“Şimdi hayalimde şecaatiyle ve büyük sülalesinin bütün evlatlarıyla ordusunun başında bir padişah görüyorum. Belki bu Fatih Sultan Mehmet’in mübarek hayalidir. Belki de onun aldığı toprakları tarihe gömmemek için askeriyle birlikte düşmanla savaşan senin hayalindir padişahım.”[i]

Bir kadının “analık” duygusunun tezahürüdür bu. Çocuğu yerine koyduğu memleketi koruma duygusunun ifadesi… Çocuğuymuşçasına vatanına sarılışı… Anadır ya hani, hep şefkat ve yürek kelimelerinin izdivacını hissettirir.  İşte Anadolu, İstanbul’a bu duygu ve yürekle sahip çıkmıştı. Ana gibi korumuştu onu.  “Türklüğün altı yüz yıllık ruhu seni çağırmaktadır. Tarih seni çağırıyor. Eski büyük ataların ve kahramanlar seni çağırıyorlar.” diyerek ana, kahramanını çağırmaktadır. Evladına hasret, bekleyen bir ananın ruhu gibi. Bunu ifade etmem gerekir: Her evlat, anasının kahramanıdır. İstanbul, Anadolu için hep kahramandır. Fakat artık kahramanlık Anadolu’ya geçmiştir. Yani, analara… Fatih Kerimî’ nin kitabında da görecek olduğunuz kadınlara… Sözü daha uzatmadan merakınızı gidereyim;

Kimdir Fatih Kerimî? Kerimî, ilim, irfan, medeniyet, maarif ve sanayi alanlarında İslam âleminin geri olmasına çok üzülen[ii], eğitim sevdalısı, kadınların eğitimsizliğinden adeta sürekli sancı duyan, modernleşmeci, yüksek kültürlü, işinin ehli birisidir.[iii] Fatih Kerimî genelde İslam âlemi, özelde Türk soylarının siyasi, ekonomik, toplumsal, kültürel geri kalmışlığıyla ilgili ömrü boyunca sancı duymuş bir mütefekkirdir.[iv] 1937’de Rusya’da kurşuna dizildiği ana kadar, Türk ve Müslümanların istikbalini inşa etmenin planlarını kuran bir kalem erbabıdır.[v]  Kerimî’ nin İstanbul Mektupları eseri, 1 Kasım 1912’den 18 Mart 1913’e kadar geçen yaklaşık dört aylık sürede İstanbul’la ilgili izlenimlerimden oluşmaktadır. Balkan Savaşları’nda savaş muhabiri olarak İstanbul’a gelen Kerimî, sosyoekonomik izlenimlerini gazetesi Vakit’e göndermiştir. Eser, bu 70 mektuptan ayrıca Şura gazetesine gönderdiği ‘’İstanbul Teessüratı’’ başlığıyla üç yazıdan oluşmaktadır.[vi]

Etkileyen, ibretlik, ders aldıran, not düşürten, insanı tarihiyle yüzleştiren ve talihiyle baş başa bırakan bir eser… Hani kitaptan hareketle “1913’ten 2013’e Durumumuz”, “1913’ten 2013’e Tarihi Sorgu” gibi yazılar yazılsa, o günlerden bugünlere birçok tablolara ışık tutabileceğiniz bir eser. Hatta “aynısı mı yaşanır yahu” diyerek üzmeye ve sizi harekete geçirmeye yeminli bir eser. 

Eseri şu 4 meseleyle ele almak isterim. İlim, Adalet, Ahlak, Şecaat… Kanaatimize göre bu 4 mesele, Osmanlı’yı Beylik ’ten Cihan İmparatorluğu’na taşımıştı. Nizam-ı Âlem bu dört unsurun kuvvetiyle sağlanmıştı. Terakki, bu dört unsurun ahengiyle insanların gönüllerinde ve irfanında idi. İşte eserde, bu dört meselenin geçirmiş olduğu hali göreceksiniz. Medeniyetin yükselişi ile çöküşünü bu dört meselenin seyri ile yorumlayabileceksiniz.

