Altmışlı yılların başındayız. İzmir’deki milliyetçi entelektüel gençlerin yapabileceği en güzel gezilerden biri, Salihli’deki Doğu Türkistanlıları ziyaret etmek. Öyle ya, onlar, Türk dünyasının en uzak köşesinden gelmiş. Başkanları Ali Beg Hâkim’in oğlu da bizim grubumuzda; dolayısıyla hem yakın hem de tanıdık bir yere gidiliyor. Hatırladığım yol arkadaşlarım arasında Ahmet Bican Ercilasun, Muzaffer ve Özer Hiçyılmaz, Ömer Işık, Hasan Kalaycıoğlu ve tabi, Hüsamettin Gülcür ağabeyimiz var.
Daha sonra birlikte türkü söyleyeceğiz: “Bu bahçada kimler bar/ Oynang car, oynang car/ Erler bilan kızlar bar/ Oynang car”; sonra da donbura eşliğinde kartal dansı yapılacak. Ama önce reisin evine yemeğe davetliyiz.
Ali Beg Hâkim, evinde bize at eti ikram ederken, Türkiye’deki particilerden çektiklerini öfkeyle anlatıyor. Kulaklarım onda, gözlerim bu uzak Türk’ün yapısını inceliyor. Komşuları ve metbuları Çinliler’den ne kadar farklılar! Uzun boy, mavi gözler… Aklıma, Göktürk Kaanları’nın da böyle tasvir edildikleri geliyor. Zaten Ali Beg’in oğlu, çocukluk arkadaşım Hasan Oraltay’a da hep aşağıdan yukarıya bakmaya alışığım. Ben 1,76 olduğuma göre Hasan, en az 1,90 olmalı. Komünist hâkimiyetinden sonra çarpışa çarpışa Himalayalar’ı aşmaları… Çinliler’in uçaklarına karşı tüfek ve kement atarak mücadeleleri. Sonra Hindistan ve uzun bir yolculuktan sonra nihayet Türkiye.
Altmışların başı dedim ya… Türkiye’de “devrik” DP, yeni iktidar CHP ve “kuyruk” (DP’nin başı gitmiş, arkada kalan anlamına “kuyruk”) Adalet Partisi var. Bir de maazallah Turancılar’ın sızmış olması ihtimali bulunan CKMP. Turancılar’ın sakıncalı olduğunu biliyoruz. Çünkü İsmet İnönü 1944’de öyle söylemişti. Asya Türk yurtlarının ilelebet esir kalacağı ve SSCB’nin ilelebet yaşayacağı belliyken adamları üzerimize kışkırtmanın alemi yoktu. Misak-ı Millî sınırları dışında emeller taşımak insanı tabutluklara kadar götürebilir. Misak-ı Millî içindeki Kerkük de Turan sayılıyor. Irak’ta da Baas rejiminin ilelebet kalacağı da malum… Arayı bozmamak, arayı bozanlara göz açtırmamak gerek. Biz gençler bu durumdan epey keyif alıyoruz. Elhamdülillah hepimiz Turancı’yız! Buraya gelmemizin sebebi de bu zaten. Kanunen yasak bir şey yapmasak da resmî devlet politikasına muhalifiz, değil mi ya! O da en az kanunun yasakladıkları kadar, hattâ belki onlardan da kuvvetli yasak sayılır. Kanunla gücün ne kadar iç içe geçtiği o kadar açık ki! Daha dün Yassıada duruşmalarında, bir işlemi hangi kanuna dayanarak yaptığını soran “sanığa”, yargıç Salim Başol, “Çünkü sizi buraya tıkan güç böyle istiyor!” diye ağzının payını vermiş ve epey alkış almıştı!
İşte bu cadı kazanında, Doğu Türkistan göçmenleri hakkındaki dedikodular da almış yürümüş. Kimilerine göre onlar kuyrukları destekliyorlarmış! Hattâ daha vahimi, Turancı CKMP’yi! (Allah Allah…Doğu Türkistanlılar’ın Turancıları’ı destekleyebileceği de kimin aklına gelir, değil mi!)
