Her şey gördüğüm bir cümleyle başladı: “ Dünyanın en korkak insanı, seven insandır.” Dikkatimi neden bu kadar çekti, bilmem; belki merakımdan belki seven olarak kendime yakıştıramadığımdan. Cümlenin derinliğine inmek, altındaki aslî manaya varmak istedim, kitabı elime aldım. İşte bugün yüreğimden taşanlarla bu yazıyı yazıyorum. Hissediyorum, benim dönüm noktam bu kitap, bundan sonrası çok farklı olacak.
Bana neler hissettirdi onları yazacağım önce. “Ciğerdelen”… Adının hakkını sonuna kadar veriyor. Büyü, sihir gerçekse eğer kapağını açtığım an büyüye tutuldum. Zihnim yorgun, düşünceli; kalbimse darmadağın, alt üst olmuş. Yılların yorgunluğu çöktü üzerime. Yüreğim kâinat yaratıldığından beri bir aşkın peşinde savrulmuş gibi. Yerken, içerken, uykuya dalmadan evvel hatta uyurken rüyamda bile Ciğerdelen var. Asırların özleyişi doldu gönlüme, sonsuzu özlüyorum. O’nu özlüyorum, gönlümüze derdi salanı, dertle birlikte dermanı yaratanı özlüyorum. Düşünüyorum, düşünüyorum yaşamamızdaki hikmeti arıyorum. Yorgun düşüyorum, yüreğim mengeneler arasında sıkışıyor sanki ama bu hâl bana zulüm değil. Bundan tarif edilemez bir haz duyuyorum. Turhan’ı hatırlıyorum, kitaptaki o adamı. Bir anlık gaflete düşmesi sevdiğine, Canzî’sine mâl oldu ama bu ayrılık onu olduğu adam yaptı. Hayata geliş gayesini gerçekleştirmek için adım atması ancak ve ancak bu ayrılığın aleviyle mümkündü. Ya aşkın ateşiyle yataklara düştükten sonra sessiz sedasız bu diyardan göçecekti ya da kendini toparlayıp görevini ifâ edecekti. Allah’ın rızasını kazandıysa, ecdadının ona miras bıraktığı şanına layık olabildiyse eğer Canzî’ye olan muhabbeti sayesindedir. Muhabbet, ayrılık, hicran… Yani “aşk”…
Ya Zühre? Onu düşünmek, anlamaya çalışmak yüreğime öyle bir ateş salıyor ki tarifi mümkün değil. Okuyan bilir, okuyan bu ateşten haberdar olur ama yalnızca kalbinde bir aşk taşıyanlar o ateşi hissederler. Aşk… Sultan-ı aşk. Zühre’yi, Sinan Ağa’nın yüreğinden bir o yana bir bu yana çarpan yüce hükümdar. Zühre’ye bağlılık yemini ettiren, ezelden ebede senin kölenim dedirten Sinan kokulu rüzgâr. İki aşığın gözleri kavuştuğu an esti, sonra Zühre’yi aldı dünyanın yedi ikliminde yedi farklı düşmanla savaştırdı. Zühre tüm düşmanları Sinan’ın yüzünde gördü de yine de rüzgâr onu aldı Sinan’ın kollarına bıraktı. Zaten seven için böyle değil miydi? Hayat en çok kimi sevdirirse en büyük mihnetler ondan gelir; dert de onda olur derman da onda. Tabi derman arayan olursa… Derman aramayan Zühre kendi değildi artık, sevendi, ateşte yanandı, yok olandı. Yok olarak sonsuzluğa kavuşan ebediyete erişendi o. Kâinat sırrına yaklaşan, Sarı Saltuk Sultan’ın muhabbetine nail olandı. Ey Allah’ım! Şu aciz insan cefaları göğüsleyerek, aşk ağusunu hiç çekinmeden içerek bu mertebeye erişebilir mi? Bütün kapıların kilitlerini teker teker açan anahtar gerçekten sevmek mi? Bu dünyada bahtımıza yazılan güzel bir şey varsa eğer, seven olmaktır. Sevilen değil, seven olmak. Sevilen şımarıktır, bencildir, hep almayı bilir. Alır, alır, alır yine de doymak bilmez ruhu. Türküler de bize hep bunu anlatmaz mı zaten? “ Ziyaret olmuşsun kurban istersin, kurban bulamadım candan ileri…” diyen ozan bize sevenin cömertliğinden, sevilenin bencilliğinden haber vermez mi? Seven tüm malını ortaya döker, geriye verecek bir canı kalır sevdiğine. Gece gündüz ona bu derdi verene yalvarır, ellerini açar Allah’a dua eder. Sevenin gönlü cefa çekmek ister, hicran ateşiyle yanıp kavrulmak ister. Sultan-ı aşk’a köle olmak seven için onurdur. Onur dedik ya bakmayın siz, sevene o da yoktur. Onur, gurur, kibir Zührelere göre değil; Sinanlara göredir. Sinanları yola getirecek, kalplerini yumuşatacak olan Zühreler kalplerinde yalnızca aşkı duyarlar. Sinan cefa eder, Zühre hasret çeker. Sinan özler Zühre özler vuslat olur. Âşıklar bir nefeslik ömürde bir an olsun kavuşurlar. Sevilen sevenine doyar da, Zühre şerbet mi ağu mu olduğu bilinmez aşkı bir kere tattıktan sonra ne doymak bilir ne de kanmak. Her vuslat onu için için yakan kor olur, o yandıkça emsallerine karşı yükselmiş olur.
