Bu konuya iki makale halinde sunacağız. İlk makalemizde din aleyhindeki sistemli fikirleri ele alacağız.
İkinci makalemizde, İslâmiyet’i yıkmak isteyen çeşitli fikir ve cereyanlar karşısında, milliyetçiliğimizin ve dini hayatımızın meselelerini gözden geçireceğiz. Şimdi makalemizin konusuna girelim.
I
Totemizmden vahye dayanan semavi dinlere kadar, bütün dinler, cemiyet hayatında vazgeçilmez bir gerçek olmak bakımından, içtimai hadisedirler. Din, iptidai düşünceden, modern düşünceye kadar, bütün ferdi kolektif şuurların sıkı sıkıya bağlandığı bir realitedir. Durheim ve Levy-Bruhl, dinin iptidai hayatta bile oynadığı role işaret etmişlerdir. Max Weber, ilerlemiş bir Batı dünyasında, Protestanlığın, nasıl kapitalizmi hazırladığını delilleriyle göstermiştir. Hindistan’da dini düşüncenin içtimai bünye üzerindeki büyük tesirini, sosyal ve kültürel değişmelerin dinin, içtimai ve ruhi hayattaki yerini sarsmadığını bilmekteyiz.
Ferdi ve içtimai plandaki bütün buhranlı hallerde, fert ve cemiyetler, davayı onda bulmuşlardır. Bu durum, dinin, sosyal kontrol olması kadar, insan ruhunun derinliklerinde yatan bir güç olarak bulunması ile izah edilebilir. Bu bakımdan hem ruhi, hem de içtimai yönü vardır. İptidai ve semavi dinlerde veya Toynbee’nin deyimi ile “iptidai”, “nüve halindeki yüksek ve ikinci derecede yüksek” dinlerde aynı seciyeyi buluruz. Böylece din, tabii içtimai ve ruhi hadiseler karşısında, insana yüksek ruhi ve içtimai kabiliyetlerin bir yansıması olduğu gibi, bir peygambere gönderilen ilahi haber ve emirler manzumesi de olabilmektedir.
Her cemiyette kudret sahibi olan bu müesseseye karşı, asırlar boyu hoşnutsuzluklar da gösterilmiştir. Aleyhteki fikirlerin bir kısmı maksatlı iken, bir kısmı da vakıaları objektif tahlile tabi tutma iddiasının eseridir. İlmi hareket etmek ve düşünmek endişesi, bazı fikir adamlarını, din aleyhinde düşünceler beyan etmeye sevk etmiştir. Bunlardan biri olan A. Comte, insanlığın tek yönlü bir tekâmül çizgisi üzerinde, üç içtimai tekâmül merhalesinden geçtiğini belirtir. Bu merhaleler, “Üç Hal Kanunu”nda ifade edilen, “Teolojik”, “Metafizik” ve “Pozitif1 devirlerdir. Çok tenkit edilen bu felsefi düşünceye göre, din müessesesi, devrini tamamlamış ve pozitif düşünceye yerini bırakmıştır. Pozitivizm veya müspet düşünce denilen bu telakki gereğince, ilahi dinin yerini pozitif ilme dayanan bir insanlık dini alacaktır. Bu fikir Avrupa’da din aleyhinde yeni yeni fikirlerin gelişmesine yol açtığı gibi, Tanzimat’tan sonra Türk düşünce hayatına girerek, bazı münevver çevrelerde tesir bırakmıştır. Ahmet Rıza Bey de galiba bu düşüncede idi. Comte’un görüşlerini bu bakımdan benimseyen Feurback dinlerin zamanlarım tamamlamış olduklarını ve yerlerini bir insanlık dinine bırakacaklarını söyler. Marx ve Engels’in din hakkımdaki düşüncelerinde, bahsettiğimiz fikir cereyanının tesiri vardır. Comte’un tesiri altında kalan sosyal antropologlardan Sir James Frazer, insanlığın gelişim merhalelerini, “sihri”, “dini” ve “ilmi” devrelere ayırmaktadır. Bu tesirlere kapılan birçok düşünce adamı, dini inançlara sıkı sıkıya bağlı birçok ilim adamının bulunuşundan yakınmış, bunu tecrileri çürüten canlı bir hadise olarak görmüşlerdir.