Ali Beg Hâkim gürlüyor: “Biz Altaylar’dan buraya, burada Adalet Partiyası var, Millet Partiyası var, Halk Partiyası var diye mi geldik? Biz kurtçu imişiz” Sesi alçalıyor.” Evet, ava çıktığımızda önümüzden tavşan geçerse uğursuzluk, kurt geçerse uğur sayarız.” Sonra yine gürlüyor, “Biz buraya şu partiya, bu partiya var diye gelmedik. Biz buraya, burada uluğ Türük milleti var diye geldik!” Ali Beg Hakim, işi bu nutukta bırakmamış. Herkesin gözü onların mahallesindeki sandıktan çıkacak oylarda ya… Aileleri toplamış ve hangisinin kime oy vereceğini bir bir tebliğ etmiş. Sonuçta Salihli’nin Doğu Türkistan mahallesinden her partiye tam tamına eşit oy çıkmış!
Yarım asırlık bir hikâyeyi şu soruyu sormak için anlattım: Ali Beg Hâkim’i Doğu Türkistan’dan Türkiye’ye getiren çekim gücü neydi? Niçin yol üstündeki Pakistan, Hindistan, İran, Arabistan veya o günün politik şartlarında kolayca gidebilecekleri ABD’yi değil de Türkiye’yi seçmişlerdi? “Çünkü orada uluğ Türük milleti var!”[1]
Doğu Türkistan Kazaklar’ı, sadece uzak bir coğrafyadan değil, uzak bir zamandan da geliyordu. Endüstri çağının “e”siyle, kapitalizmin “k”sıyla tanışmamışlardı. Konar göçerdiler. Uzak galaksilerin ışığı bize nasıl milyarlarca yıl önceki evrenin görüntüsünü veriyorsa onlar da bin üç yüz yıl önceki Türk milletinin sosyal yapısını yansıtıyordu. Belki ok-yayın yanında tüfek de kulanıyorlardı ve gözleri biraz çekikleşmişti; o kadar.
Sosyoloji ve “Millet”in Tarifi:
Bizi Türk hissettiren, Ali Beg Hâkim’i Altaylar’dan Salihli’ye getiren nedir? Şüphesiz ki “mensubiyet şuuru”. Milliyet duygusunun temelinde bu şuur var. Milletin tarifini de bu şuurla yapabiliriz. Millet, kendisine bağlılık duyulan topluluktur. Milletin tarifi çok çeşitli şekillerde yapıldı. Fakat basit ve doğrusu, “mensubiyet şuuru”dur. Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türküm diyene” sözü de bu şuurun ifadesinden ibarettir.
Rahmetli Galip Erdem Bey, millet tarifi üzerinde uzun süre çalıştı. Çektiği entelektüel sancının bizzat şahidiyim. İlk tespiti, her milletin entelektüelinin, kendi milletini en geniş tarzda kapsayacak bir tarif aramasıydı. İki dünya harbinden önce Fransa ile Almanya, Alsas- Loren havzasını çekişiyordu. Havzanın halkı kültür açısından Fransız, ırken Almandı. Bu yüzden o günlerin Fransız düşünürleri millet tariflerini “kültür birliği”ne, Almanlar ise “ırk birliği”ne dayandırıyorlardı. Galip Erdem, Türk Milleti’ni en geniş şekilde kapsayacak ve tek unsura dayalı bir tarif aramış ve bunun, “bir soya mensubiyet şuuru” olduğuna kanaat getirmişti.[2] Bu tarifin, “ne mutlu Türküm diyene”den ve “mensubiyet şuuru” ifadesinden biraz daha özel olduğunu görüyoruz. Mensubiyet şuuru demekle yetinmiyor, bu şuurun bir sebebine, tarih ortaklığına da atıf yapıyor. Binlerce yıllık bir macerayı birlikte yaşamış olmaya… “Millet”, “halk”tan ayıran “zaman boyutu”na mensubiyet şuuruna dayanan “tarif” bizi birkaç yönden rahatsız edebilir.
