Gazi Mustafa Kemal Atatürk
1927 yılında yazmaya başladığı Nutuk’unda, “1919 senesi Mayısının 19’uncu günü
Samsun’a çıktım.” diyor; milli mücadelenin başlangıcı olarak bu ânı işaret
ediyordu. Nitekim bu başlangıç Erzurum Kongresi’ne kadar uzanmış ve kurulacak
olan düzenli ordunun vereceği savaşlara kadar, şuur oluşturma safhası devam
ediyordu milli mücadelenin.
Erzurum Kongresi’nin
toplanacağı günlerde Mustafa Kemal Paşa ile Mazhar Müfit Kansu arasında bir
konuşma geçer; vakit gece sonlarıdır. Atatürk’ün, Mazhar Müfit’ten isteği bir
not defteridir, yanında olmadığını söyleyen Mazhar Müfit’e yukarı çıkıp getirmesini
rica eder. Paşa’nın şartı ise not defterine yazdıracaklarının bulunacağı
sayfayı Mazhar Müfit’in sonsuza dek kimselere göstermemesidir. Şartı kabul
olunan Atatürk, 28 Temmuz 1919 sabaha karşı diye bir tarih attırır; yazdırmaya
devam eder. Reis Paşa’nın yazdırdıkları, “Zaferden sonra hükümet biçimi
Cumhuriyet olacaktır… Bu bir! İki… Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince
gereken işlem yapılacaktır! Üç; fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka
giyilecektir.” şeklinde sürüp giderken Mazhar Müfit üçüncü maddeyi yazamadan
kalemi düşürüverir elinden. Kalemi eline tekrar aldıktan sonra Atatürk ile bir
süre göz göze kalan Mazhar Müfit’i daldığı yerden yine Atatürk’ün “Neden
duraksadın?” sorusu çıkarmıştı; zaman zaman Gazi Hazretleri ile senli benli
konuşan Mazhar Müfit’in cevabı, “Darılma ama Paşam sizin hayal peşinde koşan
taraflarınız var.” biçiminde olmuştu. Atatürk’ün gülerek, “Bunu zaman gösterir;
sen yaz.” dediğini görünce hiç bozmadan üçüncü maddeyi de yazmıştı Mazhar Müfit
ve Paşasından gelecek yeni kelâmı bekliyordu. Ne olduysa bu anda olmuştu;
Atatürk’ün “Dört! Latin harfleri kabul edilecek…” demesiyle, Mazhar Müfit’in hayalperestlik
olarak addettiği ama vizyonlu bir adamın yakın gelecek görüşü olan bu liste
sona ermişti. Çünkü şok üstüne şok geçiren Mazhar Müfit bu hâlini saklayamıyor
ve kendisinde daha fazlasını yazacak cesareti bulamıyordu. Belki Latin
Harflerinin kabulünden sonraki inkılaplar için de birer ikişer maddesi olacaktı
Gazi Paşa’nın o günlerde, ama Mazhar Müfit’in “Paşam sabah oldu; siz oturmaya
devam edeceksiniz, hoşça kalın.” sözleriyle ayrılmasından ötürü mümkün
olmamıştı bu durum. Nihayetinde kongreler toplanmış, meclis açılmış, savaşlar
verilmiş, cumhuriyet ilan edilmiş, yenilikler ardı ardına ulanmış ve şapka
inkılabı da yapılmıştı; Mustafa Kemal Atatürk şapkayı tanıttığı Kastamonu
dönüşünde Ankara’da eski meclis binası önünde rastladığı Mazhar Müfit Kansu’ya
“Azizim Mazhar Bey! Kaçıncı maddedeyiz… Notlarına bakıyor musun?” diye
soruyordu.
Sıra hakikaten alfabe
değişikliğine gelmişti; Türk dilinin fonetiğine, Türk insanının da gırtlak
yapısına uymayan mevcut alfabe yerine Latin Alfabesi kullanılacaktı. Bu
yenilikle okuma-yazma oranının da artacağına inanan Atatürk, “Büyük Türk
milleti, cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve asil diline
kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir; bu okuma yazma anahtarı ancak
Lâtin esasından alınan Türk alfabesidir.” sözleriyle bir komisyon
kurdurdu. Bu komisyon yeni Türk abecesini oluşturmuştu; şimdi asıl iş bunun
duyurulması, benimsetilmesiydi. Reis Paşa, bir gece İstiklâl Marşı’nın
bestecisi Osman Zeki Üngör’ü Çankaya Köşküne çağırdı ve ona “Latin harflerine
geçeceğiz, halkı alıştırmak lazım; şu harflere bir marş yapsan iş daha
kolaylaşır.” dedi. Üngör, Paşa’ya “Siz de iştirak edin; yapalım.” diye karşılık
vermiş ve her harfi piyanoda notalar şeklinde çalmaya başlamıştı. Marş hazır olduğunda,
Gazi köşkte aşçı, bahçıvan, şoför kim varsa yukarı çağırmış; onlara marşı
söyletip test etmişti. Alfabe hazır, marş güzeldi; Atatürk’ün içine sinmişti.