  1. İlim;

Ahmet Mithat Efendi’nin Cenazesi ile ilgili ifadeleri, o dönemde  ‘’ilme ve ilim adamına’’ olan tavrımızı göstermektedir. Şöyle ki; Ahmet Mithat Efendi’nin vefat haberini gazeteler en ehemmiyetsiz yerinde beş-altı satırlık bir yazıyla vermekteler. Ayrıca mezara defnedilirken yirmi otuz medrese talebesi ve birkaç yüz kişinin bulunduğunu ifade ediliyor. Kerimî bu durumu, Rusya’dan Tolstoy ve Murmusof’ la kıyaslıyor. Murmusof’ un cenazesinde ise profesörlerin nöbet tuttuğunu, gazetelerin hususi ilaveler çıkardığını anlatıyor. Ayrıca ayinler, taziye merasimlerini de aktaran Kerimî, mekteplerde matemden dolayı derslerin durdurulduğunu ifade ediyor.[vii]  Peki ya Ahmet Mithat Efendi cenazesi dolayısıyla Türkiye’nin ilme yani ilim adamına olan tavrı? Kerimî bu konuda şunları aktarıyor:

‘’Millet ve din adına elli yıldan fazla hizmet eden, yüz elliden fazla her nevi eser yazan, son nefesine kadar Türklerin faydasına çalışan ve nihayet savaş safında şehit olan asker gibi, Darüşşafaka Mektebi’nde ‘Tedrisat-ı İslâmiye Cemiyeti’nin toplantısında can veren koca Ahmet Mithat Efendi bir gün içinde yok oldu.’’[viii]

Maarife, ilme ve ilim adamlarına önem veren Kerimî’ nin, İstanbul’daki ilim camiasıyla ayrıca sohbet etmek ve fikirlerini almak için özel gayretlerde bulunmuş olduğunu görüyoruz. Türklerin ilme ve maarife önem vermediğine dönemin gazeteleri üzerinden dikkat çekmektedir. Türkiye’nin vaziyeti hakkındaki fikirler ve kararların ecnebi sefarethanelerinde daha açık bilindiğini ve Türk gazetelerin ise haberleri buralardan naklederek verdiklerini belirtmektedir.[ix] Zira o yabancı sefaretler bilgiye çok önem verdikleri ve bizi bizden daha iyi bildikleri için bu halde değil miyiz? İlim ve ilme verilen değer, bu yüzden bizim dünyadaki yerimizi belirler. Kerimî bu duyguyla, eğitime ve kadınlara önem vermekte ve şunları aktarmaktadır: ‘’benim nazarımda Türklerin bugüne kadar canlanamamalarının en büyük sebeplerinden biri kadınlarına hukuk ve hürriyet verilmemesi, aile maişeti veya düzenine katılmamalarıdır. Şayet vakit geçirilmeden bu iki cihet fevkalade surette çabuklukla değiştirilmezse ne yaparlarsa yapsınlar inkırazlardan kurtulma ihtimalleri yoktur.’’[x] Bu hürriyeti sağlamanın şartının maariften geçtiğini ayrıca vurgulamaktadır. Zira kadının topluma dâhil edilmediği bir toplumun yarısı felçlidir. Toplumun gövdesi yarı meflûçtur. Bu durumu, savaşların kaybedilme sebebi, iktisadi cihetten ekonomik eksiklik ve sosyal bir kriz olarak nitelendirmektedir.[xi]

İlim bahsini Kerimî’ nin şu ifadeleriyle bitirelim: ‘’Türklerde hissiyat-ı milliyenin uyanamamasının, milli meselelere karşı yeterince ilgili olamamalarının sebepleri elbette çoktur. En başta geleni de ilk mekteplerinin yetersizliği ve kalitesizliğidir.’’[xii]

Ve ayrıca ‘’Bulgaristan devleti, Türk devletini yenmedi, Bulgar muallimi Türk muallimini yendi, diyor. Şayet bu sözleri daha da umumileştirecek olursak  ‘İdeal, idealsizliği yendi’ demek daha doğru olur.’’[xiii]

