Tarih, beşeriyetin mazisi boyunca insanların yaptıklarını anlatır. Devrimize kadar gelip geçen bütün toplulukların, kültüre, medeniyete, kısaca insanlığa hizmet eden milletlerin hatıralarını ihtimamla saklayan, tarih, muhakkak ki, Türkler için müstesna sahifeler ayırmıştır. Hakkımızdaki iftiralara, garazkâr suçlamalara rağmen Türk milletinin insanlık tarihi içinde pek şerefli bir yeri olduğuna şüphe yoktur.
Türkler Dünyanın en eski ve en büyük milletlerinden biridir. Son yıllarda Orta Asya’da yapılan arkeolojik araştırmalara göre, tarihimiz milattan önce 2750 yıllarına kadar geri gitmektedir. Beş bin seneye yakın bir zaman kesintisiz olarak yaşamak her millete nasip olmayan bir mazhariyettir ve büyük milletimizin hayatiyet, canlılık, yaşama azim ve kudretinin de bir işaretidir. Her gün adlarını duyduğumuz ve yakından tanıdığımız milletlerin çoğu bizim kadar eski olmayıp muahhar zamanlarda teşekkül etmiş topluluklardır. Meselâ 1500 yıl önceleri bir Alman milleti, bir Fransız veya İngiliz milleti mevcut değildi. Bunların millet halinde varlığını ortaya koyan ilk hâtıralar Türklerinkinden çok sonralara aittir. Orhun kitabelerinin gösterdiği üzere, Türklerin daha sekizinci asırda gelişmiş bir edebî dilleri vardı. Batılılardan büyük çoğunluğun kendilerine mahsus bir alfabeye sahip bulunmadıkları o çağlarda Türkler kendi milli alfabeleri ile okuyup yazıyorlardı. Çin, Hint, İran gibi tarihleri masallara karışmış eski milletlere gelince, Türkler bunlarla da eskilik ve kültür yönlerinden boy ölçüşecek kudrette ve hattâ daha ileri durumdadır denebilir. Çünkü eski Yunanlıların, Romalıların, Cermen kütlelerinin, İslâvların, Hintliler ve İranlılarla birlikte, ataları olan Hint-Avrupalıların tarih sahnesine çıktıkları anlarda Türklerle temas kurarak atalarımızdan kültür ve medeniyet unsurları aldıkları gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır.
Bunlar ispat eder ki, Türkler çok köklü bir kültürün sahibi ve temsilcisi olmuşlardır. Derinleşen ilmi araştırmalar Türklerin Orta Asya bozkırlarında gelişen bir kültürün yaratıcı olduklarını meydana çıkarmaktadır. Bu kültürün merkezinde at bulunuyordu. Türkler tarafından ehlileştirilip insanlığın hizmetine verilen at sayesinde eski Türkler sür’at mefhumunu kavramışlar, komşuları üzerinde tesis ettikleri hâkimiyetle Dünyanın ilk fâtihleri olarak görünmüşler ve yine kurdukları “devlet” ile ilk hukuk koyucu millet olmak şerefini kazanmışlardır. Türklere yabancı kavimlere nazaran üstünlük sağlayan bir madde de demirdi. Demircilikleri ile meşhur atalarımız bu madenden imal ettikleri silahlarla kolayca fütuhat yapabiliyorlardı. Bu suretle, Hint’te, Çin’de, yakın Doğu’da ve Avrupa’da büyük kültürel tesirler icra etmişlerdir. Bütün eski medeniyetlerde Türklüğün izlerini müşahede etmek mümkündür. İlk Hin-Avrupalılar (İndo-Germenler) bir devlet nizamı içinde yaşamayı Türklerden öğrenmişlerdir. (W. Koppers, O. Menghin). Çin medeniyetinin kuruluşunda Türklerin hissesi büyüktür. (W. Eberhard). Milâttan önce yaşamış ünlü Çin filozofu Konfucius çoğunlukla Türk telâkkilerini talim etmiştir. Çin dilinde muhafaza edilmiş bazı Türkçe kelimeler bunu ispat etmektedir (meselâ, Tanrı). Yine Çin tarihlerinde tesadüf edilen en eski Türkçe sözlerden biri de “kut”dur ki, aslında “iktidar” manasına gelen bu tâbir, sonraları “mutluluk, uğur” ifade etmiştir. Bu da Türklerin saadeti muktedir olmakta bulduklarını gösterir.
Dünya medeniyet tarihine yeni ufuklar açan eski Türklerin kendine mahsus bir hukuk nizamı, bir inanç sistemi ve bir sanatı vardı. Türk teamül hukukuna “töre” adı verilir. Hususi hukuk hükümlerini olduğu kadar âmme hukuku esaslarını da ihtiva eden töre’ye göre, kadına hürmet edilirdi, aile müessesesi kutsaldı, zinanın cezası idamdı, hırsızlık yasaktı, barış zamanında silah çekmek şiddetle menedilmişti, bundan dolayı katil, cinayet gibi suçlar çok nadirdi. İnsana, sırf insan olduğu için, saygı göstermek töre’nin umumi hükümlerindendir. Bu sebeple de eski Türk topluluklarında kütleler ve fertler arasında ayırım yapılmazdı. Devlete karşı vazifesini yerine getiren herkes töre’nin himayesinde hürdü. En medenisi dâhil bütün yerleşik kavimlerde mevcut bulunan kölelik müessesesi eski Türklerde yoktu.
