Sevgili Kardeşim geçen yazımızda sorduğumuz soruyu tekrar sorarak sohbetimize başlayalım istiyorum;

Türk’ün Müslümanlığında Hristiyan dünyasını bu kadar rahatsız eden ne vardı?  Ve biz bugünün Türkleri Müslümanlığımızdan neyi kaybettik de bu hallere geldik?

Türk’ün İslamiyet öncesi inancının temelinde ilk yazımızda belirttiğimiz KUT ve TÖRE kavramları vardı. Tanrı yarattıklarının tamamına KUT veren varlıktı. Kut tanrısal özdü. Kut her kişide mevcut olmakla birlikte çiğdi. Kutu pişirip olgunlaştıran ve bu çerçevede ideal anlamda kişiyi kutlu yapan şey de tapmaktı. Tapmak eski Türkçe de hizmet anlamına gelirdi.  Bir kişinin yapabileceği en büyük hizmet ise adaleti yaymaktı. Bunu gerçekleştirmek için çalışan kişi Kut alırdı. Töre kendine uyanlara adaleti emreder; töreye uyan Kut kazanırdı. Törenin varlığı adaleti gerektirirdi yokluğu köleliğe sebep olurdu. O yüzden Bilge Kağan dedi ki: ‘Töreni bırakıp Çin’e gittin ne oldu? Kızın cariye,  bey oğlun köle oldu ve kemiklerin her yere yığıldı.‘

Yukarıda belirttiğimiz nedenle Türk töresini götürdüğü her yere adaleti de götürmüştür.  Adalet kavramının önündeki en büyük engel ise toprak sistemine dayalı feodal kölelik sistemidir. Türkler töreyi ve dolayısıyla adaleti, özgürlüğü hakim kılmak için dünyanın dört bir tarafına tarih boyu seferler düzenlemişlerdir. Bu ideale verilen isim de NİZAMI ÂLEM olmuştur. Bunu İslam öncesi dönemde Töre adına, İslam sonrası dönemlerde İlayı Kelimetullah adına yapmışlardır. 

İşte Türkün eski inancından getirmiş olduğu bu temel prensip tebasına zulmetmekte olan bütün Hristiyan devletlerinin ve daha yeryüzünde ne kadar zulüm yapan despot yönetim varsa tamamının yürüyen tekerleğine çomak sokmuştur.

Adaleti yaymak amacıyla cihad etmek şeklinde tarihte cereyan eden Türk akınlarının altında yatan İslami yoruma teknik adı ile Maturidi İnanç sistemi diyoruz.

Kardeşim hepimiz din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde gördük ve öğrendik ki Amel de mezhebimiz Hanefilik inançta mezhebimiz Maturidiliktir. Ama birçoğumuz mezheplerin ne olduğuna ve özel de Maturidilik mezhebinin Türkler arasında neden kabul görüp Türk’ün Nizamı âlem idealine neden güç verdiğini pek bilmeyiz.

Peki, nedir inanç mezhepleri? İmanın şartlarını zaten biliyoruz… Bunun ötesinde bir şey bilmemize gerek var mı?

Buna vereceğimiz cevap: ‘Evet var’ olacaktır. Bizim atalarımızdan, ana ve babamızdan duyduğumuz şekli ile amentüye iman etmemiz taklidi bir iman hükmüne geçtiği için çok muteber kabul edilmemiştir. O nedenle daha ilk dönemlerden itibaren İslam bilginleri Allah’a iman nedir, Allah’ın sıfatları isimleri nelerdir ne, ne anlamlar içerir. Allah’ın isteği ve işleri ile kulun istek ve işleri arasında nasıl bir ilişki vardır. Melekler nedir, nasıl varlıklardır; cennet, cehennem, ahiret, kader ve kaza konularında değişik görüşler belirtmişlerdir. Bu görüşlerin etrafında zamanla bunlara uyan ve daha da geliştiren insan toplulukları oluşmuş ve bunlar birer inanç ekolü ya da yorumu diyebileceğimiz İtikat-İnanç mezheplerini oluşturmuşlardır.

İşte konumuz olan Maturudulik de bu tarihsel süreç içerisinde oluşan ve Türklerin en fazla teveccüh ettikleri inanç mezhebi olmuştur.

Bunun tarihsel ve sosyolojik sebeplerine gelince bunların en önemlileri arasında İmam Maturidi’nin Türk olması, Türkler tarafından en fazla kabul gören Hanefi mezhebinin devamı niteliğinde olması ve İmamı Azam Ebu Hanife’nin Metotlarını İmam Maturidi’nin de sıkça kullanması; İmam Maturidi’nin dönemin bir çok sapık kabul edilen inanç sistemine ve bir kısım dinlere karşı ikna edici ve tatminkâr cevaplar vermesi ve en önemlisi AKILCI yaklaşımlarını saymak mümkündür.

