Hayatın bir bütün olduğunu ve yaptığımız şekildeki ayırımların sırf meseleyi daha kolay ve anlaşılır vazedebilmek için olduğunu söylemiştik. İktisadi diye isimlendirdiğimiz beşeri faaliyetler, insanın yaşama zarureti ve nefsini tatmin ihtiyacından doğan ve aynı zamanda onun gelişmesinin vasıtasından olan münasebetlerdir. Mücerret iktisadi faaliyet ve imkân, ferdin gayesi için bir vasıta olduğu gibi, milletin tarihi görevi bakımından da aynı niteliktedir. Mücerret iktisadi güçlülük, ne fert, ne de millet bakımından müspet bir değer taşımaz; onu kıymetlendiren şey tahsis edildiği gayedir.
Devletin fonksiyon sahalarını ve bu sahalardaki faaliyetlerinin hududunu gayesi tayin etmektedir. İktisadi hayat karşısındaki tavrını da şüphesiz bu gaye belirleyecektir. Yani devlet, gayesine bağlı kalmak kaydıyla ve gayesi istikametinde iktisadi hayatı tanzim edebilecektir.
İktisadi hayatın temelinde mülkiyet ve teşebbüs kavramları vardır. Bunun için, önce bu kavramlar hakkındaki anlayışımızı kısaca açıklamak gerekir. Ancak, hemen söyleyelim ki, mülkiyetin özü, yapısı veya tarihi gelişimi gibi hususlar konumuzun dışında kalmaktadır.
Daha önce insan hakkında yaptığımız açıklamalar hatırlanırsa, görülecektir ki, sahip olma ihtiyacı insan tabiatının bir zaruretidir. Bu yapıya nazaran mülkiyet, nefsi temayüllerin tezahür ettiği şeydir. Nefs, hodgâmlığını, bencilliğini genellikle mülkiyet yoluyla gösterir; istismarcı tabiatı bu yolla açığa çıkar. Aynı şekilde, “nefse karşı”nın temayülleri de en açık şekliyle mülkiyet yoluyla tezahür eder. İstismarın en kaba ve çok görülen şekli mülkiyet yoluyla icra edildiği gibi, ferdin diğergâm temayüllerinin gerçekleşme vasıtası da yine mülkiyet olmaktadır.
Bu haliyle mülkiyet, insanlar arasındaki kavgaların -nefsanî- menşei yahut sebebi değil, fakat tezahür ettiği şey olarak görünmektedir. Nazari olarak mülkiyetin ortadan kaldırılması, asıl kavga sebebinin tezahür şeklini değiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. -Fiilen, ne mülkiyetin, ne de kavganın ortadan kaldırılamayacağını esasen görmekteyiz. -Fakat bu durumda, insan, tekâmül imkânlarının -yahut vasıtalarının- en büyüğünden mahrum edilmiş olacaktır. İnsanın gelişmesinin, tabiatında mevcut çatışma sayesinde mümkün olabileceğini söylemiştik. Mülkiyet, bu çatışmanın, üzerinde cereyan ettiği en mühim unsurlardan biridir. Maksat insanı bu imkânlardan mahrum etmek değil; onun, bu imkânları gaye ve gelişmesi istikametinde kullanmasını sağlamaktır.
Cimrinin elinden bütün altınlarını almakla onu cimrilikten kurtarmış olmazsınız; belki ona, bir gün cimrilikten kurtulmak imkânım kaybettirmiş olursunuz. Tatmin edilme imkânı bulamamış bir temayül yok demek değildir. İbadetlerin çok büyük bir ağırlığının mala taalluk ettiğini ve yaradanın insanları malları ve evlatları ile yani dünya nimetleri ile imtihan etmekte olduğunu hatırlamak kâfidir. İnsanın, nefsi ve rahmani temayülleri bakımından çelişik bir imkânlar mahiyeti olduğunu ve ilahi emaneti kabullendiğini söylemiştik. Tekrar edelim ki, insanın, gerçekten insanlaşabilme şansı bu çelişkili imkândan doğmaktadır. Mülkiyetin inkârı, bu çelişkinin mühim bir tezahür sahasının zorla bertaraf edilmesi olur ki, insanın ilahi emanetin taşıyıcısı olmak vasfı ile bağdaşmaz. Çünkü nefsaniyet mülkiyetten doğan bir hal değil; mülkiyet, nefsaniyetin cevabıdır. Mülkiyet kaldırılmakla insan tabiatı değiştirilmiş olmamaktadır. Malını mülkünü terk eden, dağıtan veliler, gerçekte ve önce nefsaniyetlerini terk etmişlerdir.
