla mı, yoksa Ülkücü Hareketin gözyaşlarıyla mı bayraklaşırcasına kıpkırmızı olmuştu? Peki dinmeyen sızı Önkuzu’nun patlatılan ciğerlerindeki sızımıydı, yoksa Ülkücü Hareketin Önkuzusuz kalmasının yürek sızısı mıydı? Buradaki yorumlamayı size ve vicdanınıza bırakıyorum. Önkuzu’nun kanlı kefeni herkes tarafından görülmesin diye tabuttan çıkarılan al bayrağımız ile aralanmaya çalışılıyordu. Zaten Önkuzu’nun en büyük gayesi buydu; şanlı bayrağın gölgesinde hakka teslim olmak. Gayesi gerçek oldu kanı kefenine kırmızıya boyadığı gibi bayrağımızın rengine de renk katmıştı. Ülküdaşlarına kanlı kefenin üzerine toprak atmak o kadar ağır gelmişti ki anlatılamaz…
Önkuzu’nun şehadetin de çok şey sırlıdır ki bunun farkına herkes varamaz. ”Her şey buraya kadar”, ”Benden bu kadar” diyenler Önkuzu’nun son nefesteki haykırışı ile yeniden kol sıvayarak Bismillah dediler kavgaya ve aşka. Her şey bitti denildiği an yeni bir başlangıç yeni bir ufuk doğdu sanki Önkuzu’nun parçalanan ciğerlerinden. Umarım anlatabilmişizdir ”İşkence edilip pencereden atılan genç öldü.” manşetindeki ”genç” ifadesinin sıradan bir gençten ibaret olmadığını. Bu arada Önkuzu’nun defnedilirken dahi akan kanının sırrı şudur ki; ”Önkuzu’lar ölebilir, fakat bayrağa akıtılan bu kan daima akacak ve ne bu dava sona erecek ne de bayrağımız solacaktır. Bu dava nesillerden nesillere aktarılarak hedefe ulaşacaktır.” Ulaştı… O mukaddes dava bizlere kadar ulaştı. Artık sancak bizdedir. Ve biz bu sancağı ne yere düşüreceğiz ne de bu sancak uğruna toprağa düşmüş Önkuzu’ları unutturacağız. Şu bir gerçektir ki bizler Önkuzu olmaya talip gerek kanımızla gerek kalemimizden damlayan mürekkebimizle Türk milletine ”Yeni Ufuklar” açacak olan Türk Milliyetçileriyiz. Komünizmin o hayvansı içgüdüsünü ortaya çıkaran Nihal Atsız Hocanın ”…Mao’nun Çin’indeki iki bin yıllık profesyonel işkence metotlarına yaraşacak şekilde ciğerleri pompa ile parçalayarak soğukkanlılıkla adam öldürmek, insanlığı değil, hayvanlığı ve hayvanları bile utandıracak bir alçaklıktır!” [9] sözlerinden yola çıkarak sözde hak, adalet için savaşan halk militanları bizim milli ruhumuzda olmayan bu canilik ve alçaklık yönlerini kimlerin peşinden koşarken aldıklarını fark ediyoruz. Buradan büyük davanın sancaktarlarından biri olan Ertuğrul Dursun Önkuzu’yu canice işkencelerle şehit eden kızıl zebanilere ve bugünkü işbirlikçilerine sesleniyoruz! Sizler bizim bir Önkuzumuzu aldınız fakat bugün Önkuzu’nun sancaktarlığını yapmış olduğu davanın devamını getirecek olan binlerce Türk genci bu yazıyı okuyarak tekrardan kendilerine gelecek ve o büyük Ülkü devinin hatırına birbirlerine biraz daha kenetlenecek, sizlere karşı biraz daha mücadeleci ruha bürünecekler ve Bismillah diyerek tekrardan harekete geçecektir. Bizlerin ne Moskof uşaklarına verecek yurdumuz, ne de ellerini kollarını sallaya sallaya yürüyebilecekleri, propaganda yapabilecekleri öğrenim alanlarımız vardır. Temennim odur ki; bize bu kutlu mücadelede azim veren Önkuzu’nun aziz hatırası mücadele sahamızın her alanında yaşasın ve bize güç kaynağı olsun. Onun arkasından ağıt yakmayacağız feryat etmeyeceğiz her söylediğimiz marşta, her okuduğumuz şiirde, yazdığımız her yazıda tüm Ülkü devlerinin ruhlarından birer parça konduracağız. Ağıt bizim işimiz değildir! Belki bir iki damla gözyaşı damlar gözlerimizden ama:
”Bakma gözlerimize gözden değildir o yaş
Neden ağlayayım sen ölmedin ki Ülküdaş”
diyerek yine de kendimizi teselli edeceğiz. Bu tesellinin ardından çok fazla uzatmadan kapanışı yapmak istiyorum. Yazımıza son verirken destanlar şairimiz N. Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun ardından yazdığı şiirden bir dörtlükle yapmak istiyorum. Bu dörtlük Türk milletine karşı kin besleyenlere, Türk vatanında gözü olanlara ve Türk milliyetçilerini her dönemde kanla sindirmeye çalışan kan emici vampirlere ve vurguncu düzene bir ders olsun!
”Önkuzu hey! … Önkuzu! …
Önde gider Önkuzu…
Bu bayrak düşmez yere
Ölmedikçe son kuzu! …” [10]
KAYNAKÇA
[1] Hürriyet Gazetesi 24 Kasım 1970 ”Manşet”
[2] https://www.youtube.com/watch?v=WXijU0eOfCA
[3] H. Nihal Atsız ”Kömen” Şiiri
[5] https://www.ulkucudunya.com/index.php?page=haber-detay&kod=15566
[6] N. Yıldırım Gençosmanoğlu ”Özmenem” Şiiri
[7] http://www.yenicaggazetesi.com.tr/basbug-emir-timurdan-turk-milletine-ogutler-945g-p9.htm
[8] Emine IŞINSU ”Sancı” Romanı
[9] Nihal ATSIZ, Ötüken, 1972, Sayı: 5
[10] N. Yıldırım Gençosmanoğlu ”Önkuzu” Şiiri