Türk ülkelerinde, savaşlarda yakalananlar dışında, esir bulunmazdı. Türk hükümdarı, zan edildiği gibi, zalim ve despot değildi. Zira salâhiyeti ve bütün icraatı töre hükümlerinin ve bunu tatbikle vazifeli “danışma meclisleri”nin kontrolü altında idi. Hâkimiyeti Tanrı müsaadesine dayanmakla beraber Türk hakanının ifaya mecbur olduğu vazifeleri vardı ki, bunların başında teb’ayı “aç ve çıplak bırakmamak” geliyordu. Milleti doyurmak ve fakirlikten kurtarmanın Türk hâkimiyetinde temel prensip olduğu eski Türk kitabeleriyle ünlü Türk siyaset kitabı Kutadgu-Bilig’de kaydedilmiştir.
Eski Türklerde, insandaki adalet hissini çiğneyen her türlü sosyalist eğilimden uzak, çok kuvvetli bir sosyal adalet duygusunun mevcudiyetini gösteren bu durum, eski Türk topluluklarında oldukça gelişmiş bir demokrasi hayatının da varlığını ortaya koyar. Bu Türk demokrasi anlayışı, Eflâtun ve Aristoteles’in yazılarında açıkça görüldüğü üzere, köleliği tabii bir sosyal yapı olarak kabul eden eski Yunan demokrasisinden herhalde çok ileri idi. Hele hükümdar-teb’a münasebetleri bakımından, yazılı “kanun”lara bile itibar etmeyen Roma İmparatorluğunu çok gerilerde bırakıyordu. Bu hak anlayışıdır ki, Türkleri eski Dünyanın efendisi hâline getirmişti. Yeryüzünü töre’nin himayesine almak süratiyle bütün insanlar arasında sürekli bir barış ve kardeşlik kurmak vazifesinin Tanrı tarafından kendilerine verildiğine inanan Türk büyükleri her gittikleri yerde, bu sebeple, kurtarıcı olarak karşılanmışlar ve gerçekten Türkler türlü iklimlerde en uygun hukuk düzeni tesis etmekte müstesna bir kabiliyet göstermişlerdir. Türklerin, hiçbir millete nasip olmayan şekilde ve hiçbir milletin ulaşamadığı sayıda, 80’den fazla, devlet kurması böylece mümkün olmuş, mazlumların ahını zalimlerden alarak, zavallılara hak ve hürriyet bahşederek, açları doyurarak ilerleyen kahraman Türk ordularının yeni ülkelere, yeni kızılelma’lara doğru sel gibi akmaları Türklerin tarihte misli görülmemiş cihangir bir millet hüviyetiyle yükselmelerini sağlamıştır. İşte destanlar yaratan tarihi Türk göçlerinin fonksiyonu bu kadar muhteşem olmuştur.
Eski Türkler Gök Tanrı’ya inanırlardı. Bu tanrı tek yaratıcı kudreti temsil ediyordu. Birçok kavimlerin çok-Tanrılık inancında bulundukları ve bunlara ait efsanelerle oyalandıkları devirlerde Türklerin tek-Tanrılılığa doğru kuvvetli bir adım attıkları görülmektedir. Zaman geçtikçe sağlamlık kazanan bu düşünce, 10. Yüzyılda atalarımızın İslâmiyet’i kabul etmelerini kolaylaştırmıştır. Evvelce Budizm, Manihaizm, hatta Hristiyanlık ve Musevilik gibi dinlere de intisap ettikleri bilinen Türkler, herhalde hiçbir dinde kendilerini İslâmiyet’te ki kadar bahtiyar hissetmemişlerdir. Bunun başlıca sebebi olarak, İslâmi akideler ile eski Türk telakkileri arasında yakınlık zikredilebilir. Mesela, İslâmiyet’in “cihad”a verdiği yüksek değer, Türklerin fatih ruhuna fevkalâde uygun gelmişti. İslâmiyet’in ciddiyet, vekar, yardım ve saygı şiarları eski Türk ahlakına tamamen tetabuk ediyordu. Adalet ve eşitlik mevzularında bu dinin asîlâne davranışı Türk alp’lik karakterinin bir aynası gibi idi. Türkün manevi cephesini ikmâl eden İslâmiyet’e Türklerin de hizmeti büyük olmuştur. Daha 11. yüzyılda mezhep kavgaları yüzünden ağır sarsıntı geçiren bu ulu din, Türklerin müdahaleleri ile siyasi tefrika malzemesi olmaktan kurtulmuş, Türk İslâm devletlerinde ki eğitim-öğretim kuruluşları yolu ile tekrar yüksek hüviyetine kavuşmuş ve uzun Haçlı savaşlarında yine Türkün gücü sayesinde bütün bir Hristiyanlığın gayzini mağlup ederek şanla yaşamağa devam etmiştir.
