“Hoca! Hoca! Bu musalla taşı,
musalla taşı olanda böyle er kişi görmedi!”
Hüseyin Nihal Atsız’ın cenaze merasimi yapılmaktadır; imam, “Er kişi niyetine…”
der ki Fethi Gemuhluoğlu’nun haykırışıyla sarsılır kalabalık. Rahmetli İrfan
Fethi Üstat bu haykırışında haklıdır; hatta biz de yazımızın başlığını seçerken
zerrece tereddüt etmedik. Gerçekten de ömrünü omurga nedir, nasıl bir şeydir
sorularının cevabına büründürmüş dev bir şahsiyetti o.
Bizim neslimiz, tevellüt gereği belli
bir hafızanın takipçisi konumundadır. Bu hafıza içerisinde de bizlerin tanıdığı
devler öyle hiç de azımsanacak boyutlarda değildir; ama biz Atsız Hoca gibi bir
dev ne bildik ne de gördük. Okuyucular bir mukayese yaptığımı düşünmesinler,
kaldı ki buna hiçbir Türk evladının haddi ve hakkı yoktur. Sadece Atsız Beğ’in
dikliğini anlatmakta hatırlayacağımız bir örneğin sahibinden bahsedeceğim:
Galip (Erdem) Ağabey…
Galip Erdem, birçok gazetede köşe
yazarlığı yapmıştır ve onun yeni bir gazeteye her başladığında ilk yazısının
hemen üstüne iliştirdiği dikkat notu vardır. O notta “İnanmadığım hiçbir şeyi
yazmayacağım fakat inandıklarımın tamamını da yazamayacağım.” demiştir. Bu
noktainazardan bakılınca, Nihal Atsız’ın inandıklarını, yalnızca ve yalnızca
inandıklarını ve inandıklarının hepsini yazdığını söylemek pek mümkündür. Kendisi
bu tutumunun aksini şereften saymamış, lügatine almamıştır. Zaten onun
literatüründe politik olma kavramına da asla yer yoktu. Belli şartlar altında
ülküsünü savunmayacak, politik davranacak, bir başka deyişle doğrunun tümünü
söylemeyecek çok insan vardır; bu davranışın doğruluğu ya da yanlışlığı
tartışılsa da tartışılmayacak tek şey Atsız Beğ’in bunu yapmayacağı ve
yapmadığıdır. Atsız Hoca, inanmadığını hiç mi yazmamıştır, yazmıştır elbet; ama
bunu tabiri caizse bilinçli taksirle, sürekli inandıklarını yazmasından
rahatsız olan çevrelerin üzerine çok gitmelerine karşılık olarak yapmıştır.
Misal, bir tartışmalarının sonucunda Reha Oğuz Türkan’a Ermeni demekten,
Süryani demekten kendini almamıştır; oysa öyle olmadığını en iyi kendisi
biliyordu. Bize göre bir adam inanmadığını yazacaksa bile böyle yazmalıydı;
inandıklarını yazabilmesinin önünü açmak için, dik bir ömür geçirmenin hakkı
için.
Peki, kimdir bu Nihal Atsız? Ya da
nedir bu Nihal Atsız desek yanılmış olur muyuz? Bence olmayız; olmayız çünkü
Nihal Atsız bir olaydır aynı zamanda. Bize bu yazıyı yazdıran, yazının
merkezine dik duruşunu aldıran, başkaca muharrirlerin ayrı ayrı yanlarına belki
de bütün yanlarına değindikleri yazılarına konu olan; gören görmeyen tanıyan
tanımayan herkesçe sevilen, sayılan, özlenen ve aranan başlı başına bir hâdisedir.
İlginç olan şu ki nesilleri aşmış bu Atsız aşkının oluşmasında bir kerecik
propaganda yahut reklam öğesine rastlamazsınız. Buna rağmen Atsız soyadının
akabinde “Beğ”siz, “Hoca”sız anmakta bile üzerlerinde bir ar etme yükü bulan
hayran kitlesi nasıl oluşmuş olabilir, inanın biz de bilemiyoruz.