Daha başka cereyanlardan bahsetmek mümkünse de bunların içinde en keskini ve en şiddetlisi olan Marksist-Leninist teoriyi kısaca incelemek, bütün din aleyhtarı fikirler hakkında bilgi edinmemize imkân sağlar. Komünist Beyannamesinde, dinin istismarı gizlemek üzere burjuvazi tarafından uydurulmuş bir hayal olduğu söylenir. Feurbach, Allah’ı insanların yarattığını söylüyordu. Marx ve Engels, bir adım daha ileri gitmiş ve onun, burjuvazinin eseri olduğunu iddia etmişlerdi. Marx, “The Poverty of Philosophy” isimli eserinde, Proudhon’un felsefi ve iktisadi fikirlerini ağır bir dille tenkit ederken, onun dine ve kiliseye hücumları da takdirden geri kalmaz. Moskova’da, Marx ve Engels’in din hakkımdaki fikirlerinin toplanması ile meydana getirilen “On Religion” isimli eserde, Markt, dini, halkı aldatan, uyuşturan bir “afyon” olarak kabul eden satırlarını buluruz (sf. 42). Lenin de “Socilasm and Religion” isimli eserinde dini, “ruhi baskı şekillerinden biri”, halkı istismar etmenin bir vasıtası, bir “afyon” olarak görüyordu. Aynı eserden öğreniyoruz ki, Lenin, parti programlarına açıkça ateist (dinsiz) olduklarını yazamayışlarımım, kitlelerin hala o aldatıcı hayallere bağlı bulunuşlarından ötürü olduğunu söyler. Lenin, dinsizlik propagandasız için kitlelere, son derece bol ve çeşitli malzeme sunulması ve yılmadan çalışılması gerektiğini söyler. 1955 Eylül’ünde Sovyetler Birliği’ni ziyaret eden Fransız Parlamento Heyeti’ne, “dinin, kitlelerin afyonu” olduğunu görüşünün hala muhafaza edildiği bildirilmişti. Lenin sonradan Bolşevik (Komünist) Partisi adını alacak olan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinde, Hristiyanlıkla sosyalizmi bağdaştırmaya uğraşan Bogdanov ve Lunaçerskiy ile mücadele etmiştir. Diğer yandan, meşhur taktikleri ile Çarlık rejimine karşı Rusya’daki çeşitli milliyetlerle ittifak yoluna gitmiştir. Rahmetli Zeki Velidi Togan’dan dinlediğimize göre, Lenin, To- Gan’a sosyalizmle dinin bağdaşabileceğini söylemiştir. Gerçek düşüncelerini ise, yukarıda kısaca verdik… Bu hususta Bolşevik nazariyecilerinden Buharin daha açıktır. Dinle komünizmi bağdaştıracağını sanan zayıf komünistlerden bahsederek, “Din benim bir komünist oluşuma mani değildir. Hem Allah’a, hem komünizme inanırım Allah’a imanım, proletarya ihtilali uğruna dövüşmekten beni alıkoyamaz” düşüncesinin kökünden sakat olduğunu, çünkü “dinle, komünizmin, hem nazari, hem ameli bakımdan birbirine zıt” olduğunu, iki büyük öğreticinin tarihi materyalizme bağlı olarak, dini bir hayal, bir afyon olarak kabul etmenin icap ettiğini belirtir. Ona göre dinle mücadelenin iki yolu vardır. Birincisi, dini fikirlerin yayıcısı olan din teşkilatları ile İkincisi halkın kafasındaki “yanlış fikirlerle”.