Birincisi, “tarif” çabasının metot açısından ne kadar değerli olduğudur. Millet sosyolojik bir olgudur. Onu mantığa, akla dayanarak tarif etmeye çalışmak yerine, milletin ve milliyet duygusunun hangi şartlarda ortaya çıktığını, hangi şartlarda çıkmadığını; nelerle güçlenip nelerle zayıfladığını irdelesek daha yararlı ve anlamlı olmaz mı? Kaldı ki millet diye bir olgunun varlığı açıktır. Bu açık olguya niçin tek sebep bulmak zorundayız? Galip ihtimalle millet, tek sebepten değil, tarih içinde birden fazla dinamiğin birleşmesi sonucunda ortaya çıkmıştır.
İkinci rahatsızlığımız, sonuçla sebebi karıştırma tehlikesidir. Biraz mantık döngüsü, totoloji yaptığımız hissidir. Millet mensubiyet şuurudur diyoruz… Peki, bu şuuru doğuran nedir? Niçin tarihin bütün devirlerinde bütün topluluklarda bu şuur doğmamaktadır? Bu sorulara cevap vermeden “mensubiyet şuurudur” demenin değeri var mıdır?
Gerçi siyaset ve devlet adamı ve aynı zamanda bir entelektüel olan Mustafa Kemal, onuncu yıl nutkunu “ne mutlu Türküm diyene” ile bitirirken millet tarifi yapma iddiasında değildi. Galip Erdem de “en kapsayıcı tek unsur”u arıyordu. İkisi de sosyoloji teorisi geliştirmek iddiasında değildi.
Peki, sosyoloji millet ve milliyete nasıl bakıyor? Yukarıda sorduğumuz, “Milliyet şuuru hangi şartlarda doğar, hangi şartlarda doğmaz. Onu güçlendirecek ve zayıflatacak etkiler nelerdir?” soruları, tam da sosyolojinin alanıdır.
Sosyolojinin millet ve milliyet üzerinde bugüne kadar elde ettiği sonuçları incelemeden önce sosyoloji biliminin tabiat bilimlerinden farkını kısaca hatırlamakta yarar var. Bilim metodu, insanlığın görece yeni keşiflerindendir. İnceledikleri sistemlerin karmaşıklığına göre çeşitli bilim dallarının kuruluşu ve gelişmesi farklı zamanlarda ortaya çıktı.. İnsanoğlunun dişini en erken geçirdiği bilimler, basit sistemlerle uğraşanlardır. Mekanik ve gök mekaniğinin bilim metoduyla ele alınması 16. hattâ 15. asra kadar uzanır. Bu dallar ilk ortaya çıkanlardır ve en çok gelişmiş olanlarıdır. Biyoloji, tıp daha karmaşık sistemlerle uğraştığı için, modern bilim metodu bu alanlarda daha geç başarı kazanmıştır. Psikoloji ve sosyoloji ise en karmaşık sistemleri hedef alır ve en son kurulup en geç gelişen alanlardır. Sosyoloji, fizikten neredeyse dört yüz yıl sonra ortaya çıkabildi. Bu genç dalların önünde bilim metoduna ve onun başarılarına örnek olarak fizik bilimleri vardı. Bilhassa başlangıçta, taze sosyologlar, psikologlar, tıpkı fizikteki gibi iki üç harfli denklemlerle kendi alanlarında da meseleleri çözebileceklerini umdular. “İş bölümü”, “cemaat- toplum”, “gemeinschaft-gesellschaft” ayrımları ve birinden diğerine geçişlerin sosyolojiyi büyük çapta halledeceği sanıldı. Bütün cemiyetler de tıpış tıpış aynı gelişme çizgisinde, ilkelden feodale, feodalden şehre gitmekteydi. Psikoloji ve ekonomide de aynı basitlik arayışlarına misaller bulunabilir. Bu erken izahlar arasında içlerinde az veya çok doğruluk payı bulunanlar olduğu gibi, tümüyle yanlışlanmışlar da vardır.