İlk müjde İstanbul’da verilecekti, 8 Ağustos 1928’de Sarayburnu Parkına
toplanan halka “Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleri ile
kendini gösterecektir. Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir; vatandaşa,
kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve
milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki bir
milletin, bir toplumun yüzde onu okuma yazma bilir; yüzde doksanı bilmezse,
bundan insan olanlar utanmalıdır.” diyordu. Bundan sonra yeni Türk
alfabesinin yaygınlaştırılması için bir seferberlik başlatıldı. Atatürk, Latin
harflerini yaygınlaştırarak Türk dilini ve Türk kültürünü Arap etkisinden
uzaklaştırıp tahsili kolaylaştırmak istiyordu; elinde tebeşirle kara tahta
önünde bizzat kendisinin öğretim yapacağı yurt gezilerine çıkmıştı. Yola
koyulduğunda nüfusun sadece 10’da 1’i okuma-yazma bilen Türkiye’de, kendisinin
öncülük ettiği seferberlikte geniş halk kitlelerinin eğitimi için açılan Millet
Mekteplerinde 50 bin öğretmen 54 bin kursta 2,5 milyon kişiye yeni harflerle
okuma-yazma öğretmişti; seferberlik bittiğinde nüfusun 4’te 1’i okuryazardı
artık. 5 yıl gerekir denilen dönüşüm 3 ayda tamamlanmış ve 1 Kasım 1928’de yeni
Türk harflerinin kabulüne ilişkin kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi
tarafından kabul edilmişti. İnkılap için harekete geçtiğinde Başkomutan olan Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’e, yeni unvanı 11 Kasım 1928 itibariyle Başöğretmen
olarak veriliyordu; 24 Kasım 1928’de bu unvan “Millet Mektepleri Başöğretmeni”
olarak kanunlaşacaktı.
Gazi Paşa Hazretleri, bu
unvanı gerçek bir öğretmen gibi eğitim-öğretim seferberliğine girişmesiyle
almıştı belki ama unutulmamalıdır ki bu sıfat fark edilmeden de olsa onun bütün
yeniliklerinde ön plana çıkmıştır. Gerek Kurtuluş Savaşı’nı gerekse inkılapları
gerçekleştirme sürecinde daima sabırlı, ikna edici, güven verici ve bilgili
karakteri ile hedeflerine ulaşan Atatürk’ün, aslında bu şahsiyeti ancak bir
öğretmende bulunması tabiî olabilecek bir durumdu. İşte bu açıdan onun tam bir
öğretmen ve eğitimci özelliği taşıdığını görürüz. Kaldı ki Reis Paşa, kendisini
de öğretmenlik kişiliğiyle özdeşleştiriyor olmalı; bundandır ömrünü eğitim
işlerine vakfederken her defasında da eğitimciliğin sıradan ve basit bir iş
olmadığına yönelik deklarelerde bulunmuştur. Onun, “Mekteplerde, öğretmen
vazifesinin güvenilir ellere teslimi, memleket evlatlarının o vazifeyi kendine
hem bir meslek, hem bir ülkü sayacak bilgili ve saygı değer öğretmenler
tarafından yetiştirilmesini temin için önemlidir; şu halde öğretmenlik diğer
yüksek meslekler gibi tedricen ilerlemeye ve herhalde refah teminine müsait bir
meslek haline konulmalıdır. Dünyanın her tarafında öğretmenler, insan
topluluğunun en fedakâr ve saygı değer uzuvlarıdır.” sözünden anlıyoruz
ki; memleket kalkınması ile öğretmenlik idealizmi birbiriyle doğru orantılıdır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, öğretmenliğin yanında öğretmenlerin yegâne yuvası
olan okullara da hassas bir ilgiyle yaklaşıyordu; Gazi’ye göre okullar
verdikleri bilimsel eğitimin beraberinde bağımsızlık fikir ve gururunu da taze
kan misali yenilemeliydi. O, okulların bu vasfına “Mektep genç dimağlara,
insanlığa hürmeti, millet ve memlekete muhabbeti, istiklâl şerefini öğretir.
