Fin ülkücüleri tabirinin ne kadar doğru olup olmadığı bakış açısına göre değişmektedir. Eğer ruhunu bir ideale bağlamış kişilere ülkücü diyorsak Snelman, Thomas Gulbe, Yavernin, Okunen birer Fin ülkücüsüdür. Adı geçen kahramanları tanıyanlar bahsetmek istediğimiz kitaptan da haberdar olmuşlardır. Daha önce karşılaşmamış olanlara da dilimizin döndüğü, kalemimizin yettiği kadarıyla anlatmak isteriz. Atatürk’ün, Atsız’ın ve o dönem yaşayan aydınların hayat hikâyelerinde ortak bir nokta olduğu gibi onları diğerlerinden ayıran bir özellik de göze çarpmaktadır. Yıkılan imparatorluğun travmasını henüz üzerinden atamamış bir ulus içinde var olmaları ortak kaderleridir. Yaşadığı ortamdan yeniden diriliş için gerekli fikrin zihinlerini işgal etmesi ise inandıkları büyüklük ülküsüdür. Milletleri ayakta tutan da budur.

Beyaz Zambaklar Ülkesi olarak anılan Finlandiya’yı gerek eğitimdeki başarıları dolayısıyla gerek de futboldaki ilerlemesiyle gündemimize girmesinden tanıyoruz. Yıllar önce bu ülkenin insanları bir medeniyet oluşturmaktan aciz ve ilkel bir hayat sürerken İsveç ve Rusya’nın güç dengesine göre bir o yana bir bu yana yalpalıyordu. Bir gün Snelman ve arkadaşları çıktı ve onlara büyüklük ülküsünü fısıldadı. Yıllar sonra kendi kültürlerini geliştirdiler ve bu iki devletin lokması olmaktan kurtuldular. Snelman bir Fin öğretmeni alışıldığın dışında bir lider olarak görebiliriz. Onun liderlik vasfını en iyi açıklayan ise Tolstoy’un şu ifadesinde gizli: ‘‘Hayatı meydana getiren, olayların yönünü çizen, bunların karakter ve rengini veren, tek başına kahraman sayılan bireyler, Napolyonlar değildir. Topyekûn halkın kendisidir.’’[i] Bir ulusta iyi veya kötü, eksik veya fazla ne varsa bu birinin başarısı veya başka birinin tek başına başarısızlığı değil tüm halkın sorumluluğudur. Snelman ruhuna bir ülkü verilmesi için bir lider beklememiş, kendisi gibi düşünenlerle birlikte lider olmuş yani halkı liderliğe taşımayı, aydınlanmalarını sağlamayı kendisini Fin ulusunun yüksek ortak kültürü inşa etmesine adamıştır. Halka doğru ve halkla beraber yükselmek… Cumhuriyet fikriyle önem kazanan Atatürk’ün de rejimden beklentisi budur. Kurtarıcı beklemek yerine kurtarıcı olmayı tercih eden bir halk, liderler yerine bilinçli bir toplum…

Dönüp kendimize bakalım bu eserin Türkiye’ye gelişi 1920’lerden sonradır. Özellikle Atatürk öğretmen ve askerlere tavsiye ederken dönemin hâkim kanonunda bu görüşler oluşmuş ve halka indirgenmesi arzulanmaktadır. Finlandiya ülkücülerinin oluşturduğu Halk Üniversitesi Türkiye’de Köy Enstitüleri olarak görülebilir. Finlandiya’da bir köyü iyileştiren doktor tiplemesi Türkiye’de Şevket Süreyya Aydemir’in Toprak Uyanırsa adlı romanındaki öğretmenin kendi etrafını aydınlatmaya başlayarak oluşturduğu kadronun, devamında bataklıklardan cennet bahçesine dönen bir yerleşim alanı yaratması birbirine o kadar çok benzemektedir ki buradan idealistlerin ve romantiklerin birbirlerine olan benzerliklerini görmek mümkündür.