Genç bilimlerin az önce saydığımız ortak hamlıklarına ek olarak toplum bilimlerine has bir talihsizlik daha var. Modern bilim metodu, büyük çapta bir Avrupa buluşudur. Toplum bilimleri de 19. asırdan başlayarak fakat yine Avrupa’da ve Avrupa’nın fikir bakımından uzantısı olan Kuzey Amerika’da gelişti. Ayın veya sarkacın hareketini Avrupa’da mı Asya’da mı incelediğiniz fark etmez. Fakat sosyolojide bu fark eder. Hem de ciddî şekilde… Yeni dalın bilim adamları, doğal olarak, ilk millet teorilerini kendi çevrelerine göre, yani Avrupa’ya göre geliştirdiler. Fakat bu “Avrupa merkezlilik”in dar görüşü (“eurocentrism”) zaman ilerledikçe fark edildi ve elden geldiğince düzeltilmeye çalışıldı.
Millet olgusunun ve milliyet hissinin Fransız İhtilali’nden sonra ortaya çıktığı ve ancak feodalite sonrası toplumlarda bulunabileceği Avrupa merkezli bir iddiadır. Artık bunun Avrupa için bile doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Aşağıda bu konuya tekrar döneceğiz. Avrupa feodalizminin, dünyanın diğer yerlerinde hiç ortaya çıkmaması, siyasî gücün sıklıkla merkezî imparatorluklar şeklinde belirmesi bu fikri çürütmede tek başına yeterlidir. Bilimde istisnalar yoktur. Kaide olmadığı anlaşan hatalı “kaideler” vardır.
Modern Sosyoloji ve Millet:
21. asra girerken sosyolojinin, millete mensubiyet şuuru hakkındaki düşünceleri nelerdir?
Milliyet üzerinde geniş araştırmalarıyla tanınan sosyolog Ernest Gellner, 20. asrın sonuna kadar geliştirilen dört teoriyi eleştirmiş ve beşincisi olarak kendisininkini ileri sürmüştür.[3] Gellner’in eleştirdiği dört teori şöyledir:
Millet tabiî, kendiliğinden âşikâr ve kendi kendine ortaya çıkan bir sosyal olgudur. “Milliyetçilerin teorisi” denilen bu görüş, etnik bir topluluk ve birliği sağlayabilecek siyasî şartlar mevcut olduğu halde, birçok toplumun milletleşemediği gerçeği karşısında sıkıntıya düşmektedir. Belli ki millet teşekkülü için ortak bir dil, hattâ bir etnik kimlik yetmiyor.Başka bir deyişle, kimlik için gerekli bütün unsurlar mevcutken bile, kimlik ve mensubiyet şuuru gelişmeyebiliyor. Hiç olmazsa her coğrafyada ve her tarih döneminde ortaya çıkmayabiliyor.
Anti milliyetçi teori: Sosyolog Kedouri’ye göre, millet, tesadüfî bir dizi fikrin “maalesef” bir biri ardından ortaya çıkışının yol açtığı entelektüel ve elim bir hatâdır. Bu heyecanlı söylem, sosyolojinin temel kabullerin de reddeden fevrî bir çıkış gibi görünüyor.
Marksistlerin “yanlış adres” teorisi: Proleterya sınıfına gönderilen “birleşiniz, zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yoktur!” mesajı, kötü bir postacı hatasıyla sınıflar yerine milletlere tebliğ edildi! Gellner’in biraz da eğlenerek özetlediği bu mesaj bir bakıma sınıf işi tutmayınca Rus komünistlerince başvurulan “tek ülkede sosyalizm” ve “emperyalizm” teorileriyle millet gerçeğini kabule zorlanmalarının da hikâyesidir.
Karanlık tanrılar teorisi: Cedlere bağlılık, kişinin ve şu anın ötesindeki bir soya inanç insanlığın en eski hislerindendir. Millet bu atavistik duyguların devamından ibarettir. Bu, biraz (1)’deki düşüncelerin tekrarı gibidir ve benzer şekilde tenkit edilebilir. Fakat (1) gibi, bu düşüncenin de toptan yanlışlığı söylenemez.