Tarihçiliğini çok seviyoruz, bu yüzden
unutamıyoruz desek; nice tarihçilerimiz var, göçenleri andığımız; hayattakileri
takip ettiğimiz nice daha önemli tarihçilerimiz var. Lakin onların hiçbirine
Atsız Beğ’e olan ihtiramı göstermiyoruz. Kim bilir, onun tarihe amansız
dokunuşunu seviyoruzdur; ortaya döktüklerinin benzersizliğini. Türk Tarihinde
Meseleler isimli kitabını 1966’da çıkarttığında tarihte doğru bilinen birçok
yanlışı çekinmeden söylemesi bizi bizden alıyor olabilir.
Fikir adamlığını çok sayıyoruz, bu
yüzden aklımızdan çıkaramıyoruz desek; yine nice fikir adamlarımız var, hemen
hepsi göçmüş olan nice daha önemli fikir adamlarımız var; Ziya Gökalp var
mesela “Türkçülüğün Esasları”nı ilan etmiş. Özür diliyorum, bu üslup gene bir
mukayese diliymiş gibi geçiyor olabilir size. Fakat öyle değil; bizim Atsız
Hoca’ya bağlılığımız bir türlü andırmıyor ötekileri. Aslında bir tuhaflık söz
konusu; bilmediğimiz istisnalar dışında şahsım dâhil çoğumuz fikren aynı yerde
durmayız Nihal Atsız’la, ona bağlılıktan ödün vermeyip aynı zamanda fikirlerine
tamamen katılmamamız yaman bir çelişki sanki. Bu durumu şöyle açıklayalım ve
ona bağlılığımız neden andırmıyor diğerlerini anlatalım. Biz belki Nihal
Atsız’ın fikirlerine tam bağlı değiliz; ama onun kendisinin fikirlerine
bağlılığına, onları her türlü ahval ve şerait içinde savunuşuna yani buz gibi
bir fikir namusluluğuna sonuna kadar bağlıyız.
Romancılığını çok özlüyoruz, bu yüzden
hafızamızdan atamıyoruz desek; Türk edebiyatı geçmişimiz birbirinden kıymetli
romancılarla dolu, yaşamayanlardan tutun yazın yaşamına yeni başlayanlara
kadar; geniş bir yelpazede romancımız var. Yalnız ben bir kez olsun rastlamadım
ki, Türk yazın tarihinde Dedem Korkut’tan başka birine Ata denmiş olsun.
Ediplikte Korkut Ata ne ise Atsız Ata da odur diyecek değiliz ve bunun karar
vericisi de olamayız; ama tefekkür dünyamızda yolbaşçı veya koca mefhumlarının
bir karşılığı olarak gelmiş olan Ata lafzı yüz yıllar sonra gelen Nihal Atsız’a
yakıştırılıyordu. Bunun yanında yıldırım sesli Manasçımız Cengiz Aytmatov,
Hüseyin Nihal Atsız için; “Bozkırı hiç görmediği hâlde, bozkırda yaşamış gibi;
bozkırı anlatabiliyor.” demiştir. Biz onun romanlarında; tarihî vesikalarda
isimsiz hatta cisimsiz okuduğumuz Çin sarayı baskınını tüm renkleriyle
görmemizi, Türk ansiklopedisinin Kür Şad diye bir kahramanla şereflenmesine
vesile olduğunu izlememizi özlüyor ondan dolayı muadil eserlerde aynı doyuma
ulaşamıyoruz.
