Demokrasi kelimesinin “halk idaresi” manasına geldiğini artık herkes bilmektedir. Batı ülkelerindeki demokratik rejimlerin işleyişine bakıldığı zaman, uygulamada da bunun böyle olduğu görülmektedir. Sistemin esası kısaca şudur: Siyasi partiler halkın reyi ile iktidara gelmekte, halkın ihtiyaç, istek ve temayüllerine uygun icraat yapmakta, bunu yeteri kadar başaramadıkları takdirde de, gene halkın reyi ile yerlerini bir başka siyasi kadroya bırakmaktadırlar. Bu sistem, belirli aralıklarla tekrarlanan seçim mekanizması ile hassas bir saat gibi işlemektedir.
Ancak, kabul etmek lazımdır ki, mesele dışından görüldüğü kadar basit değildir. Öyle olsaydı, her cemiyet demokratik rejimle idare edilirdi. Daha da önemlisi, bizim bu yolda harcadığımız asırlık emek müspet bir netice verir ve demokrasi ülkemize bütün şartları ile yerleşmiş olurdu. Demek ki, demokrasi görünüşte basit fakat uygulanması güç bir sistemdir. Yahut da görünüşü gibi işleyişi de basittir. Ama biz onun mahiyetini kavrayamadığımız için, iyi çalıştıramıyoruz. Esasen, bir sistem ne kadar basit olursa olsun, çalışma kaideleri ve işletme usulü öğrenilmemiş ise, başarı ile uygulanamaz. Aksine, çok girift ve karmaşık bir sistem de, mekanizması iyi bilindiği takdirde, tam bir başarı ile işletilebilir. Mesela, binlerce vidası, düğmesi ve parçası bulunan bir elektronik alet, onun işleme şartlarını bilen bir teknisyen tarafından kolayca çalıştırılır. Ama işlemesi sadece ses düğmesinin çevrilmesine bağlı olan bir radyo, bunu bilmeyen insanların elindeyse, ancak tesadüfen çalıştırılabilir. Tabii böyle bir durumda, bilgisizler tarafından orası burası kurcalanan radyonun bozulma ihtimali, tesadüfen çalışma ihtimalinden çok daha fazladır. Ayrıca, bir aleti, bir makineyi kullanmak için onun yalnız nasıl çalıştırıldığım öğrenmek yetmez. Yapısını, mahiyetini ve çalışma şartlarını da bilmek gerekir. Radyonun çalışması için elektrik cereyanının ilk şart olduğunu bilmeyen bir köylü, ses düğmesini açıp-kapamayı öğrense de, bu vasıtayı her zaman kullanamaz. Elektronik beyini kullanan mühendis de, eğer makinenin çalışma sistemini kavramamışsa, ondan gerektiği kadar faydalanamaz. Çünkü, ortaya çıkacak bir aksama, bir arıza karşısında aciz kalır. Daha fenası, alet kullanırken onun işleme şartlarına riayet edemez. Basit bir aksaklığı düzeltmek isterken, makineyi tamamen bozar.