Sovyetler Birliği’nde, bu dünya görüşü ile bütün dinlerle ve bilhassa İslamiyetle o kadar mücadele edilmiştir ki, buna ait bilgilerin nakli bir kitabı kaplar. Burada çok kısa olarak, bu iki hususu belirtip, makaleye son verelim. Ateist dernekleri ile bütün Rusya’da din aleyhine büyük propagandaya girişilirken, 1930 yılında, bütün kilise, cami, ibadet yerleri, depo ve eğlence kulübü haline getirilmiştir. 1953’de, Büyük Sovyet Ansiklopedisinin ikinci baskısında, İslamiyet için şöyle deniyor: “Daima bir irtica rolü oynamış olan İslamiyet, istismarcı sınıfların elinde emekçileri manen ezen bir alet olup, yabancı sömürgeciler tarafından Doğu halklarını esaret altına almak için kullanılmaktadır.” 23 Mayıs 1953 tarihli Kızıl Özbekistan Gazetesinde “İslamiyeti tam manasıyla yıkmadan, komünizmi kurmanın imkânı yoktur” deniliyordu. 1956’da Stalinabad’da toplanan Orta Asya Arkeologlar ve Etnograflar İkinci Kongresi’nde, halkın vicdanından İslamiyet’in sökülüp anlamamış olduğu itiraf edildi. 21 Ağustos 1956 tarihli Pravda’da, dinin, işçilerin menfaatine aykırı olduğu belirtiliyordu. 21 Temmuz 1959 tarihli, “Pravda Vöstoka”da Hz. Muhammed ve Kur’an hakkında şu ağır sözler sarf ediliyor: “Kendi şahsi şöhreti ve köle sahiplerinin çıkarlan için yeni bir din (İslam dini) yaratan kurnaz bir dolandırıcıdır.” Kur- ‘an ve İslamiyet, köleliği, hususi mülkiyeti, sosyal adaletsizliği ve saldırgan savaşları savunan eserlerdir.”
Hristiyanlıkla da, diğer dinlerle de mücadeleleri vardır. Fakat vicdanlardaki din duygusunu söküp atamamış, yaşayan bir sosyal müessese olarak dini yıkamamalardır. Dini, bir yandan hayal sayarken, diğer yandan onun muazzam gücünü kabul zorunda kalmışlardır. Marx, bir üst yapı müessesesi saydığı dinin istihsal tekniğinin tabi olarak değişip sosyalizmle ortadan kalkacağını söylemiştir. Bu kehaneti de, Sovyetler Birliği’ndeki içtimai gerçekler yalanlamıştır. Bottomore’un çok güzel şekilde belirttiği gibi Marx, bir yandan dinin doğa olayları karşısında duyulan korku ve heyecanının eseri olduğunu ve zamanla kaybolacağını söylemekle, diğer yandan çeşitli cemiyetlerde dini doktrinlerin rolünü, ideolojiler gibi saymakla, teyakkuza düşmüştü.
Dinin, bilhassa İslam dininin, içtimai hayattaki yapıcı rolünü ve milliyetçilikle sıkı bağını, gelecek yazımızda göstermeye çalışacağız. Din aleyhindeki tutum ve tavırları, fikir çerçevesinde kalan cereyanlar da zararlı olmakla beraber, dine karşı aktif ve yıkıcı bir mücadele veren Marxizm-Leninizm, en tehlikelisidir. Tarihin akışı, diyalektik kanunların determinist seyri içinde nizamın değişip yeni merhalelere geçileceğini kat’i şekilde söyleyen ve bu yeni düzenle dinin ortadan kalkacağım müjdeleyen komünist “Ütopya” rüyaların tahakkukuna engel gördüğü “din”le, determinizme uymayan “iradeci” bir hamle ile mücadele etmektedir. Böylece, zamanla ortadan kalkacağını umdukları bir hayal olan din, aynı zamanda en korktukları gerçek de olmaktadır. Dini ve milli hayatımıza, bilhassa bu ideolojiyi göz önüne alarak bakmak gerekir.
Bunu da gelecek makaleye bırakalım.