  • Adalet, Hürriyet, Müsavat;

Bu sözler herkesin ağzında, sokağında, lokantasında, tabelasında bulunurken gönlünde değildir. Bunlar bir duyuş, yaşayış meselesi olmasına rağmen tüketilen sözler haline gelmiştir. Fatih Kerimî’ ye kulak verelim: ‘’Bu parlak ve güzel sözler burada o kadar çok istimal edildi ve edilmektedir ki, nereye baksanız bu sözler gözünüze ilişir. Sokağa çıkmanla birlikte karşında Hürriyet Kahvehanesi’ni görürsün. Biraz ilerlersin, Meşrutiyet Oteli karşına çıkar. Lokantaya gidersin, Meşrutiyet yemeği var. Rum, dükkânına Adalet Bakkaliyesi adını vermiştir. Ermeni, Uhuvvet-i Osmaniye berberinde Türklerin sakallarını keser. Bulgar sütçünün dükkânının kapısı üzerine İttihat-ı Anasır Sütçüsü diye yazılmıştır.’’[xiv] Şunu da belirtir ki durumumuzu anlayacaksınız; ‘’Türkiye’de hürriyet, müsavat ve adalet istemeyen sadece bir halk var. O da memleketin asıl sahibi Türklerdir.’’ Çünkü Türkler bunları düşünecek vakit bulamıyorlar ve sürekli hudut boylarında vatan için can vermektedirler. Halk nazarında durum bu, peki yöneticilerimiz nazarında nasıl? Onlar da siyasi kaygılarının, iktidar dengelerinin, güç arayışlarının ve ihtiraslarının peşinde birbirlerini yemekteler. Halk ve özellikle Türkler umurlarında değil. Bu sözler(adalet, hürriyet, müsavat) de Avrupa’ya karşı ‘’aman efendim, onlar bizi görünce ne der; onlar istiyorsa yapalım, zira biz bu işlerden anlamayız’’ diyerek basiretsizliklerini, dikkatsizliklerini, ihmalkârlıklarını sergilemektedirler. Adalet, müsavat, hürriyet kelimelerini yaşayış haline getirecek olanlar, uyumaktalar ve günü geçirmenin telaşını yaşamaktalar. Zira şu tespit bu durumun izahıdır;

‘’Türk askerini yenen Bulgarlar değil, Türkiye’nin yönetimidir.’’[xv]

  • Ahlak;

Medeniyet ve insaniyet kaideleri bu söz etrafında toplanır. Terakki de ancak ahlakla, ahlak da maarifle, talim-terbiye ile sağlanır. Dönemin insanları maariften uzak, herkes yönetimle ilgili, sosyal ve ekonomik krizlerle ilgili suçları birbirilerinin üzerine atmaktadır. Bazıları geçmişten bahsederek suçu kimin üzerine atacaklarını araştırıyor, bazıları bundan sonra ne olacak diye gelecekten bahsediyorlar, ama mevcut durumdan bahsedip de nasıl kurtuluruz diye düşünen yok.[xvi] Savaş olmasına rağmen İstanbul halkı, hiçbir şey düşünmüyor, gün boyu kahvehanelerde oturup nargile içiyor, medeniyete ait şeylere hor bakıyor, kadınlara laf atıyor ve tacizde bulunuyor. Kerimî, bu konuda kadın meselesine de temas ederek şunları aktarmaktadır: ‘’Mehmet Akif, kadınların cemiyete karışmasına muhaliftir. Erkeklerimiz edepsiz, terbiyesizdir. Böyle erkeklerin arasına kadınları çıkarmak nice rezaletlere sebep olacaktır, dedi.’’[xvii] Halkın içinde bulunduğu ahlaksızlık, hükümetin basiretsizliği ve bürokratların korkaklığı, gazetelerin yalan ve uyuşturan haberleri toplumda gizli bir kaos oluşturmuş aslında. İnsanlar ve kurumlar arasındaki güven yok olmuş görünüyor. Kahvehanelerde gün boyu oturan ve kaldırımda adım atacak yer bırakmayan insanların, savaşa ve memleketin içinde bulunduğu hale rağmen uyuşmuşluğu görülmektedir. Kerimî bu duruma halkın soğukkanlılığı demektedir, fakat bu tam bir şuursuzluk halidir. Kuşlara ev yapan bir medeniyetin evlatları kendisine bile saygısını kaybetmiş, Avrupalıların boyunduruğunda da yaşayabileceğini ifade etmiştir. Yani esareti kabul eden bir hale bürünmüştür. Yani ölmüştür.