Snelman bunları nasıl başardığına gelirsek Türk ülkücülerinin yol haritasını bir kez daha hatırlamış oluruz. Kimse tek başına kahraman olmadığı gibi kimse tek başına kötü ya da eksik değildir. Her şeyi ile iyi ve kötü ne varsa o bizimdir. Snelman’ın halkla konuşmalarından tutun da aydınlarla münakaşalarına kadar olumlama tekniği dediğimiz o anahtar kelimeyi görürüz: Olumlama. Aynı fikirde olmasan dahi önce karşı tarafı dinledikten sonra ‘‘Seni anlıyorum yerine göre haklı yanların var ama konunun şu yönünde şöyle de düşünülemez mi?’’ tarzındaki bir yaklaşımla rakibin gardını düşürüp kendi fikrini aşılamayı çok iyi biliyor. Bunun bir üst boyutu ise psikolojik savaş teknikleri. Sadece savaş alanlarında kullanıldığını düşünmek dar bir pencereden bakmaktır. Bugün Türk milliyetçileri barbar, geri kafalı, yobaz veya din düşmanı olarak görülüyorsa, çevre konularındaki fikirlerini yaymakta yetersiz kaldığı düşünülüyorsa bu kendisini doğru olarak anlatacak bir mecra bulamaması, karşı fikirleri göğüsleyememesinden kaynaklanıyor. Kontraya kalkmak ve iyi defans yaptıktan sonra golü yakalamak için psikolojik savaşın öğrenilmesi gereklidir. Bu konuda Mete Aksoy’un Savaşçının Dokuz İlkesi adlı eserini önerdikten sonra konumuza dönelim.

Bugün Türkiye’de din konusunda yanlış düşünen iki zümre var. Biri gelenekselliği putlaştıran ve yeniliklere tamamen kapalı bir kutu haline gelen Ortaçağ’ın kiliselerini andırıyor. Diğeri ise liberallikten dem vurduktan sonra dini tamamen inkâr etmese de yanlış örnekler üzerinden insanları uyuşturan bir afyon olarak lanse ediyor. Şekilciliğe indirgenmiş bir din ile özünden koparılıp özgürlük teranelerine bırakılan din insanı Tanrı’dan uzaklaştırıyor. Oysa din iyi niyet beslemek ve iyilik yapmakla toplumu düzenleme işlevini görür. Birbirine güvenen insanlar ve sorumluluğunu bilip karşı tarafa saygılı davrananlar… Kant’ın görev ahlâkıyla beraber yapmak zorunda olunan hizmeti de eklediğimizde din adamlarının topluma verebileceği ve toplumdan alabileceği o kadar çok şey var ki. Snelman da böyle yapmış, yanlışlara karşı din adamlarına cephe almak yerine olması gerekeni demokratik bir yolla bizzat yüzlerine karşı söylemiş ve beraber çalışmak için elin uzatmış. Tanrı’yı bulan insanlar aydınlanmayı ruhlarında hissederek birer meşale olmaya başlamışlar.

Türkiye’de devlet kapısından içeri başını soktuktan sonra hayatının sonuna kadar rahat edersin, hiçbir iş yapmazsın diyenlere sıkça rastlarsınız. Memur devletin temsilcisidir ve kanunu simgeler. Memurun işini yapmaktan kaçması insanları devlete karşı güvensizliğe iter ki kanunlar sadece onlarla yönetilenler için değil onları yazanlar için de geçerlidir. Snelman ne mi yapmış? İsveç’in işe yaramaz memurlarının yerine Fin ulusundan memur yetişmesi için uğraşmış ve sonuç halk eğer bir istediği yapılmıyorsa bilir ki o işi yapmak istemediklerinden değil, kanun ve düzen bakımından yapılmayacağındandır. Üstünlerin hukuku yerine hukukun üstünlüğü bilinci yerleşmiş bir toplumda adaletin sarsılmaz temelleri vardır.