Mülkiyetin, insan bakımından bir diğer fonksiyonuna da dikkati çekelim: Bu, insanlarda uyandırdığı güven duygusudur. İnsan, diğer varlıklardan farklı olarak gelecek endişesi taşır. Geleceğini maddi ölçüler içinde güven altına almak ister. Aslında Allah, kullarının geçimlerine kefil olduğunu buyurmuştur; teslimiyet halinde olanlar için gelecek endişesine mahal yoktur.
Ancak, ne yapalım ki, birçok müminlerini dahi, bu vaatle güvende olacak kadar sağlam inançlı yaratmamıştır. Nefis, genellikle malın çoğu karşısında da iştihalıdır; bu iştiha, giderek insanı malının kölesi yapar ve gayesini unutturur. Ancak, özellikle bugünkü geniş cemiyetleri ve dev organizasyonlar arasındaki ferdin yalnızlığını düşünürsek, herhalde en güç olanı, yoksulluk ve açlık korkusu ile ayaklanan nefsi terbiye etmektir. Nefs bu halinde -Rahmani bir ilhama mazhar olamamışsa- bütün değerleri tahrib edecek kadar azgınlaşabilir.
Şurası muhakkak ki, her ferdini insanlaşma vetiresi orijinaldir; bu konuda genel geçerli kurallar vazetmek mümkün değildir. Bolluk ve servet içinde tekâmülünün en üst mertebesine ulaşanlar da, fakr-u zaruret içinde evliyalaşanlar da vardır. Ancak biz, cemiyet bütününe, yani, kesin ölçülerle hiçbir zaman tarif ve tahdit edemeyeceğimiz bir ortalamaya göre düşüncemizi yürütmek zorundayız. Nefsini yoksulluk korkusuna kaptırmış bir insanın, gelişmesini müspet yönde devam ettirebilmesi, imkânsız denecek kadar zordur. Dünyevi korkular, insan şahsiyet ve gelişmesinin en amansız katilleridir. Devlet, ferdin bu korkulardan sıyrılışına yardımcı olmak zorundadır. İşte, mülkiyet, tekâmülünün belli noktalarındaki insanlar için, nefse sükûnet telkin eden bir teminattır. Ancak, nefs eğitilmez, “nefse karşı”nın temayülleri geliştirilmezse, bu noktadan sonra nefs, aynı zamanda, tahrik eden bir unsurdur. Şükrü bilmek ve mala taalluk eden ibadetleri yapmak da bu tehlikenin teminatıdır.
Ferdin gayesi açısından devletin iktisadi hayat karşısındaki tavrını tespiti için mülkiyet dolayısıyla söylediklerimizi, teşebbüs serbestîsi için de tekrar etmek mümkündür.
Fert bakımından, gayenin gerçekleştirilebilmesinin tabii ve asgari bir şartının da, tabi olduğu devletin diğer devletler karşısında istiklalini koruması olduğu aşikârdır. Devlet aynı zamanda, temsil ettiği tarihi misyonu gerçekleştirmekle görevlidir. Devletin dünya politikasını da bu görevler tayin edecektir. Öyleyse devlet, bu görevlerini gerçekleştirebilmek için de belli bir iktisadi güce sahip olmak zorundadır. İktisadi hayatın tanzimindeki diğer bir önemli ölçü de, bu görevlerin mahiyet ve vüs’atinden doğacaktır.
Yaptığımız kısa açıklamalar devletin, verdiğimiz tarifine nazaran, iktisadi hayat karşısındaki tavrına ait ölçüleri ortaya koyabilecek niteliktedir. Bu ölçülerin, iktisadi hayatın çeşitli tezahürlerine uygulanması ile devletin bu saha ile ilgili fonksiyonları daha müşahhas olarak belirmiş olacaktır.
1.Devlet, vatandaşlarına asgari geçim seviyesinin imkânlarını hazırlamakla görevlidir.
2.Devlet, her ferdin geleceğini, asgari geçim seviyesinde bir teminata kavuşturmalıdır.