II
Doç. Dr. Mehmet Eröz, Töre Dergisi, Mart 1973, Sayı: 22
Geçen sayımızda, en iptidai cemiyetlerden en medeni milletlere kadar cemiyet planında; en iptidai zihniyetten en ilmi düşünceye kadar fert planında, dinin oynadığı mühim rolü ve onu yıkmak için çalışan bazı mühim ideoloji fikirleri kısaca belirtmeğe çalışmıştık. Bu yazımızda, Türkiye’nin durumunu, dine karşı olan cereyanları, İslamiyet’in milli kültürümüzdeki yerini göstermeğe gayret edeceğiz.
Sovyetler Birliği’nde çeşitli baskılara rağmen, dinin canlılığını devam ettirişi yanında, Türkiye’de serbestliğe rağmen bir aralık dini hayatta bir sarsıntı meydana gelmişti ve halen arazları ve sarsıntıları devam etmektedir. Sosyal değişme ve değiştirmelerden, kültür değişikliklerinden çok, sistemli propaganda, telkin ve eğitim usulleri bu yıkıntıyı hazırlayıcı olmuştur. Gazete, dergi, kitap, radyo, sinema, tiyatro ve kitlelere tesir edici diğer vasıtalar bu yıkıntının hazırlanmasında pay sahibidirler. “Kabahat Müslümanlıkta değil, Müslümanlardadır” isimli kitabın hatırlattığı gibi, bilhassa din adamlarının tutum, davranış ve tavırları ve hepsinden mühimi bilgi seviyeleri, bu yıkıntının hazırlanmasına yardımcı olmuştur. Zekât gibi çok mühim bir farzın dikkate alınmadığı bir zamanda, sakal sünneti gibi teferruata bağlanarak, genç nesillere İslamiyet’i kara sakallı ve kara çarşaflı olarak sunmak, akim, imanın, izanın, din gayretinin işi olamaz. Bunlarda misyoner ruhunun zerresi bile yok. Bu tutum ve davranış yukarda bahsettiğimiz propaganda ve telkinin de himmetiyle, genç nesilleri ya dinden imandan ediyor veya müessesenin kuvveti yüzünden gençlerde ikili bir şahsiyet doğuyor. Müessese çok kuvvetli olduğu için, Ramazan ve Kurban bayramlarına katılıyor; tebrikleşmelerde bulunuyor; kandil simidi alıp evine götürüyor; bazı hallerde bayram namazına bile katılıyor, fakat diğer taraftan “din afyondur” diyebiliyor. Alevi cemaatlerinde ise, daha dün “Muhammed-Ali’nin yolunda” olduğunu söyleyen genç, bugün Marx- Lenin ve Mao’nun yoluna düşmüştür. Bunda, bir taraftan dedelerin cahilliği, hocaların camilere gelen alevileri itişi (alevinin önce Musevi, sonra Hristiyan olması gerektiği gibi ahmakça ve haince bir iddia ile), diğer taraftan Marxist-Leninist propagandanın bütün gençler gibi, alevi gençlerine de el atışı rol oynamaktadır.