Finlandiya’da askerliğe ve kışlaya bakışta erleri kışla öküzleri olarak gören bir anlayış varken subayların savaşta can vermeye hazır bir kahraman, barışta ulusunun ikinci öğretmenleri olarak görev bekleyen bir konuma gelmesi de ilgi çekicidir. Bugün Türk gençleri arasında seslendirilmeye başlayan askerlik, mıntıka temizliğinden ve zaman kaybından başka bir şey değildir sözleri eskilerin Finlandiya’sında da söylenirdi. Kışladaki subaylar içinde bir ülkü geliştikçe ulusun evlatlarına ellerinden geldiği kadar çok şey öğretme arzusu doğmuş. Hatta yaramazlık yapan ve uslanmaz denilen Fin çocukları için kışla onu adam eder deyimi yaygınlaşmış. Hatta Kafes filmindeki bir repliği hatırlayalım ve kitabın 53. Sayfasında okuyucumuza seslenelim. ‘‘…Vatan için yaşamak, vatanın ilerlemesi için çalışmak da vatan için ölmek kadar şereflidir.’’i Bu konuda söz etmek bize düşmez yetkililer elbet gereğini yapacaktır. Uzun zaman kışlada kalma fikri gençlerimizde hiçbir şey kaybetmedik duygusunu uyandırmalı, hatta hammadde olarak gelip işlenmiş bir elmas gibi çıktık dedirtmelidir.

1980 darbesini hatırlayalım. Fikri anlamda yetişmiş bir kuşak ve üstünden geçen silindir gibi bir darbe millete neler kaybettirdiğini düşündüğümüzde akla gelmesi gereken ilk şeydir ülkücü bir neslin kaybı. Ardından gençliği kafese koymak için verilen üç şeyi hatırlayalım, biliyorum zorlanmayacaksınız. Spor, moda ve seks… Tek bir örnek yeterli olacaktır. Herkül gibi güçlü ve adaleli bir beden mi yoksa Sokrates heykeli gibi beyni vurgulayan bir yapı mı? Fikirler de böyledir iyi düşünürseniz yumruk atmak için harcadığınız enerji boşa gitmez. Geminin çelikten yapılması batmaması için bir engel değildir onu idare edenin de çelik gibi bir zihne sahip olması bir elmanın iki yarısı gibi birbirini tamamlar.

Kitaptan daha fazla örnek vererek okumak isteyenlerin hevesini kırmak istemem. Onların merakını kamçılamak için bu örnekler kâfidir. Küçük bir kurabiyeciye bir ülkü verirseniz karşınıza Reçel Kralı olarak çıkabilir, yumurta satan bir çocuğun ruhuna fikir verirseniz dünyanın her yerine yumurta satan biri olarak karşınıza gelebilir. Bunun örneklerini sadece Finlandiya da aramayın. Oğuzhan Saygılı’nın Kitaplarla Söyleşi adlı eserinde topluma rol model olabilecek insanların hayat hikâyelerini incelemeniz yeterlidir.

Türk milliyetçileri sadece midesini düşünen ekonomik insan olarak algılanamaz. Kapitalist sömürge canavarlarının ağında bir ceylan gibi çırpınmak fikirleri olmayan, beyinleri midesinde atan insanların işidir. Yüksek fikir edinmek için bir lidere ihtiyaç yoktur. Kültür yönünden büyük ve güçlü olmak için yeni bir yönteme ihtiyaç duyulmaktadır. Nesiller devletlerin temeli gibidir zaman geçtikçe yerini başkaları alır ama devlet hep ayakta kalır. Çağ değişmiş liderlerin yerini yüksek kültüre hâkim kendini geliştirmeyi ülkü haline getirmiş insanların oluşturduğu toplumlar almıştır. Bu yazıyı yazmaktaki amacım öncelikle Beyaz Zambaklar Ülkesini tekrardan ele almak ve onu kendimize uygun olarak aktif hâle getirmekti. Yazıyı bitirirken aklıma gelen bir soruyu da sizinle paylaşarak ileriki sayılarda beyin fırtınası yapabileceğimiz bir konuyu gündeme getirmek isterim. Türkiye’deki siyasal partilerin durumu düşünüldüğünde hemen hemen hepsi için geçerli olan durum hakkında düşüncelerinizi merak ediyorum. Lider-doktrin-teşkilât mı ilim-neşriyat-gençlik mi ya da ülkücü iktidar mı ülkücü toplum oluşturmak mı? Snelman gibi düşünüyorum ve farklı düşünenleri bekliyorum. Esen kalın…


[i]Grigory Petrov,  Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Çınaraltı Yayınları,2012,s.17.

Bir yanıt yazın