“Anne ördek sabırla yumurtalarının kırılmasını bekliyordu. Vakit tamamlanınca ördek yavruları yumurtalarından çıkmaya başladılar. Fakat en sona kalan en büyük yumurta bir türlü kırılmıyordu. Sonunda yumurtanın beyaz kabuğu çatladı. Diğerlerinden daha farklı ve gri renkte olan ördek yavrusunun küçük kafası göründü. Anne ördek yeni doğan yavruya bakarak; ‘Umarım değişir.’ dedi şefkatle. Zaman ilerliyordu ama ördek yavrusunun rengi hala griydi. Kümesin bütün hayvanları onunla alay ediyorlar, ona ‘çirkin ördek yavrusu’ diye sesleniyorlardı.
Zavallı yavru o kadar mutsuzdu ki sonunda uzaklara gitmeye karar verdi. Gün boyunca yürüdü, gece olunca ise çok yorulmuştu. Mola verdi. Bir yanda açlık, bir yanda korku… Ama yapabileceği hiçbir şey olmadığından derin bir uykuya dalmakta gecikmedi.
Ertesi sabah su sesleriyle gözlerini açtı. Geceyi yaban ördeklerinin çılgınca eğlendiği küçük bir göl kıyısında geçirdiğini anladı. Bu gürültücü arkadaşlarına kendini tanıtmaya hazırlanıyordu. Birden bir tüfek sesi ile irkildi. Hiç zaman kaybetmeden oradan uzaklaştı. Çok geçmemişti ki küçük ördek kendini bir çiftlikte buldu. Çiftliğin sahibi yaşlı kadın onu doyurdu. Ateşin yanında uyumasına izin verdi. Fakat yavru ördek bir göl bulabilme umuduyla oradan da uzaklaştı.
Günlerce bir göl bulabilmek için rastgele yoluna devam etti. Sonunda bir göl kıyısına ulaştı. Bu arada yalnız başına yaşamayı öğreniyordu. Bu göl kıyısında yavru ördek gün geçtikçe büyüyordu. Kendisi farkında olmadan görüntüsü değişiyordu. Geçen kuğuları gördükçe onların asil duruşları ve güzel görünüşlerinden dolayı iç çekiyordu.
İlkbaharda bir kuğu sürüsü gölün kıyısına yuva yapmaya geldi. Çirkin ördek yavrusuyla tanışmak için yaklaştılar. Fakat kendisini bu zarif kuşlarla arkadaşlık etmek için çok çirkin ve kaba buluyordu. Birden bire suda aksini gördü. O da ne? Kendisini güzel bir kuğuya dönüşmüş olduğunu fark etti. Kuğu sürüsüne katıldı ve ömür boyu mutlu oldu.
Çirkin ördek masalından esinlenerek pek çok öteki yazısı yazıldı kuşkusuz. Hatta masalın pek çok farklı formu var günümüzde. Danimarkalı şair ve yazar Hans Christian Andersen, 11 Kasım 1843 tarihinde yayınlamış bu masalı. Masal, ne şekilde çıkarsa çıksın karşımıza değişmeyen bir gerçek var: Çirkin ördek yavrusu bir ötekidir ve çirkin ördek yavrusu, masalın sonunda mutlu olacaktır.
Rivayetçi tarih anlayışına sadık; menkıbevi tarihe bağlı, hamasete de düşkün bir milletin evlatlarına kendi çirkin ördeklerinin de mutluluk içersinde yaşadıklarını anlatmak isterdim. Hatta kendi cemiyetlerinde çirkin ördeklerin asla olmadığını; her bireyin çirkin dahi olsa öteki olmadığını, bulunduğu her ortamda sahiplenildiğini, değer olarak görüldüğünü, renk katmakta vazgeçilmez sayıldığını falan gururlanarak anlatmak isterdim. Bu mümkün olmayacak tabii. Ancak yine gururlanarak ötekiyi anlatacağım.
Ötekinin belli bir tanımı, mevsimi mekânı; alanı, ortamı olmayışı durumu epey zorlayacak. Zaten sanıyorum ki herkesin öteki tanımı farklıdır ve herkesin ötekisi de kendinedir, hatta kendindendir. Dilemma deyişime Türkçeci arkadaşlar kızmazlar umarım. İkilem de diyebilirdim ama dilemma kulaklara muammayı çağrıştırıyor ve nedense bana hep bir hastalık adı gibi gelmiştir dilemma. Bahsettiğimiz bu hal de bir hastalık değil de nedir?