İyi ellerde, din büyük hizmetler görür. Hele İslam dini gibi çok yüksek bir din, milli hayatımıza bereket getirir. Gaspıralı İsmail Bey, Hüseyin zade Ali bey ve Ziya Gökalp, modern ilmi zihniyetle dini bağdaştırmağa çalışmışlardır. Bu sayede İslamiyet bize çok şeyler kazandırır. Genç nesiller o zaman ona sahip çıkabilir. İlmi teşvik eden prensipleri, İslamiyet’in devirlere uygun bir hayatiyet taşıdığını gösterir. Hele varlıkların pek dem vurmadığı, bahsetmediği zekât, modern sosyal güvenliğe örnek olacak kudrette ve fonksiyon taşıyıcılık kabiliyetindedir. Hac üstüne hac tazeleyen, cennet garanticilerine, önce zekât farzının yerine getirilmesi gerektiği ve zekât veremeyecek durumda olanlara hac düşmeyeceğini hatırlatabilecek, ihtar edebilecek cesarette hocalar olmuş olsaydı, mahallesinin fakirleri yakacak odun bulamaz, çoluğu, çocuğu ile soğukta titrerken, İslamiyet adına hacı beyler yeni yeni masraflara girmezler, komünizme fırsat hazırlamaz, biçare insanları dermansız bırakmazdı. Avrupa’ya gidenler din adına gitmiyor; bunu emsal göstermek yanlıştır. Hac, ancak varlıklı olup, zekât veren, fakir babası olanlara yaraşır. Bu dinin de, örfün de, milli vidanın da emri olsa gerektir. Dini tanıtan sesler, ilimden nasip almış olmalıdır. İlkokul seviyesini aşamamış bir hocanın önüne, kalp kapılarını açıp, cuma namazına koşup gelmiş insanlara, o hoca bilmem ne kıssaları anlatırsa, yıkıcı cereyanlar önünde sarsılan dinin değil, dindarların bunda günahı büyüktür. Bu din akıl dinidir, ilim dinidir. Onu cahilin, mutaassıbın elinden kurtarmak lazımdır. Ziya Gökalp’in açıkladığı gibi, İslam dini, realite (şe1– niyet) hükümlerinden bahseden ilmine “Kelam”, kıymet hükümlerinden bahseden ilmine “Fıkıh” adını vermiştir. Kelamın esası, bir itikat meselesinde akıl ile nakil arasında bir uyuşmazlık doğduğu takdirde, naklin (ayet, hadis) akla göre yorumlanacağıdır. Demek ki İslamiyet itikatlarda yani realite hükümlerinde aklı hâkim sayıyor. Fıkıh’ da ise İmam Ebu Yusuf “örften mütevellit naslarda itibar örfedir” diyor. (Musa Carullah, “Türkiye Türklerine Beyanname” İş mec, sayı: 82, 1948, sf. 137-8).
İran’da Türk hâkimiyeti varken, Afşar hanlarından Nadir Şah, İstanbul’a Osmanlı sarayına bir din ve ilim heyeti göndermiş, sunni-alevi ayrılığının kaldırılması, İslam dininin bir bütün haline getirilmesi için onları memur etmiştir. Ziya Gökalp- ”in, Türkçülüğün Esasları’nda, Koca Ragıp Paşa’nın bir kitabına dayanarak belirttiği gibi, Nadir Şah’ın yolladığı heyet, Osmanlı “Ülema-i Rüsum”u (resmi bilginleri) ile onların rütbe, mertebe ve şatafatları yüzünden görüşme imkânı bulup görüşemedi ve netice alamadan döndüler. Bu hadiseden, Zeki Velidi Togan da bahseder. Azeri şairi Ali Akber Sabir de bu ikilikten yakınır. İslam dininin kuvvetlenmesi ve milli bünyemizin sağlamlaşması için, bu ayrılığın kaldırılması gerekir. Fakat her iki mezhep içinde, bu işi tahakkuk ettirecek yürekli, imanlı, mütebahhir, misyoner din adamlarını nasıl bulmalı?