3.Devlet, vatandaşlarının harici tehlikelere karşı emniyetini sağlamak ve milli misyonu gerçekleştirmek için gerekli iktisadi güce sahip olmak zorundadır.
4.Devlet, ana fikrine bağlı olarak beliren yukarıdaki ölçülerin gerektirdiği müdahale hakkı baki kalmak kaydıyla, mülkiyet hakkına ve teşebbüs hürriyetine saygılı olmalıdır.
5.Devlet, insanın iktisadi faaliyetin bir unsuru olarak da istismarına imkân vermeyecektir. Bu sahanın tanziminde -yürütme, planlama, teşvik kontrol v.s.- ferdin, gayesinden sapan tutum ve davranışlarına en az fırsat verecek usulleri tercih edecektir.
Devletin, umumi iktisadi hayatın seviyesine, yerleşme bölgelerinin özelliklerine ve meslek gruplarının faaliyet zaruretlerine göre, asgari geçim seviyesini ve bunun garantisini tespit etmesi tamamen teknik bir meseledir.
Asgari iktisadi seviye ve garanti derken, hiçbir zaman, iktisadi manasıyla da olsa bir eşitliği düşünmüyoruz. Yine, işaret edelim ki, iktisadi veya sair yönleri ile eşitliği ideal bir nizam olarak görüp de, bunun imkânsızlığından bahsetmemekteyiz. Tasavvur edilebilecek mutlak bir eşitlik, beşer nevinin felaket ve mahkûmiyetinden başka bir şey değildir. İnsanın tabiatına, gayesine ve düşündüğümüz ideal nizamın muhtevasına bu kadar aykırı düşecek bir mana pek azdır. İlk yazımızda açıklamaya çalıştığımız insanın gaye çizgisinde, eşitleşme diye bir şey yoktur. Cemiyet içinde asıl olan eşitlik değil, adalettir. Eşitlik bir gaye olarak değil, fertlerin devlet karşısındaki durumu olarak, diğer bir söyleyişle, devletin vatandaşlara tavrı bakımından vardır.
Esasen, insan hangi çevreye yerleştirilir, hangi itinalı eğitime tabi tutulursa tutulsun, yine de her ferdin hayatı, gelişmesi, tamamen nev’i şahsına münhasırdır. Öyleyse, insanlar arasında eşitlik kurmak iddiası sahtekârca bir aldatmaca değilse, sapık ve hazin bir rüyadan ibarettir.
Bizim düşüncemizde devlet, insanın gelişme gayesi için en uygun içtimai vasatı hazırlamakla görevlidir. Bu vasat, insanın insan tarafından ve gayesi dışında istismar edilmediği, en basit ihtiyaçları uğruna haysiyetini feda etmek zorunda kalmayacağı bir iktisadi çevreyi de içine alır. Yine tekrar edelim ki, hiçbir zaman kesin ölçülerini veremeyeceğimiz bir cemiyet ortalamasına göre fikir yürütmekteyiz. Gaye istikametindeki gelişmesinin bir zerresi uğruna, bütün varlığını verecekler de, cemiyetin en ileri imkânlarına sahip oldukları halde, basit bir nefsaniyet uğruna en büyük aşağılıkları irtikâp edebilecek olanlar da daima ve peşin olarak bilinemeyen bir ölçüde var olacaklardır.
İşte bu çerçeve içinde devlet, vatandaşlarını asgari geçim seviyesinde olsun nefsanî ihtiyaçlarına mahkûmiyetten ve yine o ölçüde, gelecek endişesinden kurtaracak iktisadi vasatı hazırlayacaktır. Böyle bir seviye imkânı, bilhassa bugünkü cemiyet şartları karşısında, ferdin gelişmesi için zaruri telakki edildiğinden devlete bunu hazırlamak görevi düşmektedir. Gelecek garantisi de aynı zaruretin diğer bir görünümüdür. Ferdin, bundan sonraki iktisadi gelişmesi tamamen kendisinin gayret ve kabiliyetine kalmış bir meseledir. Devletin, vatandaşlarını tek tek zengin etmek gibi bir gayesi yoktur. Çünkü refah ve zenginlik insan bakımından bir gaye değildir; kullanmasını bilenler için bir gelişme, bilmeyenler içinse, bir azgınlık vasıtasıdır.