Şairliğini çok arıyoruz, bu yüzden
hatırlamadan edemiyoruz desek; edebiyat bilimciler tasdik edecektir zirvedeki
bir şair değildi Atsız Beğ, zaman zaman şiirler yazmış bir tarihçi ve fikir
adamıydı; gelin görün ki Atsız Hoca’nın şiirleri bu kanaati irademiz dışında
öldürüveriyordu. Öyle ki onun şiirlerindeki o eşsiz, bulunmaz tılsım en çetin
kalenin burçlarına asılmış bayrak gibi dalgalandırıyordu içimizi. Belki de biz
onun şiirlerinde gördüğümüz; yılmaz Türkçülüğe, uslanmaz savaşçılığa, tavizsiz
dik duruşa ve bunların yanında beşerî aşkın ilahî anlatımına, ölüme
sarılırcasına işlediği ölüm temasına başka dizelerde şahit olamadığımız için
arıyoruz onu.
Vakıa bizlerin onsuz, Atsız’sız
olamamasını ifade etmek bir bakıma boşa koysan dolmuyor; doluya koysan almıyor
nispetinde bir uğraş. Türkçülüğün, ülkücülüğün; doğruluğun, dürüstlüğün hak
etmek şartıyla bizlerde sadece sıfat olarak duracağı aşikârdır. Hüseyin Nihal
Atsız için ise bunlar sıfat değildir; Türklük ülküsünün, doğruluğun,
dürüstlüğün zâtı doğrudan odur. O, Kür Şad’ın kendisidir; o, Türk’ün ta kendisidir.
Ona yönelen olağanüstü sevgi ve saygı da bundandır… Şu kuşku dolu maskaraların
süregelen salaş piyesinde bir an olsun şüpheye mahal verdirtmediği için
duruşundan bir efsanedir Atsız!
Şimdiye dek, Hüseyin Nihal Atsız’ın
yazılacak olan bir biyografisine önsöz mahiyetinde kelâm ettik; müsaadenizle
ben bu noktadan sonra biyografiye geçmeyeyim. Onun biyografisini ya başka ehil
kalemlerimize bırakalım, ya da başka bir deneme için söz verelim; ben şu an
itibariyle sonsöz muhtevasınca bir iki kelâm daha edip yazıyı nihayete
erdireceğim. Benim sonsözüm ise, Atsız Beğ’in, hayatının her döneminde son
sözleriymişçesine söylediklerini teşkil edecek. Evet; ben onun ölüme olan
sevdasından bahsedeceğim. Bunu Atsız Hoca’nın sevdasını ördüğü dizelere bakarak
yapacağım.
İlk durağımız, bütün şiirlerinin
kitaplaşan ismi de olan Yolların Sonu’ndan son iki dörtlük olacak:
Ey doğunun alnımı serinleten rüzgârı!
Ey karanlıkta bana arkadaşlık eden ay!
Arzularım bir oktur, aşar ulu dağları,
Düştüğü yer uzakta “DİLEK” adlı bir saray.
O
sarayda bulunca tanrılaşan erleri
Artık gözüm arkaya bir daha dönmeyecek.
Hepsi sussa da “Kür Şad” uzatarak elini:
“Hoş geldin oğlum ATSIZ, kutlu olsun” diyecek.
Kür Şad’ın kendisi
dediğimiz Nihal Atsız’ın, hayatında hep bir özlemi vardı ki o da Kür Şad’a
kavuşmaktı. Bir yandan savaşçı ruhuyla tanıdığımız Atsız Beğ, hatta savaşçılığı
insanın yaratılışında alternatifi olmayan bir gaye veya bir fıtrat olarak gören
Atsız Hoca, ölüme hep bir özleyiş olarak baktı. Çünkü Kür Şad’a kavuşmanın
yegâne yolu bu idi. “Yolların Sonu” geldiğinde Kür Şad’a ulaşacağına da Kür
Şad’ın onu geri çevirmeyeceğine de inanıyordu. Biliyordu; ‘Hepsi sussa da Kür
Şad uzatarak elini: “Hoş geldin oğlum Atsız, kutlu olsun” diyecekti, bunu
biliyor her dem ölüme sarılıyordu.