Gökalp, İslam dinini, Türk milliyetinin temel unsuru sayıyordu. Gerçekten, dinimizle milliyetimiz birbirinden ayrılmaz şeylerdir. Çadırından, halısından, giyim kuşamına kadar pek çok unsurunu kaybettiğimiz milli kültürümüz, son derece değişikliğe uğramıştır. Milli kültürümüzün maddi olmayan sahasında da büyük kayıplar var. Dilimiz perişan halde. Geleneklerimiz, örf-adetlerimiz, düğün usullerimiz yer yer kaybolmakta. Bu şartlar altında, İslam dini, milli kültürümüzü yaşatmakta büyük hizmet görecektir. Müslüman olmayan Türk uyruklarının nasıl eridiğini, Slavlaştığını, Cermenleştiğini, Grekleştiğini (Peçenek, Kuman, Bulgar, Hun uyruk ve ulusları gibi) tarih göstermiştir. Yarım asır önce, Konya ve Ege’de bazı Hristiyan Türk cemaatlerinin, elemleştirme siyaseti altında eriyip gittikleri bilinmektedir. Şehirlerin eritici havası, milli kültürü yıkmağa çalışan türlü cereyanlar karşısında, bir şahıs eğer dini terbiye almamışsa, dini inancı zayıfsa, erimeğe mahkûmdur. Kendisi değilse çocuğu kaybolacaktır. Bugünkü şartlar içinde, İslamiyet olmadan, sadece Türk milli kültürü ile inancını devam ettirmek belki milli kültür araştırıcıları için mümkün olur. O da bu vasfını çocuğuna zor geçirebilir. Bu sözlerimizle, Türk kültürünün zayıf olduğu gibi bir iddiada bulunuyor değiliz. Türk töresinin canlı olduğu köy ve oymak çevrelerinde yaşamayan, kitabi kaynaklardan da bunu alma imkânını tam bulamayan -hiç değilse son yıllardaki şartlar içinde- şehir çocuklarının, milli kültürlerini ancak İslam dininin yardımı ile koruyabileceklerini söylüyoruz. Bunun daha etraflı şekilde açıklanması, uzun yer alır. Fert olarak da, cemiyet olarak da dinimiz bize çok şey verir. Türkler de Kaşgarlı Mahmut’un dediği gibi, sanki İslam dinine hizmet için yaratılmışlardır. Onun kılıcı ve kalemi olmuşlardır. Bunu, Kazan Türklerinden, büyük din bilgini Musa Carullah’ın 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gönderdiği Beyanname’- den de anlıyoruz. Bu beyannameden bir iki cümleyi aktarıyoruz; “bütün proletaryanın her biri mahrumiyetten, esaretten bezdi, tamamen usandı. Her fertte, her millette necat arzuları gayet büyüktür. (Onların) esaretten halası yalnız sizin elinizde olabiliyor… Türk’ün kuvvetli eliyle, İslamiyet’in altın kalemiyle yeni hayatın, yeni bahtın kanunlarını, siz necip Türk milleti, medeniyet sahifelerine yazınız!.. Bütün Türkistan, bütün Turan Müslümanlarına sadık bir tercüman olmak şerefiyle ben şu risalemi, Büyük Millet Meclisi’ne tebliğ ediyorum. Türkiye Türklerine, bütün Turan Türkeri’nin ihlaslı dualarını, hürmetli selamlarını, büyük ihtiramlarını, halis muhabbetlerini, takdirlerin, teşekkürlerini emanetli, sadakatli bir lisanla Büyük Millet Meclisi’ne arz ediyorum. Türkiye Türklerinden, bütün Turan Türklerinin ümitleri gayet büyüktür.”
Yetişmiş, ilimden nasibini almış mutaassıp olmayan din adamlarınınelinde parlayacak bir İslam dinini bekleyelim ve ümit edelim. Birleştirici,kaynaştırıcı, yükseltici, ileri götürücü olacak olan dinimiz, milliyetimizle,milliyetçiliğimizle, ilim hayatımızla çatışmadan, tam bir ahenk içindegidecektir. Birbirini tamamlayacaktır. Bu İslamiyet, sosyal adalet içinsosyalizme muhtaç olmayacaktır. Türkçülüğümüz, milliyetçiliğimiz Türkiye’ninkalkınması için sosyalist “yöntemlere” (usullere) el açmayacaktır.Kalkınma, sosyal adalet meselelerimizi, kendi dini ve milli kaynaklarımızdabulacak, onları hummalı bir ilmi faaliyetle nurlanan milliyetçi beyinlerinçalışmalarına havale ederek, dertlerimize devalar bulacağız. Milliyetimizi,dinimizden ayırmak isteyenlerin asıl niyetlerine dikkat etmek gerekir.
Doç. Dr. Mehmet Eröz.Töre Dergisi. Şubat 1973, Sayı: 21