Şimdi meselenin en can alıcı sorusunu sorma zamanı geldi.

İyi de herkes bir mezhebe bağlı zaten İmam Maturidi’nin anlattıklarında yazdıklarında ne gibi bir fevkaladelik var da bu mezhebe bağlı olan Türk toplulukları neredeyse sonraki 800 yıl dünyaya hükmetmişler?

Cevabı çok basit çünkü bu inanç mezhebi Kur-an’ın ruhuna ve Türk’ün tarihten gelen Töresine çok uygun da ondan. Nasıl mı?

Kur-an’ı Kerim’in bize anlattığı Allah kavramı müşriklerin iddia ettiğinin aksine tek ve mutlak varlıktır. Bize şah damarımızdan daha yakındır. Biz nerede olursak olalım bizimle beraber olandır. Ötelerin ötesinde değil tam tersine meydana gelen her işin mutlak işleyicisi bizi ve işlerimizi yaratandır. Doğuda ya da batıda olmayıp yüzümüzü nereye dönersek orada olandır. Araya herhangi bir aracı koymayı kabul etmeyip peygamberine dahi kullarım bana dua edecekleri vakit sen aradan çekil ben onların duasına cevap veririm diyendir. Bu bahsettiğim Allah anlayışı aynen Maturidi yorumda da bu şekilde kabul edilmiştir. Bu kabulün bize ne faydası var diyecek olursanız; bu kabul Maturidi mezhebinin hâkim olduğu coğrafyalarda büyük bilimsel gelişmeye yol açmıştır. Her an her iş ve oluşta açığa çıkan bir Allah anlayışı yeryüzünde hangi bilimle uğraşırsak uğraşalım derinlemesine nüfuz ettiğimizde bizi Allah’a götüreceğine olan inançla birleşince tüm bilimler kutsal kabul edilmiş ve büyük bir ilerleme sağlanmıştır. 

Kur-an da en fazla geçen emir akletmek ve düşünmektir. İmam Maturidi de sistemini akıl üzerine bina etmiştir. Mutlak bilginin kaynakları arasına vahyin yanında aklı da koymuştur. Hatta çok ilginç bir yorum olarak İmam Maturidi der ki: Hiç bir peygamber gelmeseydi dahi biz Allah’ın bize vermiş olduğu aklımızı kullanarak Allah’ın varlığına ve birliğine iman edebilirdik ancak Allah bize merhamet ederek işimizi kolaylaştırmış ve gönderdiği elçiler üzerinden dinini yaymıştır.

Tüm bilgiler ışığında tarihe bakacak olursak İmam Maturidi’den itibaren parlayan Türk dünyasında ki ilim ışığının Yavuz Sultan Selim zamanına kadar giderek parlaklığı artan bir şekilde yanarak tüm dünyanın aydınlattığını görürüz. 

Peki, Yavuz Sultan Selim zamanında bu ışığa nasıl bir gölge düştü?

Bu soruyu cevaplamak için tarihin perdesini biraz aralayıp Şah İsmail ve Yavuz Mücadelesini Mercek altına almak gerekiyor.

Yavuz da Şah İsmail de büyük birer Türk Devletine hükmediyorlardı ve her ikisinin de İslam birliğini sağlamak gibi bir hedefi vardı. Yani aralarındaki mücadele özünde siyasi bir mücadele idi ancak burada Şah İsmail’in Yavuz’a göre önemli bir avantajı vardı o da Şah İsmail’in aynı zamanda Şeyh İsmail oluşuydu. Çünkü Şah İsmail Osmanlı’nın da manevi merkez saydığı Erdebil Dergâhının şeyhi idi.

Erdebil Dergâhı Yesevi Dergâhının bir kolu olup Osmanlı sarayı tarafından her sene gönderilen `Çerağ Akçesi’ ile faaliyet gösterir ve inancın, ortak tasavvufi anlayışın yayılmasına hizmet ederdi.  Bu durum Şah İsmail’in Şeyhlik makamı ile yetinmeyip İran da tahtı ele geçirmesine kadar sürdü. Şah İsmail Şeyhliğinden gelen bu karizma avantajının farkında olarak aradaki gerginlik tırmandığında tüm Anadolu’ya `dailer` yani davetçiler, bugünkü anlamda propagandacılar, göndererek Anadolu’da yaşayan Türk boylarına bu mücadelede kendilerine katılmaları konusunda manevi otoriteden gelen bir baskı uygulamış ve bu çerçevede Muğla, Balıkesir, Isparta ve Anadolu’nun bir çok bölgesinden ordusuna Türk boylarının katılımını sağlamıştır.