Hamasi olarak Türk Milletinin varlığını ortaya koyduğu ilk ana; bilimsel olarak da yaklaşık 150 yıllık bir geçmişe dayandırabileceğimiz Türk Milliyetçiliği Fikir Sisteminde yolunda gitmeyen bir şeyler var. Hem de bahsettiğimiz bu yol sıradan bir yol değil; bir aşkla bağlandığımız, bizi kutlu ülkü Turan’a götürecek yoldur. Yolda, gitmesi gerektiği gibi gitmeyenler var. Yolda, yolunu şaşmış, yolsuzluğa kapılmış, hatta yolsuzlukları haddini aşmış olanlar var. Her şeye rağmen baki olan yoldur. Yolcunun kalitesi yolun değerine etkide bulunamaz. Bir yolun değerini o yolun temelindekiler ve gittiği yer belirler.
Yola karşı olan sonsuz bağlılığımız ve yolun doğruluğuna dair şaşmaz inancımız, yol üstünde meydana gelen yanlışlıkları görmemizi mi engelliyor? Yola olan sevgimiz yol üzre olduğunu iddia eden herkesi hemen kabulleniyor ve bu yola düşenlerin yanlış yapmayacağına dair bir perdeyi gözlerimize mi indiriyor? Bunların muhasebesini artık yapmak zorundayız. Zorundayız çünkü birileri uğruna pek çok şeyi göze aldığımız yolumuzu gündelik siyasetine malzeme edemesin. Açıkça ifade etmek gerekir ki Türk Milliyetçiliği her milliyetçiyim diyene teslim edilmeyecek kadar kıymetlidir. Tüm olumsuzluklara rağmen yol, tarihten aldığı ilhamla her türlü darbeye rağmen var ve var olmaya devam edecek.
Bir de yolda, yolun üstünde olmayı hak etmeyenlerin olmasından şikâyetçi olanlar var. Öyle ki bu yolun üstünden giden kimileri, yolun altında kalmaya bile layık değiller. İşte bu sebeple yola gönülden bağlı olanlar, gerçek yolbaşçılar hak etmediği halde yolun üstünde gidenlerden şikâyetçiler. Hele bir de bu liyakatsizler, bu ehliyetsizler düzine düzine dümenlerin dizildiği bir düzen kurmuşlarsa şikâyet kaçınılmaz olur. Buna da sistem derler… Bu sistem o kadar mübarektir ki asla ve kata değişmesine müsaade etmezler. Sistemleri kara bir sisten farklı değildir. Işığıyla pırıl pırıl parlayan, göreni kendine hayran bırakan ve bir cazibe merkezi gibi insanları kendine çeken kutlu yol, üstüne çöken sisten dolayı patika mesabesinde dahi görünmemektedir. Bu durum sistem dolaylarındaki sisten dolayı olmaktadır. Yolu görmek istediği gibi göremeyenler, kendileri gibi yolu görmek istedikleri gibi göremeyen insanlar için, kutlu yolun tekrar o eski pırıltılı günlerine kavuşması için, sistem dolaylı sise savaş açarlar. Bu kişiler sadık yolculardır. Yolun üstünde giderken bu yolun altında binlerce şehidin yattığının farkındadırlar. Yol incinmesin diye yumuşak adımlar atanlardır.
Sis dışarıdan yok edilmez, sisi yok etmek için sisteme girmek gerekir. Bu sistem öyle bir sistemdir ki üstüne sis bulaşmayanları, yolun sisli olmasına katkı sağlayamayacak olanları sinesine katmaz. Bir damla temiz suyun bir koca deryayı temizleyemeyeceği; ancak bir damla kirli suyun bir koca deryayı kirletebileceği gerçeği burada da hükmünü uygular. Sadece sisli havada, kirli suda yaşayabilenler tabii ki aydınlık, berrak bir yolda gitmeyi istemeyeceklerdir. Daha da kötüsü zamanla yolu kendilerine benzeteceklerdir.
İşte bu durumda gidişata dur demek isteyen kişi, ortalığa çöken sisten dolayı net görülemeyecek ve sesi hiçbir zaman duyulmayacaktır. Zaman zaman kulaklara bazı çağrılar gelse de bunlara kulak asılmayacak ve bu cılız sesler kalabalıkların gürültüsüne kurban gidecektir. Öyle ya sisli bir sistemde meydan sadece kalabalıkların olacaktır.