İşte bizim demokrasimiz de, mahiyeti ve çalışma şartları onu kullananlar tarafından bilinmeyen bir makineye benzemektedir. Bu yüzden de bir türlü işletilememektedir. Hani bazı görgüsüz insanlar vardır. Komşularının evinde ne görseler, hemen aynını satın alırlar. Fakat o alet ve eşyaları hiç bir zaman faydalı bir şekilde kullanamazlar. Neticede, boş yere ailenin huzuru kaçmış olur. Bundan kurtulmak için ya o aletten vazgeçmek yahut da kullanmasını öğrenmek gerekir. Ancak, bahis konusu ister makine, ister demokrasi olsun, bunların sadece işleme şart ve usullerini bilmek de onları faydalı şekilde kullanmak için yetmez. En önemli nokta bu kaide ve şartlara mutlak surette uymaktır. Sistemin tabiatında bulunan mantığa yahut makinenin esasını teşkil eden fizik kanununa uyulmazsa, bunlar da tehlikeli bir silah gibi geri teper. En azından, cemiyeti, beklenmedik bir anda yarı yolda, dağ başında bırakır. Ne yapacağınızı, kime başvurup, çıkmazdan nasıl kurtulacağınızı bilemezsiniz. İşte bizim gözü kapalı ve romantik demokrasi âşıklarında görülen ikinci mühim kusur da, bu sistemin emrettiği kaidelere uymamalarıdır. İki kişi arasında oynanan bir satranç oyununda, iki takım arasında yapılan bir futbol maçında dahi taraflar kaidelere riayet etmezlerse ya kavga çıkar yahut da oyun bozulur. Bütün bir milletin kaderini ilgilendiren demokratik rejimin icaplarına boyun eğilmediği zaman da, ülkenin hayatı tehlikeye düşer. Onun için demokrasinin ne olduğunu ve neyin demokrasi olmadığını önce ona sahip çıkan aydınlara öğretmek lazımdır. Sonra da bu aydınları sistemin şartlarına uymağa alıştırmak gerekir.
II
Kısaca “halk idaresi” diye tarif edilen demokrasinin ilk ve asgari şartı, fikir, vicdan, konuşma, seçme, seçilme vb. gibi ferdi hürriyetlerin hâkim olduğu sosyal bir zemindir. Böyle bir zemin üzerinde sistemin işleyişi de şöyledir: 1. Ülkeyi halkın hür iradesi ile seçtiği siyasi kadro yönetecektir. 2. Ülkenin idaresine yön veren en tesirli unsur halkın istek, ihtiyaç ve temayülleridir. 3. Ferdin hürriyetleri hem milli menfaatler aleyhine, hem de başkalarının hakları aleyhine kullanılamayacaktır. Bu üç esastan biri ihmal edildiği takdirde dahi, demokratik sistem işleyemez. Mutlaka soysuzlaşır, çok tehlikeli ve zararlı bir hal alır. Ülkemiz, bir kaç yıldan beri, tam böyle bir tehlikenin içinde kıvranmaktadır. Çünkü Türkiye’ye demokrasiyi getirmek ve yerleştirmek iddiasında olan şahıs ve zümreler -ki bunlara aydın denmektedir- aşığı oldukları demokrasinin icaplarına hiç bir zaman uymamışlardır.
Bilindiği gibi, demokratik rejimde anayasa ve kanunların fertlere tanıdığı hak ve hürriyetlerden her Türk vatandaşının aynı ölçüde faydalanması gerekir. Bu konuda hiç bir şahıs ve zümrenin imtiyazı olmamalıdır. Vatandaşın kanuni haklarını kullanması için de bazı çevrelerin özel müsaadesine ihtiyaç duyulmamalıdır. Hâlbuki Türkiye’de böyle bir hak ve hürriyet eşitliği henüz sağlanamamıştır. Sanki demokrasi “halk idaresi” değil de “aydın diktatörlüğü” demektir. Bu müsaade ettiği sınıra kadar kullanmak zorundadır. Dini inancının derecesini, ibadetinin şeklini, ahlak anlayışını, hatta kılık-kıyafet ve