Bu eleştirilerden sonra Gellner, kendi düşüncesini özetler. Bu düşüncenin eleştirilen noktalarını da kısaca vereceğim. Fakat Gellner’in tespitleri bir dizi kritik soruya cevap verebilme potansiyeli taşıdığı için önemlidir: Milliyet hissi nasıl güçlenir, nasıl zayıflatılır? Birliği güçlendirmek için hangi noktalara dikkat etmek gerekir? Milliyetçilik hissi, kalkınmaya yararlı mı, zararlı mıdır?
“Daha önce nüfusun çoğunluğu veya tamamının hayat tarzı, aşağı kültürlerin hâkimiyetindeyken, cemiyete bir yüksek kültürün empoze edilmesiyle milliyetçilik ortaya çıkar. Bu, bir anlaşma biçiminin (“idiom”) örgütlü okullar aracılığıyla ve akademik denetim altında geniş şekilde yayılmasıdır. Bu anlaşma biçimiyle, bürokrasi ve teknolojide yeterli[4] bir iletişim mümkün hale gelir. Ortaya anonim, kişilerle sınırlanmayan bir cemiyet çıkar. Fertler atomizedir ve bir diğerinin yerine geçirilebilir. Onları bir arada tutan, her şeyden önce bu ortak kültürdür. Halbuki milliyetçiliğin gelişmesinden önce, bağlayıcılık fonksiyonunu, bölgelerde ayrı ayrı ve rasgele yaratılan folklorların bir arada tuttuğu karmaşık yerel gruplar üstleniyordu…”
“Milliyetçiliğin ön şartları (ve sürdürülebilmesinin şartları), geniş veya bütün nüfusu kapsayan okur-yazarlık ve hem yatay hem dikey sosyal hareketliliğe öncelik veren, kendini ekonomik gelişmeye adamış bir toplumdur. Endüstrileşen toplumun, paylaşılan bir medyada bağlamdan bağımsız iletişimi sağlayacak bir “yüksek kültür”e ihtiyacı vardır. İletişim ortamı, milliyetçiliğin doğuşunda ve sürdürülmesinde sahnenin tam merkezinde yer almakla beraber işin özünü, çağdaş çalışma örgütlenmesini ve bürokrasiyi etkin kılan ortak kültür teşkil eder.”[5]
Gellner’in Eleştirilmesi:
Gellner’in zayıf noktaları yayınlarının hemen ardından eleştirilmiş, Gellner onlara cevap vermiş, tenkitlerin haklı gördüğü yönleri karşısında fikirlerinde gerekli bazı düzeltmeleri yapmıştır.
Zayıf noktalardan önce güçlü yönlerden söz etmek daha doğrudur. “Yüksek kültür”, gelişmiş ve zengin, dakik iletişim kavramlarının akademik kontrol altında ve bir okul teşkilâtı ile bütün topluma yayılması, folklorik alt kültürlerin yerine bu “yüksek kültür”ün geçerek bağlayıcılığı sağlaması, toplumun küçük gruplar (menfaat veya folklorun bir arada tuttuğu yapılar) yerine geniş bir mensubiyet şuuru ile bağlanması temel noktalardır. Gellner’de “yüksek kültür”ün en önemli unsuru dildir. Bir başka yerde Gellner, belki biraz abartıyla, “dil kültürün bir aracı değildir; dil kültürdür” der.
Bu “yüksek kültür” anlayışıyla Ziya Gökalp’in folklora ağırlık veren, harsla medeniyeti kesin çizgilerle birbirinden ayıran tezlerinin ciddî şekilde çeliştiği açıktır.