Oluştan, olmuş olandan ve olacak olandan şikâyetçisin. Allah var ya kendi namına zerre beklentin de yok. İyi olsun da bensiz olsun, diyecek kadar da diğerkâmsın. Dilemman ile baş başa kaldığın yerdesin. Çirkin ördek dahi olamamaya doğru emin adımlara ilerliyorsun. Kutlu olsun. En başta hiç yapmaman gereken bir şey yaptın: Sorguladın! Yolun esasında nasıl olduğunu görmeye çalıştın. Sisli havaya rağmen gözünü daha açık tuttun. Ve düşündün… Uzun zamanlar boyunca… Konduramadın. Kendinden şüphe etmeye başladın. Nasıl olurdu? Bu yol üzre olduğunu söyleyen hatta doğrudan yolun üzerinde gördüğün kimseler yolun kendisi kadar kutlu; yolun kendisi kadar doğru değiller mi? Sen kendini suçlayadururken sis perdesi yolun üzerine bir kat daha koyu olarak çökmeye devam ediyordu…
An geldi kırılma noktası oldu senin için. Fark ettin ki kutlu olan sadece yoldu. Yol üstünde olanlar yol üzre olursa yoldan kut alırdı. Devamlı tarih okuduğundan tarihsel referanslar bulman kolay oldu. Yol üzere olmayan, yoldan çıkan kağan da olsa yoldan atılırdı.
İkinci dilemmanla baş başasın. Haddini de bilirsin ya kimseyi yoldan atmak filan gibi düşüncelerin olamaz. En fazla yola biraz daha fazla riayet edilmesini isteme hakkını kendinde görebilirsin. Ve kabul edilemez ikinci yanlışını yaptın: Kısık seslerle de olsa yol üzerindeki, yolunda olmayan şeyleri söylemeye başladın. Nasıl oldurdu? İnsanoğlu düşündüğü, tespit ettiği her şeyi rahatça söyleyebilir miydi böyle? Aslında hiç de rahat değilsin çünkü dilemmalar sarmış etrafını. Söylediklerin yolun selameti için de olsa hadi yola zarar verirse? Bu düşünce bile seni kahretmeye yeterken her ne kadar temkinli olsan da yol aleyhinde konuşmakla itham edildin. Bilmediğin bir şey vardı: Sis sadece yeryüzüne çökmez; insanların konuşmalarına da çökerdi. Öyle ki onları olduğundan çok farklı gösterirdi.
Her şey çok hızlı gelişti. Sana verilen selamlarda bir tutukluk vardı önce. Sonra gittikçe azaldılar. Hakkında hükümler veriliyordu. Kim bilir kimin adamıydın? Ötede durmalıydın. Artık ötekiydin… Yetmez! Cezan da kesilmişti… Çok sevdiklerin de olsa uzak duracak ve ötekiliğin devamlı yüzüne vurulacaktı. Helalleşmen bile engellenecekti. Belki birkaç yürekli kişi sana selam verirdi. Belki kuytuda birkaç cılız selam ve içinde bolca ama geçen kesik cümleler de çok görülmezdi sana. Oysa tek yaptığın yoldan öğrendiklerini yapmaktı… Hayatını yoldan öğrendiklerin üzere yaşamaktı…
Yol o kadar kutluydu ki, değil ayrılmak ona bakarken göz kırpmak aklından geçmezdi. Ne yaşarsan yaşa yoldan kopamazdın ya! Hatta yol için daha fazla öteki olmak vardı. Yol için daha çok okumak, gözünü daha çok açmak, daha çok konuşmak… Veliliğe erişme arzusundaki bir deliliğe sığındın. Okudun bolca. Tarihe döndün yüzünü. Tarihten sana selam gönderen kahramanlar vardı…
Kendi çağlarının ötekileri… Yüz yıl öncesinde seni yaşamış olanlar; yüz yıl öncesinden sana yaşanmışlıklar bırakanlar… Okudukça tanıdın onları; tanıdıkça daha çok okudun. Onların damarlarında dolaşan deli kanın sanki kendi damarlarında dolaşır olduğunu hissettin. Adeta yanlış çağa doğduğunu düşündün. Senin devrin yüz sene önce yaşanmıştı.