Halk da durum böyle iken, ilim camiasında nasıldı? Halide Edip Hanım, terakki ve saadete erişmenin yolunun hukuk ve hürriyetten geçtiğini ifade etmektedir.[xviii] İstikbal için: ‘’Türkler gibi mükemmel bir millet, Türk kadınları gibi mükemmel ve temiz ahlaklı analara malik olan bir kavim asla yok olmaz.’’[xix] diyerek ümidini taze ve temiz tutmaktadır.

  • Şecaat;

Cesaretimiz ve eylemlerimizle ilmi, ahlakı ve adaleti sağlayabiliriz. Zira “elimizden gelmiyor”, “Avrupalılar gelir bizi kurtarır” demekle, savaşlar yokmuş gibi, ‘’Edirne ha var ha yok’’ gibi ruhsuz ve şuursuz bir hal sergilemekle memleket günlerini geçirmektedir. Halk, öyle şuursuzlaşmış ki, öyle rahatına alışmış, savaş ve mütarekelerde gayet ruhsuz durabiliyor ve hatta şunları ifade edebiliyor: ‘’Çatalca’yı geçemezler, geçseler bile Avrupalılar onların İstanbul’a girmelerine engel olurlar’’[xx] Türk gazeteleri halkın zihnini meşgul ederek coşku ve heyecanını yok ediyor[xxi]. Bir Ermeni veya Rum askerin hıyaneti apaçık bilinse bile Türk memurları bunu anlamamış gibi yapıp susmayı tercih ediyorlar. Çünkü bu yolda bir söz çıksa ‘Türkiye Hıristiyan askerleri kesiyor’ diye Avrupa’nın ayağa kalkacağını biliyorlar.[xxii] Halk ve memurlarda durum böyle… Peki ya askerimizde nasıl?  ‘’ortada düşman yokken kılıç çekmiş bir atlı subayın ‘Düşman süvarisi geliyor, kaçın’ feryadı birliklerin panik halinde kaçışlarına neden’’[xxiii] olmaktadır. Tabi böyle korkaklığın görüldüğü gibi yılgınlık da görülmektedir. Hatta belki niye savaştığını bile bilmeyenler vardır: ’’Zaten bu memleket düze çıkacak değil bunun için kan dökmeye ne gerek var?’’[xxiv] diyenlerin mevcut olduğunu biliyoruz. Peki ya rütbeli askerlerde? ‘’Birçok askerin eline kullanmasını bilmediği tüfekler veriliyor veya verdikleri mermiler başka tüfeğe ait çıkıyor.’’[xxv] Sevkiyatla ilgili İstanbul’a telgraf çekiliyor fakat cevap gelmiyor. Kerimî bununla ilgili şunu da ifade eder: ‘’Oysa savaş zamanında bir dakikanın bile ne kadar önemi vardır.’’[xxvi] Hiç direnilmeden Selanik kaybedilmiştir. Yunanlılar bile bu kadar çabuk alabileceklerini düşünmemişlerdir. Komutanların askeri bilgileri zayıf, okullarını bitirdikten sonra araştırmaya ve kendilerini geliştirmeye çalışmıyorlar. Kerimî, bu ifadelerimizi şu şekilde aktarmakta: ‘’Türklerin Rumeli’de, Trablus’ta, Yemen’de yenilmelerinin en büyük sebeplerinden biri bu, yani kendilerine hizmet eden insanları takdir etmemeleri ve âlimlerine hürmet göstermemeleri imiş. Böyle devam ettikçe bunlar daha çok yenilirler dedim’’[xxvii] Ayrıca Türk ordusunun yenilmesindeki en büyük sebeplerinden biri de askerin siyasete karışmasıdır. Siyasi partiler arasındaki şiddetli çekişme, hükümetin sık değişmesi, askerleri de onların alacağı tavrı da etkilemektedir.[xxviii]