Ölüme sarılmanın bir
hissiyatı olmalıydı; o bunun farkındaydı, adını “Bahtiyarlık” koymuştu:
Her şeyin bir şekli var, her derdin bir ilâcı…
Türlü türlü yemişler verir dünya ağacı.
Zafer çetin, ilim güç, bozgun kötü, aşk acı.
Hâlbuki bahtiyarlık: Belirsizdir ve tektir.
Bahtiyarlık:
Boraca yüce dağları aşmak
Varılmadan ölünen uzak yerlere koşmak,
Tanrı’nın sofrasında mest olarak konuşmak
Ve ömründe bir kere, bir kere sevinmektir…
İnsan nasıl bahtiyar olur
diye sorulsa bize, hepimiz havsalamızın aldığı muhayyilemizin verdiği ölçüde
cevaplar veririz; ama çok zor hatta bana göre imkânsız ki ölmektir demeyiz.
Nihal Atsız demiş; Bahtiyarlığı yazmış ölüm için, son iki dörtlüğünde daha net
gördük biz. Üç dizede tanımlıyor hayatın ölüme benzemezliğini, ‘Hâlbuki
bahtiyarlık: Belirsizdir ve tektir.’ diyor; ölümü inanç kavramındaki
karşılığıyla anıp belirsizliğine ve tekliğine dikkat çekiyor. Koşa koşa
aşılacak dağların ardındaki bir vuslat gibi bir kere sevinmekten bahsediyor o,
‘Tanrı’nın sofrasında mest olarak konuşmakla hayal ediyor ölümü. Bu
“Bahtiyarlık” değil de nedir?
Aslında bir vaha bulmak
gibiydi onun için ölüm; ömür çöl, sonsuzluk ise bir suydu Gel Buyruğu’nda:
Tanrının “gel” buyruğu tatlılıkla erince,
O’na doğru can kuşu nice uçmasın, nice?
Ne yaşamak tasası, ne dünyanın yasası,
Ne de bir kaygı kalır can yükünü derince.
Bu dirlik bir kılıçsa ölüm onun kınıdır;
İkisini birlikte verirler bir verince.
Ecel dedikleri şey erlerin kevseridir;
Gözünü kırpmadan iç, içme çağı erince.
Bir yumunca gözünü, kaybedince özünü,
Çalamazsın sazını öyle inceden ince.
Ne güneş kalır, ne ay; ne ırmak akar, ne çay;
Dünyaya gelmedin say yağız yere girince.
Bildiğin neyse unut, Tanrı’ya kavuştun tut,
Bir gün ölüm meleği seni yere serince.
Şu gördüğün ne varsa birer küçük damladır,
Bir denize akıyor hepsi yerli yerince.
Bitiş gördüğün baştır, mezar beşiğe aştır,
Ölü diriye eştir, düşün biraz derince.
Atsız! Ölüm gerekmez teninde can yaşarken,
Sen burada olmazsın ölüm kanat gerince…
Nihal Atsız, ‘Ecel
dedikleri şey erlerin kevseridir,’ dercesine içmek istiyordu bu sudan; ‘Gözünü
kırpmadan iç, içme çağı erince.’ diye söylüyordu nefsine. Öyle ki bu vaha ile
esrikleşmişti kendi deyimiyle ve yaşamayı da ölüme eş tutuyordu ölmüşçesine. Bu
hâli, ‘Bitiş gördüğün baştır, mezar beşiğe aştır’ dizesiyle anlatıyordu
kendisine; ‘Ölü diriye eştir, düşün biraz derince.’ telkiniyle rahatlar
gibiydi. Vuslat gününü tarif ediyordu artık; ‘Atsız! Ölüm gerekmez teninde can
yaşarken,’ diyor, ‘Sen burada olmazsın ölüm kanat gerince…’ sözüyle yeniden
umutlanıyordu.