Müslüman Türkler ilim ve fikir hareketlerine de geniş ölçüde katılmışlardır. İslâm-Türk tarihinde din ve felsefe üstatlarının çoğu Türk menşelidir. İlk büyük İslâm filozofu olan ve Dünya irfanının, Aristoteles’ten sonra “ikinci öğretmen”i sayılan Fârabî Orta Asyalı bir Türk idi. Ünlü filozof ve tabip İbn Sîna, büyük matematikçi Harezmî, tarihin meşhur sûfileri Mevlâna, Yunus Emre vb. Türk kültür çevresinde yetişen ve adları medeniyet tarihine altın harflerle yazılı simalardır.
Sanat sahasında Türklerin oynadığı rol büsbütün azametlidir. İşlemecilik, kıymetli maden işçiliği, oymacılık ve süsleme sanatlarında müstesna eserler veren ve yeryüzünde orijinal mimariye sahip üç milletten biri olan Türklerin bu sahadaki seviyesini anlamak için, her biri kendi nev’inde birer şâhika vasfını taşıyan İstanbul’da Süleymaniye’yi, Konya’da Sultan Hanı’nı ve Hindistan’da Taç Mahal’i hatırlatmak kâfidir.
Askerlikte ve orduların teşkilinde Türkler eski Dünyanın hocası durumda idiler. Türklerle karşılaşmak zorunda kalan Çinliler, Romalılar, Bizans ve başkaları askeri birliklerini Türk örneğine göre teşkilâtlandırmışlar, Türklerin kullandığı silahlarla teçhize çalışmışlardı. Süvarilik böylece Dünyaya yayıldı. Bugünün modern kıyafeti olan ceket-pantolon aslında Türk süvari elbisesi idi (G. Feher). Çinliler masa, sandalye, perde kullanmasını Türklerden öğrenmişler (G. Montandon), Romalılar da, insanların gömlek giydiğini yine ilk olarak Türklerde görmüşlerdir (F. Grenard). Matbaa da bir Türk icadı idi (F. Carter, Th. Bossert).
Çok geniş fütuhat politikası ile eski Dünyanın etnik çevresini tayin eden, Haçlı seferleri yolu ile Avrupa’da derebeylik rejiminin yıkılarak, yerine burjuva hâkimiyetinin doğmasına sebep olan ve Rönesans hareketinin teşvikçisi sıfatı ile de çağımız Batı medeniyetinin olgunlaşmasına katkıda bulunan Türkler, bilindiği üzere denizlerden uzak, kara iklimlerinin çocukları idiler. Bu itibarla siyasi hâkimiyet ve kültürel tesirleri daha ziyade büyük kıt’a şartlarına dayanıyordu. Bazı tarihçiler tarafından “Türk Asrı” diye anılan 16. Yüzyılda bu durum en yüksek seviyesine ulaşmıştı. Çin sınırlarından Almanya’ya ve Afrika üzerinden Atlas Okyanusu’na; Ural dağlarından Habeşistan’a kadar yayılan Türk üstünlüğü bu asırdan itibaren deniz yollarının açılması ve hızla gelişen keşifler yüzünden sarsıldı. Türkler de yavaş yavaş cihan hâkimiyetini kaybettiler. Osmanlı İmparatorluğu kuvvetten düşerken, diğer Türk ülkeleri istilâya uğradı. Ancak Anadolu Türklüğü büyük Atatürk tarafından kurtarıldı.
Zengin ve engin tarihimize nispetle bugünkü durumumuz elbette pek parlak değildir. Fakat halen de yeryüzünde 100 milyona yakın soydaşımızın yaşadığı ve her Türk’te çok eski, medeni, fatih bir milletin çocuğu olmak şuurunun uyanık bulunduğu unutulmamalıdır. Türklüğe ölümsüzlük bağışlayan tarihi Türk haslet ve meziyetlerinin canlılığını muhafaza etmesi, milletimizin geleceğine ümit ve emniyetle bakmamız için yeterli bir sebeptir. Orhun kitabelerinde dile getirilen Türk yurdunun kutsallığı ile bu vatanseverlik ruhunun beslediği ve ilk belirtileri iki bin yıl öncesine ait köklü Türk Milliyetçiliğinin büyük milletimizi yine parlak istikbâllere hazırlamakta en büyük güç kaynağı olduğunda şüphe edilmemelidir.
Muhteşem mazisi ile öğünen Türk, istikbâle gururla bakmakta haklıdır.
KAYNAKÇA
PROF. DR. İbrahim KAFESOĞLU, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, 6. Basım, Sayfa 11