Yavuz üzerinde yıllardır hassasiyetle durdukları manevi zeminin ayakları altından tehlikeli bir biçimde kayıp gittiğini fark ederek alternatif bir manevi otorite arayışına girmiştir. Bu arayış onu hilafeti ele geçirmek üzere sefere itmiş ve neticesinde Yavuz elde ettiği hilafet makamının da gücü ile bu tehlikeyi savmıştır. Ancak Yavuz burada meselenin sadece Hilafet makamının İstanbul’a getirilmesi ile çözülemeyeceğinin farkındadır. Şah İsmail’in tesirinin tam olarak kırılabilmesi için topyekûn bir zihniyet değişikliği gerekmektedir. Bunun sağlanabilmesi için Yavuz gemilerle Mısırdan 2000e yakın Eşari Arap âlimi İstanbul’a getirtmiştir. İşte Osmanlı’nın yukarıda değindiğimiz Maturidi anlayıştan Eşari anlayışa doğru dönüşümü ve bir noktada bilime önem veren akılcı zihniyetin yerini kuru kuruya nakil yapan zihniyete bırakması bu dönemin eseridir. Bu dönem sonrasında Arapçanın üstün bir dil olduğu algısı yerleşti, cuma hutbeleri Arapçaya döndü.

Burada hemen kısa bir parantez açarak yukarıda adını andığımız EŞARİLİK hakkında da kısa bir bilgi aktaralım. Eşarilik de aynı Maturidilik gibi inanç esasları hakkında yorum getiren bir görüş okuludur. Ancak Maturidilikten temel farkı Allah ile Evren arasındaki ilişkidedir. Eşari Allah’ı ötelerin ötesi bir varlık olarak kurgular. Daha teknik bir ifade ile Allah zatı ve sıfatları itibarı ile bu âlemin fevkinde isimleri itibarı ile bu âlemledir.  Eşari mantığının bir özelliği de Akılcılık konusundadır. İslam tarih boyunca akılcılar ve nakilciler arası süren mücadelede Eşariler çoklukla nakilcilere yakın durmuşlardır. Bu konuya bir başka yazımızda temas ederiz kısmet olursa.

İki İnanç Okulu arasındaki bu küçük gibi görünen fark nasıl olmuş da koca bir imparatorluğun yıkılmasında ki kök sebeplerden biri haline gelebilmiştir? Hemen Cevaplayalım:

Allah’ı ötelerin ötesinde tasavvur etmek ilimler arasında bir hiyerarşik sıralama meydana getirmiştir. Dünyaya ait ne kadar ilim, bilim varsa 2. sınıf, boş bilimler kabul edilmiş ve 1. sınıf bilgi konumuna dini bilgiler oturtulmuştur. Bunun pratik sonucu olarak imparatorluk coğrafyasında halifeliğin ele geçmesi sonrası yavaş yavaş diğer bilimler gözden düşmüş ve dini ilimler fazlasıyla ön plana çıkmıştır.

Bunun neticeleri tabii ki çok acı olmuştur. Bir kaç örnek verecek olursak, Türklerin savaşlarda galibiyetlerinin en önemli nedeni o günün teknoloji ve tekniğini en iyi kullanan milleti olmalarıdır. Atın ehlileştirilmesinden tutun da ıslıklı oklar, demir cevherini en iyi şekilde işleyip ürettikleri kılıçlar, uzun menzilli oklara kadar. Daha sonrasında Fatih’in o günkü metal biliminin tüm inceliklerini kullanarak döktürdüğü toplar ile yerle bir ettiği İstanbul surları. Osmanlı ordusunda ilk dönemlerden itibaren topçu ve tüfekli birliklerinin hat safhada kullanılması. Yine silah sanayi dışında bilime verilen önemi göstermek açısından Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelirken uğradığı her konak başına bir kese altın verilmesi ve ona rasathaneler kurdurulması. Piri Reis’in çizdiği haritanın döneminin tüm teknik verilerini kullanması, tüm bu örnekler bilime verilen değerin sonuçlarıdır. Eşari düşüncenin hâkim olduğu daha sonraki dönemin çarpıcı olaylarına ise şu örnekler kâfi gelecektir sanırım. Kanuni’nin son zamanlarında meleklerimi dikizleyeceksiniz boş işler bunlar denilerek rasathaneler kapatılmıştır. Viyana kuşatması sırasında bizim toplarımız surlara bile ulaşamazken Viyana surlarından ateşlenen yivli toplar bizim otağımıza kadar ulaşmış ve fethe engel olmuştur. Daha ileriki dönemlerde Rus donanması Osmanlı donanmasını Cebelitarık’tan geçerek bir baskınla yakmıştır. Piri Reis’in  haritasından çok sonraki dönemlerde gerçekleşen bu olaya Coğrafya bilgisini önemsiz görüp yitirmiş olan Osmanlı İtalya’ya diplomatik nota vererek karşılık vermiştir çünkü Rusların Baltık Denizi, Okyanus, Cebelitarık güzergahından gelebileceği bilinmediği için ki Piri Reis haritasında bu güzergah mevcuttur, Avrupa da nehirler arası kazılıp oradan İtalya’nın kontrolündeki Adriyatik Denizine  indiği varsayılan hayali bir güzergahtan geçtiğini sandıkları Ruslara  izin verdikleri için İtalyanlara kızmışlardır.