yaşayışını aydınların görüşüne göre ayarlamalıdır. Aksi takdirde, aydın, halka bağışladığı demokratik hakları geri alır. Bu hak ve hürriyetler aydınlar tarafından alabildiğine geniş bir sahada kullanılır ama halk hiç bir zaman ölçüyü aşıp “çizmeden yukarı” çıkmamalıdır. Haddini bilmelidir. Nitekim teşkilatlanmak, direniş, yürüyüş, miting, forum ve boykot yapmak yalnız aydınların hakkı sayılmaktadır. Halk, aydınların teşvik ve müsaadesi olmadan, kendiliğinden böyle bir şeye teşebbüs ederse, bunun adı ya “ayaklanmadır” ya da “irtica hortlaması”dır. Sadece, ideolojik karakterdeki işçi ve köylü hareketlerine karşı aydınlar müsamahalıdır. Öğretmen, avukat, doktor, gazeteci, mühendis, memur ve öğrenci gibi meslek grupları toplu halde direnişe geçtikleri takdirde, bu hareketin adı “anayasal hak ve özgürlüklerin kullanılması” olur. Hükümetçe makul ve anlayışla karşılanması şarttır. Onların isteğine uymak, hukuka boyun eğmektir. Halk toplu halde devletten bir şey ister ve hükümet de kabul ederse, bu, “halka ve gericiliğe taviz vermektir.” Türkiye’de aydınların çok kullandıkları ve devlet adamlarının da büyük önem verdikleri iki tabir vardır: 1. Aydın kamuoyu. 2. Baskı grupları. Bunlar, ülkemizde birer müessese sayılmakta ve siyasi hadiselere yön vermektedir. Hâlbuki gerçek bir demokraside, rejimin tabiatı icabı, en büyük baskı grubu halktır, millettir. En tesirli baskı unsuru halkın vicdani kanaatidir. Kaç kişi oldukları bilinmeyen “aydın kamuoyu” ile kimi temsil ettikleri meçhul “baskı grupları” daima asli varlık olan milletten sonra gelir. Bunların tesiri ancak sekizinci derecede kalmalıdır. Hele sık sık demokrasinin faziletinden bahsedenlerin, icraatlarında önce milletin isteklerine, sonra da hukukun emirlerine uymaları gerekir. Bizde ise, demokrasiye girdiğimizden beri, durum bunun tam tersinedir. Siyaset ve devlet adamları umumiyetle “aydın kamuoyu” ile “baskı gruplarının direktifleriyle hareket ederler.
Demokrasinin temel kaidelerinden biri olan seçim mekanizması da bizim aydınlarımızca hor görülmektedir. Onlar, Türk milleti ancak kendilerinin beğendiği şahıs ve partilere rey verdiği takdirde seçim neticelerine razı olmaktadırlar. Aksi halde, okuma-yazma bilmeyen, cahil ve gerici halkın rey verme hakkını elinden almak gerekir. Çünkü halk “kendi çıkarının bilincine varmamıştır.” Kolayca aldanmakta ve daima değersiz kimseleri seçmektedir. Memleketi kısa zamanda kurtaracak ilerici aydınlara rey vermemektedir.
Bunlar düşünmezler ki, Türkiye henüz 25 yıldır halkın seçtiği kimseler tarafından idare edilmektedir. O zamana gelinceye kadar hep “seçkin ve ilerici aydın kadrosu” iş başındaydı. Onlar neden ülkemizi güllük gülistanlık yapmadılar? Niçin, iki asırdan beri devamlı olarak geri kalıyoruz? Milli irade işe karışmadan önce memleket daha mamur, millet daha mı mesut ve müreffehti? Üstelik halk sadece parlamento üyelerini seçtiği için, ancak onların kalite ve icraatından sorumlu tutulabilir. Ya üniversitenin, okulların, hastanelerin mahkeme, karakol, gazete ve sinemaların idare ve işleyişinden kim sorumludur? Bunların idarecilerini de mi “cahil ve gerici halk” seçmektedir?