Gellner’e göre milliyetçiliği doğuran unsurlar aynı zamanda medenileşmenin, modernleşmenin ve endüstrileşmenin de ön şartıdır. Zaten ona göre, milliyetçiliği yaratan endüstrileşmedir.[6] Kendi tabiriyle “agraria”dan (“tarım dünyasından”) “industria”ya (“endüstri dünyasına”) geçiştir. Milliyetçilik modernleşmenin, gelişmenin ve endüstrileşmenin sürücü gücüdür. Agrariadan industraya geçişte, yüksek kültüre sahip, bunu temsil edip yayacak bir elit grup, başlangıçta fitili ateşleme rolünü yüklenmelidir. Yüksek kültür yeterince yaygınlaşıp bütün nüfusu kapsar hale geldiğinde milletleşme süreci tamamlanmaktadır.
Gellner’in milliyetçiliği, yerel folklorlar yerine yüksek kültüre, bu yüksek kültürün yayılmasını örgütlü eğitime ve nihayet, modernleşmeye bağlaması büyük çapta kabul gördü. Eleştiriler yine millet ve milliyetçiliğin yeni bir gelişme olup olmadığı üzerinde yoğunlaştı. Çünkü Gellner milliyetçiliğin doğuşunu Fransız İhtilâli’nden bile daha yakın zamanlara, endüstrileşme çağına çekiyordu.
Ben, Ali Beg Hâkim’i duyar gibiyim: “Biz, Altaylar’dan buraya, burada ‘industria’ var diye mi geldik!”.
Gerçeğin öyle olmadığını keşfetmek için Avrupa dışına çıkmaya bile gerek kalmadı. Endüstrileşmeden önce, Avrupa’nın okyanus kıyısına konuştukları dille siyasî sınırları bire bir örtüşen, tıpkı bugünün millî devletlerine benzeyen devletler vardı. Portekiz, İspanya, İngiltere gibi… Sonunda Gellner bunların bağlayıcı gücüne de “eski tip milliyetçilik” demek zorunda kaldı. Bu kabullenme, münakaşayı bitiriyordu muhakkak! Hattâ “göbek deliği olan milletler” (endüstrileşmeden eski bir millî his ve birlik kastedilerek) ve “göbek deliği olmayan milletler” gibi ayrımlar yapıldı.[7]
Sonuçta, sosyologlar, millet ve milliyeti 18. asır ve sonrasına hapsetmekten vazgeçti ve milliyetçiliğe, geçmişin kapıları açıldı.
Tanıma ve Millete Mensubiyet Şuuru:
Avrupa’ya has feodalite yapısında milliyet şuurunun gelişemediğini kabul etmeliyiz. Onlar için millet çağı, gerçekten feodalitenin yıkılmasıyla başlar. Asya bozkırları böyle değildir. Avrupa’nın okyanus kıyısı da… Bir taraftan bozkırın, diğer taraftan okyanus kıyısının ve nihayet milliyetin zirveye çıktığı günümüzün ortak noktası nedir? Niçin her üçünde de millete mensubiyet şuurunun yaşadığını ve güçlendiğini gözlüyoruz?
Feodalitede nüfusun büyük kesimi hareketsizdir. Bulunduğu coğrafyaya çakılmıştır. Asya’nın atlı medeniyetinde ise, tam tersine, hareketlilik doruktadır. Avrupa’nın okyanus kıyısı devletleri aynı zamanda denizciliğin ilk geliştiği ve Asya’da atın işlevinin filoların yüklendiği medeniyetlerdir. Günümüzde ise kültürlerin birbirini tanıması için fizikî hareketliliğe gerek yoktur. İletişim araçları bu işlevi yeterince yerine getiriyor. O halde dönüp dolaşıp, rahmetli Necdet Sancar Hoca’nın sözlerini tekrarlayabiliriz: “Türkler atı erken ehlileştirdikleri için dünyadaki diğer milletleri yakından tanıma imkânını elde ettiler. Böylece diğer milletlerin ve kendi kimliklerinin farkına vardılar.” Bu sözlere, isterseniz “atı erken ehlileştirdikleri için” yerine, daha geniş bir izah olarak, “yerleşik tarım sonrası— ve yerleşik tarımdan daha elverişli— bir ekonomiye geçtikleri için” ifadesini kullanabilirsiniz.