Ne büyülü kelime değil mi aşk? Şu yaşımıza kadar yanlış anlamışız. Üstüne ne koyduysak sallanan bir temel üzerinde yükselmiş. Sevgi sandığımız büyüdükçe sona yaklaşan içi boş laftan ibaretmiş. Sevmeyi değil de sevilmeyi bilmişiz, onu üstünlük saymışız. Bilememişiz ki Allah dostları o yüce gönüllü insanlar hep sevenler arasından çıkmış. Tabiatı karşılıksız sevmişler, kâinatı sevmişler. Yaradılanı sevmişler Yaradan’dan ötürü. Bütün insanlığa karşı muhabbet beslemişler, bilmişler çünkü insan Allah’ın onlara emanetidir. Kim ki bir kalbi hoşnut eder, sırra ermeğe bir adım daha yaklaşır; kim ki bir kalp yıkar işte onların vay haline! Bunu düstûr edinen koca yürekli insanlar bir medeniyet inşâ etmek şerefine erişmişler. Kendilerinden binlerce, onbinlerce yıl sonraki torunlarının yani milletinin seveni olanlar, bize övüneceğimiz büyük bir tarih ve medeniyet bırakmışlar. Hanlardan hükümdarlardan tutun da, Türk milletinin diliyle konuşan ozanlara kadar herkes Türk milletinin aşığıydı. Anadolu’yu bize yurt yapan Sultan Alparslan o yüce âşıklardan biriydi. Evlerinden, vatan tuttukları yerlerden ayrılıp diyar diyar gezen ve halka Allah’a ulaşmanın yollarını anlatan dervişlere, abdallara bunu yaptıran kalplerinden taşan Allah aşkıydı. Hacı Bayram Veli’ye “ Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm. Yanmada derman buldu bu gönlüm.” mısralarını yazdıran hakikate erme isteğiydi. Somuncu Baba’ya, Hacı Bektaşi Veli’ye ve nicelerine hamaset peçelerinin ardındaki öz mayayı, nuru gösteren de ancak bu denli büyük bir aşktı. Hakikate âşıktılar ve Allah’ın rızasına erişmek için millete hizmet ettiler. Bize kurdukları medeniyetle beraber onun kilidini de miras bıraktılar aslında. Medeniyetin kilidi onların sözlerindeydi, zihniyetindeydi: Milletine âşık olmak. Bir aşığın vazifesi ne ise onu yerine getirmek: Allah rızası için, O’na kavuşmak için hizmet etmek. Milletinin cefasını çekmek sefasında bir kenara çekilip huzurla onu izlemek… Milletinin mutluluğuyla mutlu olmak, her zaman daha mutlu nasıl olabilir diye hâl çareler aramak. Sözün özü O’na kavuşabilmek için teni, cânı millet yolunda îsar etmek…
Kendinden geçmek gerek, hep vermek hep vermek hiç istememek… Tıpkı anneler gibi. Sinan’ın annesi Cangüzel gibi. Kendi canından kendi sütünden gelen cefaya göğüs gerip vefasızlığını bilmeyen, görmeyen Cangüzel. Sen ne büyük bir kadınsın ki kavrulduğun ateşin içinden bir gün olsun vefasız oğluna ah! Etmedin. Seccade başında, özlemin acısıyla Hû çektin gönlünü boşalttın da bir günden bir güne Sinan’a kötü laf etmedin. Oğlum, içi güzel yavrum diye diye, gönlüne evlat aşkını koyan Yaradan’a kavuştun. Analık ne deseler bana Cangüzel derim, kelime senle anlam bulmuş sanki. Anne olacaksam bir gün sen gibi olmak isterim…
Dünya böyledir işte… Terazinin bir tarafında Yedi Peçeli kahraman Sinanlar; diğer tarafında aşk ateşinde yana yana mânâya eren Cangüzeller, Zühreler. Peki ya biz? Bir nefeslik ömürde Sinan mı olacağız, Zühre mi? Dünyanın bize gösterdiği bir anlık rüyaya kendimizi mi kaptıracağız yoksa Zühre gibi olup tarihin şanlı yaprakları arasından bize seslenen, kemikleri sızlayan ecdadımızın derdine derman mı olacağız? Türk milletinin aşığı olduğumuzu söylüyoruz ya, bilelim ki en çok seven en büyük işleri başarmak borcundadır. Âşık olan zaten alacağını almıştır, artık bir şey isteyemez bundan geri o verecektir.* Bundan sonra hep biz vereceğiz, ömrümüzü, yüreğimizi milletimiz yoluna karşılıksız vermekten çekinmeyeceğiz. Taşerlerin, Başbuğların yolunda Ülkücü olmak için adım atıyoruz ya bilelim ki Ülkücünün aldığı en büyük karşılık millet aşkının kalbine düşmüş olmasıdır. Son kez unutmayalım, bu çağ bizim Ciğerdelenimiz. İçinde bulunduğumuz cezirden bizi yalnızca sevgi çıkarabilir.
CİĞERDELEN, SAFİYE EROL