Yine çok çarpıcı bir örnek Padişah 2. Mahmut zamanında Mühendishane-i Berrü Hümayun Kurulur (Mühendislik Akademisi) ve başına Avusturya’dan Baron Dö Tot getirilir. Durumdan son derece rahatsız olan medrese uleması padişaha şikâyetlerini iletirler ve kendilerinin de aslında fevkalade bir şekilde bu görevi ifa edebileceklerini söylerler. Padişah sorunu gidermek üzere Müderrisler ve Baron Dö Tot arasında bir imtihan tertip eder. İmtihan sırasında Baron, Müderrislere tek bir soru sorar: `Üçgenin iç açıları toplamı kaçtır?` Soru karşısında afallayan müderrisler kendi aralarında uzunca bir istişareden sonra büyük geometri bilgini Biruni ve cebir ilminin babası sayılan Harezmi’nin kemiklerini sızlatacak şu cevabı verirler: `Üçgenine göre değişir!!!‘ Bu cehaletin kaynağı dönemi tesir altına alan Faruk Serhendi’nin kitabında üçgenin iç açıları toplamının kaç derece olduğunu bilmenin hangi hayra sebep olacağını sorması ve matematiğin ve geometrinin abesliğini anlatmasıdır.

Bu verdiğimiz örnekler sanırım toplumların Tanrı evren ilişkisine yüklediği anlamın nerelere kadar uzanan sonuçlar verdiğini göstermektedir. Halifeliğin kabulü sonrasında başlayan bu bilim zihniyeti çöküşü ve sonuçları tüm ıslahat ve Tanzimat hareketlerinin de temel açmazını oluşturmuştur.  Bir taraftan ‘ Ecdadın samimiyeti ile dine tekrar sarılmak.’  şeklinde açığa vurulan ve başımıza gelenlerin halkın dinden uzaklaşması sebebiyle olduğunu söyleyerek tekrar bir iman hareketi ile halkı dindarlaştıralım diyenlerin din olarak Maturidi yorum yerine Eşari yoruma sarılmaları ki bu bir sonuç vermemiş sadece yobazlığı bağnazlığı körüklemiştir. Diğer taraftan da bu bağnaz yobaz zihniyete bakıp, bunların dinin yanlış yorumlanmasından kaynaklandığını göremeyip, dünya genelinde de güç kazanmaya başlayan pozitivizmi çare gören sözde aydın zihniyeti. Bu zihniyette dini toplumsal hayatın içinden çıkarmak için elinden geleni yapmış fakat halkta istediği karşılığı bulamamıştır.

Bu açıdan bakıldığında Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılan dini ıslahat hareketleri Hanefi ve Maturidi çizgisindeki Kur’an Meali ve Tefsiri daha büyük bir anlam kazanmaktadır.

Medrese ve bilim zihniyetinde meydana gelen bu zihni kırılmanın bir benzeri de Türk’ün yaygın halk inancını inşa eden tarikatlar sahasında olmuştur. Tarikatlar, cemaatler ve tasavvuf konusu üzerinde çok ciddi durulması gereken,  son yıllarda sonuçları itibarı ile Türk milletinin varlık yokluk mücadelesinde bir Türk milliyetçisinin üzerinde detaylı bilgi sahibi olmasını gerektiren bir konu olduğu için bu konuyu ayrı biz yazı dizisi olarak ele almayı planlıyoruz.

Önümüzdeki sayıda tarihsel anlamda Selçuklu, Osmanlı ekseninde inanç mezheplerinde Maturidi-Eşari ayrışması olarak vücut bulan zihni kırılmanın tarikatlarda ki yansıması olan VAHDETİ VÜCUT-VAHDETİ ŞUHUT ayrımı üzerinden bu konuya giriş yapmayı planlıyoruz.

 Hepinizi hürmetle selamlıyorum.

Tanrı Türkü Korusun ve Yüceltsin!!!

Bir yanıt yazın