Devlet, insanlar arasında adaleti tesis etmek ve istinat ettiği milletin tarihi misyonunu gerçekleştirmek görevlerini yüklendiği için, iktisadi hayatı da yukarıda belirttiğimiz ölçülere göre tanzim edecektir. Ferdin kendisini geçim ve gelecek korkularına kaptırmasının, onun gaye yönündeki gelişmesini engelleyeceğini söylemiştik. Bu korkulara imkân veren yahut bu korkuları telkin eden bir iktisadi vasat, ferdi gayesinden saptırıyor demektir. Bu ise, daha önce açıkladığımız manası ile içtimai zulüm olmaktadır. Devlet içtimai adaleti tesisle görevli olduğu için, iktisadi vasatı da bu ölçüler içinde tanzim zorunda kalmaktadır.
Devlet insanın, istihsalin bir unsuru olarak da istismarına imkân vermeyecektir. Bu, fikri ve fiili emeğin hakkını alması şeklinde gerçekleştirilir. Emeğin hakkı, asgari geçim seviyesi daima ilk planda olmak kaydıyla, iktisadi hayatın genel seviyesi içinde, diğer istihsal unsurlarının iktisadi değere olan ilaveleri de nazara alınmak suretiyle tespit edilecek ve şüphesiz değişebilecek olan teknik bir meseledir. İstihsal unsurlarının payları sırf bir pazarlık ve çekişme mevzuu olarak bırakılamaz. Devlet aynı zamanda iktisadi bünyeyi güçlü tutmak, gelişmelerini istikametlendirmek zorunda olduğu için, istihsal unsurlarının paylarının tespitinde de nazım rol oynamak zorundadır.
Devlet teşebbüs hürriyetine saygılıdır. Ancak bu kaide, devletin iktisadi hayata gerektiğinde müteşebbis olarak katılmasını engellemez. Bu tarz, devletin iktisadi hayatı tanzim yollarından biridir. Yukarıda vermeye çalıştığımız ölçülere göre, iktisadi hayatın şartları, bu tarzın vüs’atini tayin eder. Teşvik edici, yerine göre zorlayıcı planlar yapmak, para ve maliye politikaları ile iktisadi hayata yön vermek gibi diğer çeşitli müdahale yolları, iktisat ve maliye ilimlerinin temel düşünce içinde tayin edeceği hususlarıdır.
Günümüz iktisat ve maliye ilimleri için oldukça yabancı ve aykırı görünebilecek, olan, ancak, düşündüğümüz nizam bakımından son derece önemli bir ölçüye daha işaret etmeliyiz. Devlet, iktisadi hayatı çeşitli usullerle tanzim ederken ferdin, gelişme çizgisinden sapmasına en az imkân verecek olanını tercih etmek durumundadır. Burada eğitim ve kültür meselesi ile iktisadi mesele çok daha açık bir şekilde iç içe girmiş bulunmaktadır. Daha önce de işaret edildiği gibi, insan gibi içtimai hayat da bir bütün olarak ele alınmalıdır. Bunun için de, cemiyeti, insanın gelişmesi için en uygun vasat ve tarihi misyonu gerçekleştirmek için en uygun bünye olarak tanzim etmekle görevli olan devlet, mahz iktisadi tedbirler, sırf kültürel tedbirler gibi birbiriyle irtibatsız siyasetler güdemez. O da, içtimai hayatı bir bütün olarak almak ve mesela iktisadi tedbirlerinde eğitim ve kültür hedeflerini de hassasiyetle gözetmek zorundadır. Bu ölçüyü biraz daha müşahhaslaştırıp basitleştirirsek, mesela şöyle söyleyebiliriz: Devlet bir iktisadi teşebbüsün yürütülmesinde, denetimin veya teşvik ve planlamasında, rüşvet, suistimal ve irtikâp gibi ihtimallere en az imkân verecek olan organizasyon ve usulü tercih edecektir. Verdiğimiz misaller ve daha başkaları, ferdin nefsanî temayüllerinin diğer fertler ve cemiyet aleyhine tahrib edici bir şekilde tezahür etmeleri halidir. Devlet bu hallere, asıl, eğitim ve kültür hayatını tanzim etmek suretiyle imkân vermemeye çalışacaktır; ancak, iktisadi hayatı da işleyiş tarzı itibarıyla, bu temel gayeye uygun olacak şekilde nizamlayacaktır. İktisadi hayat ferdin gelişmesi için bir vasıta iken, gayeyi tahribe elverişli bir vasata dönüşmemelidir.