Gene demokrasiye sadık aydınların anlayışına göre, halktan rey almak ve onun itimadını kazanmak için halka hoş görünmeğe çalışmak, saygılı, müsamahalı ve yumuşak davranmak, maddi ihtiyaçlarını temin gayesiyle devlet imkânlarını seferber etmek, büyük bir ahlaksızlıktır. Böyle yapanlar çirkin politikacılardır. Tavizcilerdir. Oysaki halkın yüzüne pek gülmemek icap eder. Onu şımartmak tehlikelidir. Devlet ne lütuf buyurursa, halk ona razı olmalıdır. Hükümet, nereye gönlü isterse, oraya yatırım yapmalıdır. Halkın dilek ve ihtiyacı bir tercih sebebi sayılmamalıdır. Bu, rey avcılığıdır. Tabii bu kafadaki insanlara sormak gerekir:
Demokrasi âşıkları için iktidara gelmenin tek yolu halk tarafından seçilmektir. Bunu temin etmenin de tek vasıtası halkın gönlünü kazanmak, ona sevimli görünmek, onun maddi-manevi ihtiyaçlarına cevap vermektir. Kısaca halka hizmet arz etmektir. Hâlbuki bizim demokrasi havarileri bunu kendileri için zül saymaktadırlar. Milletin istek ve temayülleri onların “umurunda değildir”. Bunların gözünde önemli olan “aydın kamuoyunu”, “baskı gruplarını” ve üç-beş gazeteciyi memnun etmektir. Bir de bazı müesseselerin sempatisini kazanmaktır. Bu anlayış içinde olanlara “halkın istek ve ihtiyaçları mı daha mühimdir, aydın kamuoyunun görüş ve arzuları mı” diye sorulsa, şüphesiz “aydın kamuoyunun görüş ve arzuları mühimdir” şeklinde bir cevap alınır. Ama “milli irade ve demokratik düzen” sözlerini de hiç bir zaman dilden düşürmezler.
Diğer taraftan, demokrasinin bekçiliğini yapmak iddiasında olan bir başka siyasi ekip de, halkın reyini alıp, ona teşekkür etmekle sistemin icaplarına uyduklarını sanmaktadırlar. Kendilerini seçtiği müddetçe millete saygı gösteren bu kadro da demokrasinin ruhunu kavrayamamıştır. Görülüyor ki, meseleyi sadece halkın reyini kazanmaktan ibaret sananlarla, halkı ikinci plana itenler arasında pek fark yoktur. Her iki grup da milletin ihtiyaç, istek ve temayüllerine müspet cevap veremiyor. Nitekim bu ikinci kategorinin mensupları, sistemin bünyesindeki asıl şartlara uyulmadığını anlayamıyorlar. Milli irade ile yüklenilen vazifeden kaçmanın da, halkı hiçe saymak olduğunu düşünmüyorlar. Netice itibariyle bunlar da, halkın dört yılda bir defa rey vermesi ile demokrasinin kurulduğuna inanıyorlar. Demek ki ondan sonrası, seçilen kadronun keyfi arzusuna bırakılmış oluyor. Bu kadro, milletten aldığı yetkiyi, milletin istek ve ihtiyacını temin için isterse kullanıyor, istemezse kullanmıyor. Yahut milletin arzusuna ters bir istikamet tutabiliyor. Böyle bir rejime “halk idaresi” yani demokrasi denebilir mi? Zira memleket idaresine seçim günü fiilen katılan halk, o andan itibaren bütün icraatın, kullandığı rey istikametinde olmasını istemektedir. Bu husus gerçekleşmemişse, halk rejime iştirak ettirilmemiş sayılır. Halktan müspet rey almak, demokratik sistemin sadece başlangıcıdır. İcraat ve idare de hep o yönde olmalıdır ki, şartlar tamamlansın. Onun içindir ki bu şartların tamamına uyulmadıkça demokrasiden bahsedilemez. Böyle bir sisteme “halk- sız demokrasi” denir ki, bunun da, herkesin bildiği demokratik rejim ile hiç bir alakası yoktur. Esasen, demokrasi, devletin daha güçlü, milletin daha mesut ve müreffeh olmasını temin için bir vasıtadır. Bu sistem dar bir aydın kadrosu akıma esen her acayip düşünceyi gerçekleştirmeğe kalkışsın ve gönlünce yaşasın diye kurulmamıştır. Bu sebeple sadece millet menfaatine işlemek şartı ile devam ettirilir. Böyle bir tatbikat da, ancak demokrasinin ne olduğunu bilip, onun icaplarına mutlak surette uymakla mümkündür.
Töre Dergisi, Mart 1972, Sayı: 10