Yeryüzünün neresinde, tarihin hangi döneminde yaşadığınızın hiçbir önemi yok; dikkat ederseniz, kurulan devletler, inşa edilen medeniyetlerden önce tek bir gerçekle karşılaşırsınız: Aile… En dar haliyle anne, baba ve çocuklardan oluşan bu kutsal müessese cemiyetin temel birimini oluşturur. Toplumun hem maddi hem manevî yönden kuvvetli ve sağlıklı olması ailenin ne kadar kuvvetli ve sağlıklı olduğuyla yakından ilgilidir. Peki, ailenin sağlam temeller üzerinde yükselip toplum içindeki vazifesini yerine getirmesini sağlayan nedir ya da kimdir? Sorumuza çeşitli cevaplar verebiliriz, hepsi birbirinden ayrı da dursa tüm cevaplar aslında bize aynı sonucu işaret eder: Yuvayı kuran dişi kuşu yani kadını. Kadın olmak böyle büyük ve kutsal bir sorumluluğu omuzlarımıza yüklerken, tarihin en şerefli milletlerinden birine mensup doğmak sorumluluğun ağırlığını daha da arttırıyor.

Vicdanının ve aklının sesine kulak veren her insan dünyaya bir amaç üzre gönderildiğini fark eder; en azından düşünüp aklettikçe farkında olmaya yaklaşır. Davranışlarımıza yön veren, onları içi boş eylemler olmaktan kurtaran imanımız bize, dünyada insanlar ve tüm varlıklar için Allah’ın adaletini sağlamakla görevli olduğumuzu söyler. Türk milleti, tarihe adını yazdırdığı ilk günden beri bu vazifesinin bilinciyle hareket etmiş ve nesilden nesile kutlu görevini aktarmıştır. İşte tam bu noktada, milli kültür ile çocuk yetiştirmenin ve aile temelini milli kültür üzerine kurmanın sorumluluğu aile içerisinde anneye düşmektedir. Aziz Türk kadını, ailesini kurduktan sonra tarihin ona yüklediği görevinin bilinciyle yaşamış; devlet kurup medeniyet yaratacak oğullarını da, nesilleri şekillendirecek olan kızlarını da Türk kültürüne uygun yetiştirmiştir.

Kucağına yavrusunu aldıktan sonra onu ninniler ile büyütür Türk annesi. Milletimizin asırlar boyu yaşadığı acılar ve sevinçler ile yoğrulan ninniler, Türk çocuğunun kendi kimliğiyle ilk buluşmasıdır belki de. “Ak taş diye belediğim/ Tülbendime doladığım/ Hak’tan dilek dilediğim/ Mevla’m bu taşa can versin…” Dizelerini gül kokulu annesinin yanık sesinden dinleyen çocuk, milletinin musikisine ninniler ile alışır. Şahsiyetini ona kazandıracak olan milletinin acılarına ortak olmaya, bir başkasının yürek sızısını en derininde hissetmeye daha kundaktayken başlar. Milletimizin meziyetlerinden biri olan diğer gamlık, ninniler ile çocuğa işlenmeye başlar. Sevincin de hüznün de Allah’ın insanoğluna bir lütfu olduğunu annesinin sesinden öğrenir. Yalvarılacak, istenilecek tek makamın O’nun makamı olduğunu bilir de büyür çocuk. Türk milletinin binlerce yıllık birikimine daha bebekken aşina olan Türk evlâdı, bundan böyle dünyayı atalarının gözünden görecek ve yabancı kimliklerin etkisi altında kalmayacaktır.

Çocuk, annesinin her davranışında milletinin asil seciyesini görür; anne de her söylediğiyle, her davranışıyla çocuğuna bunu işler. Türk kadını, H. Nihal Atsız’ın dediği gibi fazilet mümessili, soğukkanlı, vakur, sade ve vazifeşinastır. Bu meziyetleriyle de çocuğuyla beraber tüm çevresine örnek olacak Türk kadınının, sürekli bahsedilen, destanlara ve hikâyelere konu olan karakterine bakalım. Bahsedeceğimiz özelliklerin, Türk kadınının annelik vazifesinin sonucu olarak Türk milletinin de özellikleri olduğunu unutmayalım.

Türk kadını fedakârdır, asıl mutluluğun sahip olmaktan ziyade vermekte, paylaşmakta olduğunu bilir. Zamane insanlarından onu ayıran en önemli özelliğidir. Bilge Kaan’ın “Aç milletimi doyurdum, çıplak milletimi giydirdim.” dediği gibi annelerimiz de kendileri yemez yedirir, giymez giydirir. Şimdiki insanların doymak bilmez, tatmin olmayan nefsinin aksine, vermekle huzur bulan bir yüreğe sahiptir Türk kadını. Vermek ama şimdiki gibi değil; gizli ve açık her türlü beklentiden, korkudan arınmış bir eylem olarak vermek. Her davranışına yön veren imanının, ona emrettiği gibi sadece Allah rızasına dönük yapılan bir eylem bahsettiğimiz. Bu yüksek zihniyet, Türk kadınına başka bir vasıf daha yükler: Diğer gamlık. Çocuklarının, ailesinin, komşularının yardımına koşar, nerede muhtaç birini görse elini uzatır, kendinden önce ve kendinden daha çok başkalarını düşünür.