- Allah rızası için olmayan ve bu şuur içinde gerçekleştirilmeyen nefse karşının hâkimiyetinin bizim aradığımız gaye bakımından ciddi bir manası yoktur. Bunun içindir ki; mesela, Hint fakirlerinin nefsi büyük ölçüde körletip duygusuz hale getirerek ruhun bazı kuvvetlerini geliştirmeleri veya benzeri çalışmalar, insanlaşma vetiresinde bir merhale teşkil etmez. Çünkü bu hareketlerde, Allah’ın rızasını kazanmak gibi bir gaye ve şuur yoktur. Bu olmayınca da, Allah sevgisi ve arayışının idrakine ulaşılamaz.
- Bir başka tezada da dikkati çekelim. Kapitalist cemiyetler ideolojik olarak zahirde materyalist olmadıkları, yani Marx’ın tabirleri ile ve onun düşüncesinin aksine olarak, üst yapı kuramlarının da alt yapı kuramlarını etkilediğini kabul etmelerine rağmen, maddi yapıyı değiştirebilecek olan bu üst yapıyı, yani kültür hayatını tamamen serbest bırakmışlardır. Sosyalistler ise, düşünce ve kültür hayatını alt yapı kuramlarının -neticede istihsal münasebetlerinin tarzının- tayin ettiğini savunmalarına rağmen, kültür hayatını dehşetli bir kontrol altında tutmaktadırlar. Hâlbuki savunmaları doğru ve iddialarına inanıyor olsalardı, istihsal münasebetlerine istedikleri düzeni vermekle uğraşıp, kültür hayatımı tamamen serbest bırakmaları gerekirdi. Çünkü nasıl olsa maddi alt yapı, fikri ve manevi üst yapıyı tayin edecektir!..
- Fiilen de, milletler hakkında verilen tarifler, tarifi verenin milliyetine göre değişmektedir. Bak: Murat Bilge (Galip Erdem), Milliyetçilik Üzerine, Ocak Dergisi, I. devre II. ve müteakip sayılar.
- Millet için bir tarif aramak konumuzun dışındadır. Ancak, bu husustaki çalışmalarda, milletimizin tarihi misyonu fikrinin mutlaka göz önünde tutulması ve tarife dâhil edilmesi gerektiğini söylemek istiyoruz. Bu, bir manada, tarih şuurunun geleceğe aksettirilmesi olacaktır. Müşterek bir tarihi yaşamış ve bir takım görevleri yapmış olmak şuuru yanında, istikbalde de birlikte olmak ve tarihi misyonu gerçekleştirmek arzu ve iradesi daha da açıklığa kavuşmuş olacaktır. Bu şuur ve irade istikbale dönük, milletin en dinamik unsuru olacak niteliktedir.
- Aşağıdaki açıklamayı yapmayı faydalı mülahaza ediyoruz. İnsanın bir imkânlar mahiyeti oluşu, gelişme çizgisi üzerinde nefs ve “nefse karşı”nın istikametleri bakımından hür oluşu, mücerret, genel ve tek insan mefhumu bakımındandır. Bu mefhumun içinde aşağıların aşağısında ömür tüketenler de, Sidretül Münteha’yı geçecek kadar yükselenler de vardır. Meseleyi, müşahhas ferdin metafizik hürriyeti manasında alırsak, her ferdin kaderinin tayin edilmişliği ile karşılaşırız ki, meselenin veçhesi değişir ve konumuzun dışında kalır. Ayrıca, devletin fonksiyonlarının tayini ve eğitimi açısından, her ferdin müspet ve menfi yönlerde gelişme bakımından değişik güçte de olsa, bir imkân olduğunu kabul etmek zarureti vardır. Bu, inanmayacakları bilindiği halde, tebliğle görevli olmak gibi bir zarurettir.
- Bu konuda yapılmış bir çalışma için bak. Peyami Turan (Nevzat Kösoğlu) Tarih ve Şeyhülislamlık’a Bir Bakış, Ocak, 1. devre, 11, 12 ve 14. sayılar.