Ya karanlık düşmüş yüzüne, ya da ben göremiyorum. Hatırlar gibiyim silüetini ama emin olamıyorum. Ya konuşmuyor bilerek, ya da ben duyamıyorum. Ama dur(!) hatırlayacak gibiyim. Bu nefes alışları tanıyorum.

Evet… Bükmüş dudaklarını… Kaşları çatık… Burnundan soluyor… Evet… Gözlerini göremiyorum ama tanıyorum bu bakışları… Yoksa(!)… Ürperiyorum… Bana kızıyor içten içe, hissediyorum. “Kalk” diyesi geliyor içinden, “Kalk evlat…” Ama konuşmuyor, tutuyor kendini…

Asil adımlarla yürümeye başlıyor bana doğru. Yankı yapıyor topuk sesleri, aceleli. Elim ayağım birbirine dolanıyor, ne yapacağımı bilemiyorum. Doğruluyorum yerimden, hazır ol da nefes almadan bekliyorum. Yaklaşıyor… Yaklaştıkça terliyorum. Tam önümde duruyor… Öfkeli… Evet… Tanıyorum bu nefes alışları… Dudaklarını bükmüş… Çatık kaşları… Gözlerini göremiyorum ama tanıyorum bu bakışları… Nefes almayı unuttuğumu hatırlıyorum… Daha diyemeden “Başbuğum(!)” bir derin nefes alıyorum.

Elini omzuma koyuyor… Yüceliğini hissediyorum… “Evlat” diyor, tok ve merhametli bir sesle… Kendimi bir Turan masalında buluyorum…

Bilmediğim bir zamanda, bilmediğim bir mekândayım. Sanki doğup büyüdüğüm yerler gibi, tanıdık, havasında bana beni hatırlatan bir koku var. Etrafı tepelerle çevrili bir ovadayım. Atlar dolanıyor etrafımda. O, bir tepede bağdaş kurmuş beni izliyor. Gülümseyişinde bahar gelmiş buralara. Gözlerinin içi gülüyor, gurur dolu bakışlarında.

Etrafımı izliyorum… Engin dallara kuşlar konmuş. Şölen sesleri geliyor tepelerin ardından. Güzel tınılar, kahkaha sesleri… Uzaklarda, tepeleri karlı yüce dağlar yükseliyor. Bereket saçıyor topraklara. Huzur içinde dört yan. Gün doğusunda ormanlar, gün batısında bozkırlar sonsuzluğa uzanmış. Ürkek, cılız taylar, yağız, kır, al, doru atlar, başıboş, salınmış… Koyun sürüleri ağaç gölgelerine sığınmış. Huzur içinde dört yan…

Bir gök gürültüsü duyuyorum… Uzaklardan bir kara bulut sürmüş geliyor. Başbuğum ayağa kalkmış, elini siper etmiş güneşe, gözleri fırtınayı okuyor. Bir ok salıyor göğe, gün yere düşüyor. Atlar korkup dağılıyor. Kesiliyor şölen sesi. Kuşlar fısıldaşıyor. Ben ürperiyorum. Başbuğum ufka bakıyor, kaşları çatık, gözleri fırtınayı okuyor… Bir uğultu geliyor derinden, dağlar sarsılıyor yerinden, yüceden bir çığ kopuyor, öfkeli gürültüler çıkararak… Gülümsüyor Başbuğum, dağdan yana koşuyor. Çığ, evrilip bir kır at oluyor, dörtnala koşuyor yüceden. Başbuğum bir hamleyle biniyor sırtına. Şahlanıyor kır atı… Kırk çeri çıkıyor nehirden. Saf tutuyorlar ardında. Önüne bir yıldırım düşüyor, ay parçası bir kılıç. Söküp kılıcı yerinden, ufka sürüyor dörtnala… Kırk çeri ve Başbuğum karanlığın içinde kayboluyor…

Bekliyorum… Derin bir sessizlik var… Rüzgârlar beni dinliyor… Bekliyorum… Mayına bastığını hissetmiş adam gibi, kıpırdamadan bekliyorum… Usulca kafamı çeviriyorum gittikleri yana. Fırtınalar kopuyor bir anda, yıldırımlar art arda düşüyor. Gidecek, sığınacak yerim yok… Sırılsıklam bekliyorum… Günler geçiyor, belki haftalar. Ve sonunda yavaş yavaş dağılıyor bulutlar. Dokuz güneş doğuyor dokuz taraftan. Başbuğum ve kırk çeri görünüyor ufuktan. Kıratı, gün akı… Başı dik, tırıs adım yürüyor…

Yaklaşıyor Başbuğum… Atından inip karşımda duruyor… Ben sırılsıklam bekliyorum… Ay parçasını çıkarıp bendeki boş kına sokuyor. Omuzlarımdan tutup hafifçe silkeliyor gülümseyerek. Sonra yanıma geçip sırtımı sıvazlıyor. Kar beyazının asaletini izliyoruz. Uzun mu uzun yelesi, asil duruşuyla göz kamaştırıyor… Çağırıp, beni sırtına bindiriyor. Gökten güneşleri alıp heybeme koyuyor. Ufku işaret ediyor bana… Gün batısını… Ve vurup sırtına kır atın koşturuyor… Bir an gibi geride kalıyor…

Diyarları geçiyorum dörtnala… Dur durak bilmiyor kır at… Ayları, mevsimleri, yılları geride bırakıyorum. Bir nehrin kıyısında, ufka sürüyorum dörtnala… Büyük savaşlar görüyorum, büyük adamlar… Adaleti de görüyorum, sefaleti de… Kitaplar görüyorum, İlahî… Ve şanlı devletler… Dur durak bilmiyor kır at… Bir nehrin kıyısında, ufka doğru gidiyorum.

Ve sonunda yavaşlıyorum… Bir kıpırdanış var uzakta, yaklaşıp duruyorum. Kavak ağacının gölgesinde bir adam, nehre bakıp dövünüyor. Derviş yapılı, kirli sakallı, gür bıyıklı bir adam. Selam veriyorum…

  • Ve Aleyküm selam.

Soruyorum: Kimsin?

Gözlerimin içine bakıp tebessüm ediyor… Cevapsız…

Soruyorum: Burada ne yapıyorsun?

Telaşını bırakıp bir kenara, tebessümle yere bakarak düşünüyor vereceği cevabı…

  • Bir gür nehir akıyor gözlerimin önünden,

Bin yıllık pisliğe karışıyor…

Bir gür nehir akıyor gözlerimin önünden,

Elimde bir çay kaşığı, damlalar kurtarıyorum…

Soruyor: Sen nereye gidiyorsun böyle?

  • Heybemde dokuz güneş, bataklıkları kurutmaya gidiyorum!

Bana Allah’tan selamet dileyip, dönüp nehri kaşıklamaya devam ediyor… Anlam veremiyorum. Tam atımı sürerken ufka, sesleniyor:

  • Yolcu!

Durup, dönüp bakıyorum… Yine gözlerimin içine bakıp gülümsüyor… Ve soruyor:

  • Ya, sen kimsin?

<Sessizlik>

Kim olduğumu diyemiyorum… Nutkum tutuluyor… Konuşamıyorum… Ben kimim?.. Uyanıyorum…

Bir yanıt yazın