Başta da söylemiştik;
hayatının her döneminde bir sevda ya da bir beklentiydi onun için ölüm, farklı
yıllarda yazdığı birbiriyle ilişiksiz dörtlüklerde ifade ediyordu bunu en çok.
12 Ocak 1952 tarihli olanı aynen şöyleydi:
Üç ömre bedel kırk yedi yıl gün gibi geçti,
Dünyadaki her zevke dedim: Yok kadar azmış.
Bir başka hayat, bir başka cihan özlüyorum ben,
Bildim ki ölümden öte gerçek olamazmış…
Ömrünün üçte ikisini yaşamıştı ki
daha, üçte biri gözünde yoktu Nihal Atsız’ın hiç yoktu; her şey çok açık çok
netti ona göre. Nadir görülen bir hâlet-i ruhiye ile hazırlıklı ama çaresiz bir
adamın mektubu gibiydi sözleri, ‘Bir başka hayat, bir başka cihan özlüyorum
ben,’ demekten alıkoymuyordu kendini ve arzusu netti; ‘Bildim ki ölümden öte
gerçek olamazmış…’ diyor ama aradığını bulamıyordu.
Üç yıl geçmişti, ecel
hükmünü icra edecekti ama daha yirmi yıl vardı; bekliyor canı yanıyordu. 28
Temmuz 1955 tarihinde yazdığı dörtlük bunun belirtisiydi:
Darmadağınık ve perîşan aklım,
Beni sersem ediyor bunca acı.
Çâre yok: Yazdı ezelden Yaradan,
Çâre yok: Sâde ölümdür ilâcı…
Ne aklı umurundaydı Atsız
Beğ’in, ne de his duyuyordu gönlünde; ruhu bedeninden sıyrılırcasına bir pürmelâlin
tam ortasındaydı. Atsız Hoca, kendi hastalığını çoktan ilan etmiş ve
kabullenmişti; ‘Çâre yok: Yazdı ezelden Yaradan,’ diye başlıyordu reçetesine,
‘Çâre yok: Sâde ölümdür ilâcı…’ diyerek maluma heves ediyordu âdeta.
Malumun onda uyandırdığı
manevî bir duygu vardı; dört başı mamur olmuş bir kelimeye tekabül etmekteydi
bu duygu, düpedüz kendisiydi Kader’in:
Dünyada gerçi olmadı bir şeyde kârımız,
Ukbâda belki olsa gerek itibârımız.
Ağyâr gül kopardı dikenden demet demet,
Hâr oldu bağrımızda çiçek yüzlü yârımız.
Yükseldi arşa neşvesidûnun, esâfilin;
Toprakta gizli kaldı bizim âh ü zârımız.
Baş eğmedik edâniye ikbâl ü câh için;
Mâziye, ırka, sancağadır iftihârımız.
Şâd olmamak olur mu, Kızıl Elma semtine…
Bir gün dönerse râyet-i âli-tebârımız.
Hiçbir emel gönülde karâr etmiyor bugün,
Ermektedir, şitâya hazin sonbahârımız.
Hakanların dikilmeli Altay’da tuğları,
Varsın cihanda olmaya görsün mezârımız.
Deseler ki; “Hüseyin Nihal
Atsız’ın tüm sevenlerini topladık, bütün şiirlerini de sevenleri arasında
taksim edeceğiz; bundan sonra kimler hangi şiiri beğendiyse sadece onu okusun.”