Daha önceki bir yazımı, Kur’an’dan, “Sizi kavimler hâlinde yarattık ki birbirinizi tanıyasınız” ayetiyle bitirmiştim. Bunu da Karacaoğlan ile bağlayalım:
Gezdim seyran ettim Frengistan’ı;
Elleri var, bizim ele benzemez.
Güzelleri türkü söyler çığrışır;
Dilleri var bizim dile benzemez.
Acaba millet ve milliyet oluşumunda burada hissedilen “biz” ve bize benzemeyen “onlar”ın idrakinin önemi nedir? Gezmek ve seyran etmenin ağırlığı nedir? Geçmişte fizikî hareketlilik ve günümüzde bilginin hareketliliği ne kadar rol oynamaktadır? Milletlerine göbek deliği açanlar, Karacaoğlan gibi büyük coğrafyalarda bedenleri veya zihinleri ile dolaşanlar olmasın? Altaylar’dan kalkan atlıların Salihli’ye konmasını sağlayan; “biz”i yaratan ve diğerlerini tanımamıza yol açan, bu hareketlilik mi?
Millete mensubiyet şuuruna toplumun çoğunluğunun ulaşmasını sağlayacak yüksek kültürü—bir başka deyişle, “emperyal kültürü” —yeterince biliyor, benimseyip yayabiliyor muyuz? Entelektüel elitlerin asıl misyonu bu değil midir?
_____________________________
[1] Benzer bir hikâye, âdeta “deja vu”, Ankara’daki Cengiz Kaan Çin Lokantası’nda (Tayvanlılar’ın işlettiği, Uğur Mumcu Caddesi’ndeki bir lokantadır.), Salihli ziyaretinden kırk küsur yıl sonra başıma geldi. Çekik gözlü olmasına çekik gözlü, fakat uzun boylu ve hiç de Çinli gibi hareket etmeyen bir erkek ve bir kadın garson, eşimle benim dikkatimizi çekti. Kimsiniz, neredensiniz diye sorduk. “Doğu Türkistanlıyız” dediler. Uygurmuşlar. Karı-koca, İngiltere’de öğrenciymiş. Sırf Türkiye’yi merak ettiklerindan para biriktirip gelmişler ve bir süre kalabilmek için, Çince bilme avantajlarını kullanarak garsonluk yapıyorlarmış. Onlara “uluğ Türük milleti”ni sormadım. Gerek yoktu.
[2] Galip Erdem, “Suçlamalar 2”, Töre Devlet Yayınevi, Ankara (1975).
[3] Bilimi bilim yapan da zaten bu sürekli “yanlışlama” çabasıdır. Modern sosyolojinin millet kavramlarının kritik bir özeti, “The State of the Nation- Ernest Gellner and the Theory of Nationalism”, editör: J. A. Hall, Cambridge University Press (1998)’de verilmektedir. Bu bölümdeki özetlememde ben de büyük çapta bu kaynağa dayandım. Kitapta konunun uzmanı 13 sosyoloğun, sahayı özetleyen makaleleri yer alıyor.
[4] Gellner’in kullandığı ifade: “makul ölçüde dakik”.
[5] Aynı yer, Brendan O’Leary, sayfa: 47. Pennsylvania Üniversitesi Siyasî Bilim Profesörü O’Leary, Irak’ta “Kürdistan hükümeti”ne anayasa danışmanlığı yapmıştır. “Millet inşası” için konunun uzmanına ihtiyaç duyulmuş olmalı.
[6] Daha doğrusu, eşitsiz bir endüstrileşmedir. Önce endüstrileşenlerin övüncü ve sonradan endüstrileşenlerin toparlanışıdır.
[7] Meselâ A. B. D., göbek deliği olmayanlar sınıfına girebilirdi. Fakat A. B. D.’nin kuruluşunda her eyalette hâkim İngiliz çoğunluğun bulunduğu gerçeği karşısında, “belki onların da göbek deliği vardı” düşüncesi hâkim oldu.