Siyasete ekmeği için ilgili olanlar ve bir de kahvehanelerde nargile içenler arasında gazetelerden haberdar olanlar var. Onlar da savaş sebebiyle yabancı devletin hâkimiyetinde yaşayan Müslümanlara şöyle söylüyorlar: ‘’ Siz yabancı devletlerin hâkimiyetinde yaşayan Müslümanlar bizden daha rahat durumdasınız, ne olacak efendim, biz de öyle yaşarız.’’[xxix] Bunlar Anadolu’dan ve insanlarından habersiz, gününü kurtaran, gaflette olduğunun farkında olmayan insanlar. Siyaseti de terakkiyi de kendileri için istiyorlar.

Terakki meselesine de değinmek isterim. Dönemin aradığı ve iki yüz senedir aklımızı meşgul eden kitabın da önemle durduğu bir meseledir. Maarif ve terakki… Fakat terakkinin uzaklığı şuradan kendisini göstermektedir. Ticaretle ilgili ortak bir paranın kullanılmadığı görülüyor. Ticarette pazarlık önce mal üzerinden daha sonra para üzerinden olmaktadır.[xxx] Sadece ticarette değil, vakit anlayışlarında da bir ortaklık yok. İki türlü saat kullanılmaktadır. Buluşmalarda ve görüşmelerde problem yaşanıyor. Zaman ve para açısından sağlanamayan terakki ile bu insanlar siyasi ve içtimai bir birlik sağlayamazlar. Peki, nasıl aşılacak diye sorunca Kerimî, maarifle cevabını veriyor. Çünkü siyasi ve iktisadi müşkülatın sebebi maarifin müşküllüğünden…

Bu dört meseleyle birlikte;

İstanbul’un iktisadi ve sosyal tarihini, hükümetin yönetimini, dönemin zihniyetini, insanların siyasi kaygı ve mücadelelerini, kadınların toplumdaki yerini ve maarifini, savaşların sosyal etkisini, terakki ve medeniyet arayışlarını bulacaksınız. Türk Ocakları’nın toplantılarına, Yusuf Akçura’nın, Ahmet Ağaoğlu’nun, Abdürreşit İbrahim Efendi’nin, Hüseyinzade Ali Bey’in sohbetlerine tanık olacaksınız. Halide Edip, Fatma Aliye,  Nimet, Gülsüm hanımların konuşma ve mitinglerine şahit olacaksınız. 

Gazetelerin hükümet ve savaşlara karşı tavrını, halkı uyuşturmaya yönelik haberlerini, insanların savaşlardaki tutumunu, ticaretlerini okuyacak ve kendinizi sorgulayacaksınız. Halkın, hükümetin uygulamalarından ve gazetelerin haberlerinden dolayı yönetildiği kurumlara karşı güven kaybını göreceksiniz. İnsanların ticarette para üzerine, vakitlerinde saat üzerine ortak bir ölçü kuramamışken terakki arayışlarına şahit olacak, kendilerini sorgulamadan suçu başkalarına atarak tavla oynayıp nargile içtiklerini göreceksiniz. Ve diyeceksiniz ki, bizim felaketimize biz sebep olmuşuz. Bizi, biz ve yöneticilerimiz değil; coğrafyamız kurtarmıştır, diyeceksiniz. İstanbul, Anadolu’yu bilmemiş, tanımamış, görmemiş. Fakat Anadolu irfanı, coğrafyamız üzerinde menfaati çatışan devletlere karşı Türklüğünü göstermiş tavır ve duruşunu hissedeceksiniz.  Diyeceğim o ki, daha buna benzer bir sürü tarihi tablonun içinde tarih şuuruna varacaksınız.