Eski dönemlerden beri Türk kadını sevgi ve sadakat abidesi olmuştur. Şimdinin sabah başlayıp akşama tüketilen aşklarına inat sonsuza kadar sevmeyi bilmiştir. Vatanın iyiliği için tereddüt etmeden sefere yolladığı kocasını büyük bir hasretle ve asla bitmeyen bir ümitle bekler. Uğurlamadan önce, aylarca hatta yıllarca dönmeyeceğini bildiği hâlde bekleyeceğine söz verir, kara haberini almadan da ümidini kesmez. Türk kadınının bu davranışı, sevmek fiilinin manasına erişmiş kimselerin göstereceği bir sadakat örneğidir. Destanlarımızda, Türk kadınının erine ve ailesine duyduğu hudut tanımayan muhabbetine misaller vardır; evlendiği gün murat alıp vermeden yalnız kalan gelin, kocasına giderken şöyle seslenir: “Yiğidim, men sana bir yıl bakam, bir yıl da gelmezsen iki yıl bakam. İki yıl da gelmez isen üç yıl, üç yıl da gelmez isen dört, beş, altı yıl bakam, altı yol ayırdına çadır dikem, gelenden gidenden haber soram, hayır haber getirene kaftanlar giydürem. Erkek sineği üzerime kondurmayam.” Böyle misallerle dolu destanlarımız bize gösterir ki Türk kadını iffet ve namusuna özellikle düşkündür; laf, söz olmaması için dikkat gösterir. “Uyan Sunam” türküsünün hikâyesini biliyorsanız ne demek istediğimizi daha iyi anlayacaksınız. Suna ve Fahri Beğ, birbirlerini çok seven karı-kocadır ve aşklarına herkes şahittir. Bir gün Fahri Beğ kahve arkadaşlarının biriyle atışmaya başlar; arkadaşı kendisine “Sen benimle kavga edeceğine, karına sahip çık. Ben senin karının sırtındaki beni dahi bilirim.” diye çıkışır. Bir hışım eve giden Fahri Beğ, Suna’sına hesap sorar; Suna kocasına dil döker, ondan başkasını gözünün görmediğine Fahri Beğ’i ikna eder. Çok yaralanır Suna; hayattaki tek tutunacağı dalı, sevdiceği ondan şüphe etmiştir ama yine de kocası yaralanmasın diye daha dikkatli davranır. Fahri Beğ’in o sözden sonra günden güne çöktüğünü gören Suna, sadık bir eş olmasına rağmen kocasına laf getirdiği için suçluluk duyar. Bir akşam kocası evde yokken kendinden vazgeçer ve hayata gözlerini yumar. Suna’nın yaptığını doğru ya da yanlış bulun, nasıl değerlendirirseniz değerlendirin, bu misal bile namus ve iffetin Türk kadını için ehemmiyetini gözler önüne serer.

Türk kadını yukarda bahsettiğimiz meziyetlerinden başka milletine ve vatanına duyduğu büyük aşkla tarif edilebilir. Askere oğlunu gönderen bir annenin davranışlarını izleyin, sanki bayram havası yaşıyor gibidir. Yüzünde ve kalbinde üzüntüden eser bulamazsınız çünkü çok sevdiği yavrusunu en sevdiğine yani milletine hizmet etsin diye gönderiyordur. Çocuğuna okuduğu ninnilerine vatan aşkını katarak büyüten Türk annesi, yeri gelir hiç düşünmeden cepheye koşar. Bizim tarihimiz asker evlatlarıyla omuz omuza çarpışan anneler ile doludur. 93 Harbi’nde Rus işgaline karşı Erzurum’da sembol olan Nene Hatun “Evladım, anasız yaşayabilir ama vatansız yaşayamaz.”  diyerek cepheye koşmuş, düşmanla korkmadan çarpışmıştı. Geride üç aylık bebeği kaldığı halde savaşa giden bu yüce kadın, Türk kadınının cesaretine, kahramanlığına da en güzel misallerden biridir.

Bahsettiğimiz özelliklerin hepsi daha önce belirttiğimiz gibi Türk milletinin de özellikleridir ancak Türk kadınının bu vasıflara sahip olmasının daha başka bir anlamı vardır. Çünkü kadın, çocuk yetiştiren ona istediği şekli verendir yani “nesilleri şekillendiren” dir. İşte bu sebeple kendimle beraber günümüz kadınına bu gerçeği hatırlatmak istedim. Kendisine emredildiği gibi adaletle yaşayan, iffet ve namusunu kutsal sayan, vatan-millet aşkını yüreğinden çıkarmayan, fazilet timsali, fedakâr Türk kadını milletinin devamlılığı ve insanlığın iyiliği için kendine en büyük vazifeyi “annelik” olarak görmelidir. Kariyer yapmaya odaklanmış, iş hayatındaki başarısına göre kendine değer biçen zihniyet şunu unutmamalıdır; cennet annelerin ayakları altındadır. “Annelerin” yani çocuğunu hakkıyla yetiştiren, onu iman ölçüleriyle, milletinin değerleriyle büyütenlerin… Sona gelmişken bu yazıyı yazmama vesile olan bir kitaptan bir söz aktarmak istiyorum. Safiye Erol, Çölde Biten Rahmet Ağacı’nda şöyle der: “Erkeğin kahramanlığı bir çeşit, kadınınki başka çeşittir. Erkek çığır açar, devlet kurar, kitleleri idare eder; kadın gelecek kuşakları kalıba döker.” Nesilleri hakkıyla şekillendiren kahramanlardan olmak dileğiyle…

Bir yanıt yazın