İstiklâl tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için takibi lazım gelen en doğru
yolu belletir. Memleket ve milleti kurmaya çalışanların, aynı zamanda
mesleklerinde birer namuslu mütehassıs ve birer âlim olmaları lazımdır; bunu
temin eden mekteptir.” sözüyle dikkat çekmiştir; ona göre memleket için
çalışanların yüksek vasıflı olması bir zarûriyattı. Biz onun bu düsturundan,
Türk milletinin mensuplarını hem memleket için çalışmaya hem de bu çalışmada
bulunacakları yüksek vasıflı olmaya sevk edecek tek unsurun yine öğretmenler
olduğunu çıkarıyoruz. Atatürk’ün lafı öğretmenlere getirdiğini anlamak için,
“Ulusları kurtaracak olan yalnız ve ancak öğretmenlerdir.” veya “Öğretmenler!
Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır…” sözlerini söyleyenin de bizzat kendisi
olduğunu görmek yeterli olacaktır. Yaşamında daima öğretmene ve öğretmenliğe
olan saygısını her vesilede dile getiren bir kurucu lidere sahip Türk milleti bununla
ne kadar iftihar etse azdır.
O büyük insanın 100. doğum yılı olan 1981’de, şahsına Başöğretmen unvanının
resmen verilmiş olduğu 24 Kasım, Öğretmenler Günü olarak ilan edilmiş; her yıl
bu mahiyette kutlanması kararlaştırılmıştı. İlki Başöğretmenin yüzüncü yaşında
olacak ve “Başta Başöğretmen Atatürk olmak üzere…” diye başlanacak açılış
konuşmalarının öncülük edeceği programlarla kutlanacaktı artık öğretmenler
günü. 11 sene boyunca böyle de olmuş; yine bir kasım ayında, 26 Kasım 1992’de
Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Öğretmenler Günü Kutlama
Yönetmeliği çerçevesinde kutlamaların prensipleri belirlenmişti. Değil sadece
yirmi dördüncü gününü, her gününü ayırsak kasım ayının ve hatta tüm günlerini
ayırtsak yılın hakkına gene de eriştiremeyiz öğretmenlerin ama öyle ya da böyle
her halükarda bizim için sonsuz bir şeref nişanesi olarak kalacak 24 Kasım’ı
öğretmenlerin en anlamlı günü olarak ilan etmiştik. Batı’da ise böyle güzide
bir armağanı öğretmenlere bahşetmek, ancak 1994 yılının 5 Ekim’inde UNESCO
tarafından akıl ediliyordu; kabul edilen “Öğretmenlerin Statüsü Tavsiyesi” adına
yapılacaktı kutlamalar. Tabi bundan bahsetmemin asıl sebebi, bazı etnisite
bölücülerinin Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlıklarından ötürü “Biz niye Avrupa
ülkeleriyle aynı gün kutlamıyoruz?” çıkışlarına sitemde bulunmak içindir; valla
kusura bakmayın 24 Kasım gibi millî bir tarih dururken 5 Ekim bizi bağlamaz
açıkçası.
Hâsılı, Kasım’da Eğitim
Başkadır diye atmıştık yazımızın başlığını; Türk eğitim tarihine Cumhuriyet’in
dokunuşundan yola çıkıp Latin harflerinin kabulüne uğramış ve Atatürk’ün
eğitimci kişiliğinden dem vurarak Öğretmenler Günü’ne getirmekle muhteva
oluşturduğumuz bir denemeydi bu. İhtiva ettiğimizi başlığa doğrudan yansıtmamız
zor olacağı için de bahsettiğimiz her şeyin vaktiyle kasım ayında
gerçekleşmesinden ötürü nüktedan bir başlık seçtik… Vesileyle “Büyük Türk
ülküsünün aziz öğretmenleri! Haklı ve şerefli mücadelenizi mutlaka
kazanacaksınız… Kaybetmenize imkân yoktur; çünkü böyle bir kayıp, milletimizin
sonu mânâsına gelir.” diyen Galip (Erdem) Ağabey’imizi de bu satırlarda
hatırlamayı bir borç bilir hepinizi hürmetle selâmlarım.
2018-12-13