İstanbul Mektupları niçin önemlidir? Çünkü felaket, özellikle de kendi felaketimiz en büyük terbiye edicidir. Başkalarının zaferlerine övgü okumaktansa kendi felaketimizin mersiyesini okumak daha ibret vericidir.[xxxi] Bu sebeple beşeri sermayemizdeki çürümeyi ve felaketlerimizi, hem bizden hem de dış bir gözle okuma imkânı verdiği için önemlidir. Bu eser, savaşın kaybına, antlaşmanın sebeplerine, savunma teknik ve teçhizatın eksikliğine eğilmekten daha çok; insanların niteliksizliğine, sosyal değerlerin bozukluğuna, halkın psikolojik ve sosyoekonomik tarafına dikkat çekmektedir. Evet, ‘’sadece Türkler yetim kaldı.’’ Bu yüzden kitaptan şu alıntıyla yazımızı sonlandırmak isterim. ‘’Bugün Türklerin istikbalini düşünen aydın ve bilgili kısmının fikirleri yavaş yavaş bir nokta etrafında toplanıyor ki, o da Türkleri diriltecek şeyin Türk milliyetçiliği fikri olduğudur.’’[xxxii]  Bu satırların yazarının bir temennisi var; o da her bir Türk gencinin İstanbul tasavvuru olmalı… Hatta kendisini Türk milliyetçisi olarak tanıtan birinin, muhakkak İstanbul tasavvuru olmalı, yoksa inancımıza göre tarih, İstanbul’u mitleriyle elimiz


[i] Fatih Kerimî, İstanbul Mektupları, Hazırlayan: Dr. Fazıl Gökçek, Çağrı Yayınları, İstanbul 2001, s. 231

[ii] Oğuzhan Saygılı, Kitaplarla Söyleşi 1, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2017, s. 241

[iii] Saygılı, a.g.e., s. 266.

[iv] Saygılı, a.g.e., s. 271.

[v] Saygılı, a.g.e., s. 271.

[vi] Daha fazla bilgi için bkz. Oğuzhan Saygılı, Kitaplarla Söyleşi 1, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2017

[vii] Kerimî, a.g.e., s. 120.

[viii] Kerimî, a.g.e., s. 126.

[ix] Kerimî, a.g.e., s. 58.

[x] Kerimî, a.g.e., s. 223.

[xi] Kerimî, a.g.e., s.216.

[xii] Kerimî, a.g.e., s.37.

[xiii] Kerimî, a.g.e., s.65.

[xiv] Kerimî, a.g.e., s.152.

[xv] Kerimî, a.g.e., s.7.

[xvi] Kerimî, a.g.e., s. 67.

[xvii] Kerimî, a.g.e., s. 305.

[xviii] Kerimî, a.g.e., s.100.

[xix] Kerimî, a.g.e., s.100.

[xx] Kerimî, a.g.e., s.27.

[xxi] Kerimî, a.g.e., s.38.

[xxii] Kerimî, a.g.e., s.38.

[xxiii] Hasip Saygılı, Osmanlı’nın Son 40 Yılında Rumeli Türkleri ve Müslümanları 1878-1918, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2016, s.175.

[xxiv] Kerimî, a.g.e., s.71.

[xxv] Kerimî, a.g.e., s.8.

[xxvi] Kerimî, a.g.e., s.8.

[xxvii] Kerimî, a.g.e., s.122.

[xxviii] Kerimî, a.g.e., s.8.

[xxix] Kerimî, a.g.e., s. 201.

[xxx] Kerimî, a.g.e., s.323.

[xxxi] Ali İhsan Sabis, Balkan Harbinde Neden Mağlup Olduk?, Hazırlayan: Hasip Saygılı, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2016, s. 18.

[xxxii] Kerimî, a.g.e., s. 295.

Bir yanıt yazın