hiç düşünmez, Kader şiirini seçerdim. Nihal Atsız’ın yazmakla kalmayıp, âdeta
bestelediği bu şiiri, her kelimesiyle, her dizesiyle tıpkı musikisi gibiydi
ölümün. Hâl böyle olunca, seslerin dansı olan bir şiiri, yazımızın gidişatı
gereği de olsa bölemiyoruz ölüm teması nasıl işlenmiş diye. Şu ilk iki dizenin
ta sondaki dizeye nota vermesine bakın: “Dünyada gerçi olmadı bir şeyde
kârımız, Ukbâda belki olsa gerek itibârımız; Varsın cihanda olmaya görsün
mezârımız.” Şimdi biz, şiirin içinde bile biçimce ayrı yerlerde durmalarına
rağmen renkçe ve sesçe olağanüstü şekilde kavuşabilen bu üç dizeye nasıl
bakalım parça parça. Hele ki şu “ukbâ” kelimesi bir şairin ağzına bu kadar mı
yakışır, okurlar “Geri Gelen Mektup”tan hatırlayacaktır; ‘Hasret çekerek uğruna
ölmek de kolaydı, görmek seni ukbâdan eğer mümkün olaydı.’ dizelerini. Ukbâ;
sonsuzluk, işte Atsız’ın ölüme ve ölümcül şiirlerine olan tutkusu.
Onun tutkusu bir
özleyişti, biz bunu Yolların Sonu’yla belirtmiştik; şimdi o tutku en iyi ve en
son ifadesini Sona Doğru’da bulacak:
Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesindeyim,
Bir ülkünün mehabetinin zirvesindeyim.
Dünya denen mezellete dalsın her isteyen,
Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.
Herkes bir özleyişle yaşar… Ben de öylece
Altaylar’ın ve Tanrıdağ’ının çevresindeyim.
Merdânelikle şöyle bakıp ayrılıklara
Son menzilin hüzün dolu kâşânesindeyim.
Artık veda zamanına pek fazla kalmadı;
Yorgun ve kimsesiz ölümün bahçesindeyim.
Yukarıda yer verdiğimiz
1955 yılına ait dörtlüğünde, maluma heves ediyor demiştik Nihal Atsız için; artık
o maluma vardığını düşünüyordu. Hatta bunu varılabilecek tüm nihayetlerde
olabileceği gibi menzille açıklıyordu; “Merdânelikle şöyle bakıp ayrılıklara ‘
Son menzilin hüzün dolu kâşânesindeyim.” derken, bir parça üzüntüsünü de
saklamıyordu. Atsız Beğ, “Herkes bir özleyişle yaşar… Ben de öylece ‘
Altaylar’ın ve Tanrıdağ’ın çevresindeyim.” dizeleriyle menzilinin anayurt
olduğunu söylese de özleyişinin oraya varmakla dineceğini dese de o bir parça
üzüntüyü eklemeden geçemiyordu; e o kadar da soğuk bir adam değildi. Atsız Hoca
yaşamı boyunca insanî duygulardan en yüce olanlarıyla anmıştı ölümü ve ölüme
hep bir şehvetle bakmıştı; “Artık veda zamanına pek fazla kalmadı; yorgun ve
kimsesiz ölümün bahçesindeyim.” dizeleri ise yalnızlık kasvetinin mahzenlerine gark
etmişti onu.
İşte! Hüseyin Nihal
Atsız’ın ölüme olan sevdası her lahza böyle dökülmüştü şiirlerine…
Hayatının tek bir saatinde
bile eğilmek bükülmek hasletini müdrikesine sokmamış, bir ömür böyle yaşamanın
sırrına vâkıf olmuş ve yolculuğunu bu şuurla idâme ettirmiş bir adam için; Din
Elverse Mezara Bile Dik Gömülecek Adam: Nihal Atsız dedik. Bize göre bu diklik
düsturunun kaynağı ölüme olan tutkuda açıklanabilirdi; biz de bu tutkunun önce
şiirlerine tezahür ettiğini, oradan da bize temayüz ettiğini görünce yazımızı
bu hâl üzere geliştirdik.
Hülâsası bir Hüseyin Nihal
Atsız anması olan bu yazı sona ermeye eriyor ermesine de söz konusu Atsız
olunca biz yine çıkmazda kalıyoruz:
“İnanır mısınız? Ben
anılmak değil, unutulmak istiyorum. Bundan zevk alıyorum.” [H.N.Atsız]