Çok sevdiğin Atsız’ı yıllarca anlayamamıştın da bir yerde; onun sanki binlerce yıllık Türk tarihini aynı anda yaşıyor olduğunu, günümüz dünyasında nefes alırken o anda kim bilir binlerce yıllık bu ihtişamlı tarihin hangi safhasında yaşadığını, kimsenin bilemediğini, okuyunca işte demiştin, sığınağım olacak yer: Yolun sis çökmeden önceki hali. Yolda yürüyecektin elbet; ancak yolun sis çökmemiş anlarını bu günde yaşayarak…
Kemalist yaklaşımın Cumhuriyet döneminde yaptığı tahrifat seni bu dönemden uzak tutuyordu. Salt Osmanlıcı bakışla her şeyi çözebileceğini sanan kör gözler de gözünün önüne dayanmış sisi aratmayacak kadar gerçeği örtüyordu. Önceki devirler de çok geride kalmıştı. Kendini, genç yaşlarında istiklal için istikbalden vazgeçen İttihatçıların arasında buldun. Gençlerdi, senin gibi. Toylardı belki ama cesurlardı. Ve sonuna kadar Ülkücülerdi…
Onlar, kendi çağlarının ötekileri olmakla birlikte mağluplardı da. Anlaşılamamışlardı. Muktedir olamayan iktidarlar yaşamışlardı. Kendi çağlarının ötekileriydiler. Kendi çağları da geçince kimileri muhakeme etmeyen mahkeme kararlarında istiklal adına istikballerinden oldular, kimileri iflah olmaz hayallerinin koynunda Çeğan Tepesi’nde, kimileri Soğomonların hain ellerinde, kimileri de Karakinlerle Sergoları besleyenlerin müflis ama hortlamaya hazır emellerinde can verdiler. Onların efsaneleri aratmayan masalları çirkin ördeğinki gibi mutlu sonla bitmedi. Yine de yüz yıl sonra yaşasalar da aslında onların çirkin ördek dahi sayılmamalarına rağmen kuğulardan yakışıklı serdengeçtiler olduklarını bilenler olacaktı. Yüz yıl sonrasının ötekileri… Yüz yıl sonrasının çirkin ördek dahi sayılamayanları…
Bu yakışıklıları tanıdıkça onların mağlup oluşları çok etkiledi seni. Müzmin yenilmişlik sendromu yaşamaya başladın. Romantik bir mağlubiyete âşık oldun sanki. Muzaffer komutanların şaşalarından daha fazla, yenilmiş Enver’in hayalleri etkiliyordu seni. Enver yenilmişti belki ama hayalleri hala senin içinde yaşıyordu. Heyhat… Zafer göremedin ki muzafferlerle özdeşleştiresin kendini. Onlar kaybedenlerdendi de şimdi sen ebediyen muhalefet görevini sırtlanmış, vatan için sadece ölmesi öngörülen ve hatta kendi cemiyetinin ötekisi olmuşlardan değil miydin? Kronikleşmiş, kaybetme tutkusu halini almış iktidardan ve zaferden kaçma hali seni devamlı onlara itiyordu. Bu çağda yolun muzaffer olmasını istemeyenler nasıl olsa mağlubiyeti biçmişti senin payına. Öyleyse daha delikanlı bir çağa neden kaçmayacaktın? Zamanla dilemman esir aldı seni: Acaba sen hangi çağda yaşıyordun?
Yüz yıl öncesinin mağlubiyetini zaferle taçlandırmanın zamanı gelmedi mi artık? Kendi çağına iltica etmen gerekiyor. Şimdiye kadar çirkin ördeğin kaderini bile sana çok görenler senin kudretin karşısında senden çirkin ördek şansını daha ne kadar zaman sonra dilenecek? Ağrımaz başlara inat hep ağrısına razı olduğumuz başımız, Terakki istiyorsak İttihat şarttır! İttihat en başta gelir, İttihat başta sağlanır. Öyleyse başa dik gözünü. Sisi dağıtmak ilk işin. Yüz yıl öncesinin mağlubiyet hatıraları ruhunda yaşarken sen artık muzafferlerden biri olarak, kendi zamanlarında mağlup olan öncüllerinin anılarına sahip çıkıyor olacaksın.
Kolay değil elbet! Bu yol o kadar kutlu ki, üstüne sisler de çökse, nasipsiz nefesler de çiğnese değerinden zerre kaybetmez; kendinden başka bir şeye de benzemez. Yel kayadan ne aparabilmiş ki sis mayaya ne katabilsin?
Yol dışarıdan sisli görünüyormuş, kirlilerin kirleri yola sindi sanılıyormuş… Yolu tanıyan, yolu bilen, yol ile aşk derecesinde ilgilenen yoldan uzak kalmaz.
Yolcu! Yolculuğun miras kaldığı yolcu! Sen yürürsen yol sana benzer; çünkü esasında sen yola, yol sana benzer! Sen yollanırsın, yol allanır; hiçbir şeyim yok derken, yollanırsın, yol ile yuvarlanırsın. Yol varsa sen varsın, sen yol ile var olansın. Yolda yollanırsan, uçmağa yollanırsın!
İki beşeri sevgili bile birbirine yakınlaşıp uzaklaşırken ebedi sevgilimiz olan ülkümüzden uzaklaşıp ona yakınlaştığımız zamanlar olacaktır. Bu dönemlere bazı insanlar sebep ya da vesile olabilir; ama sevmekten emeklilik yok! Çok sevdiğimiz yolumuz üzerinde sevmediğimiz kimseler var diye ondan uzak kalırsak yazıklar olsun bize… Yoldan nice kıymetler geçti, yolun kıymetini onlar biçti. Birbirinden habersiz nice kıymetler geçiyor; kıymetli olanın kıymeti bilinmiyor. Kıymetlilerin kıymetlileri bilmesi ve artık kıymet bilinmesi dileğiyle…
Yola ve yol sevdalılarına selam olsun.