Kûfe Hazreti Ali zamanından beri Fırat’a bir yüzünü vermiş, çöle sırtını dayamış, bir yaşlı Arap şeyhinin azametiyle susmaktadır. Kûfe sokaklarında, Emevîler’in korkunç valisi Haccac İbn Yusuf’un zulmüne Hazreti Ali’nin kahraman üzüntüsü ile Hazreti Hüseyin’in o saf ve mâsum inancı birbirine karışmış, unutuşun veya unutamayışın gevşekliği ve tereddüdü içinde, şehrin susan azametini yumuşatmaya çalışır. Ve Kûfe ‘nin dayanılmaz güneşi, taa Hazreti Ali’den bu yana, geniş bir huzuru akıtmaya uğraşan Fırat’ta yunup serinleyerek Kûfe ’ye, o kaypak insanların geçmiş günahlarını silmek ister gibi, dökülür.
Kûfe gecelerinde hâlâ, Tanrısı ile bileyken öldürülen bir peygamber damadının tüyler ürpertici karanlığı, sıcak bir tebessüm ve güzel bir tevekkül aydınlığına bürünmüş akan Fırat’a, af ve mağfiret dilenerek iner.
Ve Kûfe, bir yalnızlık timsâli gibi oturup kalmıştır Fırat kıyısına. Bir zamanların çevre yanında ceylânları dolaşan Kûfesi, Necef’ten Kerbelâ’ya; Elhîre’den Necef’ uzanan yollarıyla geçmiş günlerinden medet ummakta, Fırat’tan güç alıp Necef’e, kıymetini çok sonraları anladığı Hazreti Ali’ye doğru kol kanat açmaktadır. Hazreti Hüseyin’i unutamamakta, bir yanını Kerbelâ’ya, susuz bir uyanışla uzatmaktadır. Şimdilerde derler ki, Kûfe’den Abusheyr’e(Elhîre), Kûfe’den Necef’e ve Kûfe’den Kerbelâ’ya giden yollar yapılmasaydı, Kûfe, köşe bucak, kendinden kaçıyormuş gibi kucak kucak bu yollardan, bu yolların vardığı yerlere kendini atmak ister gibi açılmasaydı, çöle dayanan o geniş sırtında taa tepeye Necef’e, bu yandan Kerbelâ’ya ve o yandan Elhîre’ye (Abusheyr’e) varan kumlu meyilde ceylânlar yine gezip duracaktı. Kûfe, ceylânlarının o yerinde duramayan hareketli, kıvrak huzurunu her zaman duyacaktı. Böyle derler, Kûfeliler, göynümüş bir pişmanlığın bu küflü çürüğünde, bu yalan inanışta bir gönül alan teselli bulurlar.
Oysaki ceylânlar, eskiden, çok eskiden; Hazreti Ali ile birlikte, o Haricî cenbiyenin münkir insafsızlığının verdiği tiksinişle Kûfe’den kaçmış, Necef’ten sonraki Hicaz’a uzanan çöle çekilmişlerdir. Kûfe ‘nin sırtı, o günden beri gündüzleri cehennem gibi yanıyor, geceleri buz üşümesinde donuyor ise bu, Hazreti Ali’yi vuran cenbiyenin nankör sağırlığından olduğu kadar, ceylânların, küskün kaçışlarındandır da. O soğuk Harici cenbiyesi, bir peygamber damadını değil, o günden sonra ikiye ayrılan, bir bendende soluk almaya alışmış bir ümmeti de değil, ceylânları vurdu yüreciğinden; çöl bakışlı, taçları hurma-dal nakışlı, pırıl pırıl derisinde tüyleri Fırat gibi su akışlı Kûfe ceylânlarını da, yüreciğinden vurdu.
Fecre karşı küfe horozları Fırat’ı uyandırıyordu. Henüz Kûfe, yarı mahallesinde müfsit, yarı mahallesinde müflis ve bir avcu mes’ud-bir uykuyu ağır ağır geceye bırakırken, büyük peygamberin pek sevgili damadı Hazreti Ali, hilâfet camiinin loş köşesinde sabah namazındaydı. Hilafet camiinin hemen ardındaki hilafet sarayı taş gibi; hilafet sarayından sonra başlayan meyliyle sahrada ibadette… Sahrada ceylanlar sanki kaamette. Bir sessizliktir inceden, bir sessizlikti ipekçe, derinceden, aralıksız, katıksız bir büyük billur fanus gibi zaman, sabaha karşı Kûfe ’de Hazreti Ali ile birlikte salât ve selâmdadır. Birden, o billur fanus gibi buğulu zaman yerinden çat diye çatlar. Bir uğultu, kubbelerce dolu kaynaşma, zamandan taşar, Kûfe sokaklarının sessizliğine dolar: Hazreti Ali vurulmuştur. Hazreti Ali’yi vuran harici kaçamamış, dört bir yandan sarılmıştır. Hazreti Ali’yi vuran cenbiye, o harici nankörlüğü ile daha o an, zaman bile geçmeden kırılmıştır.
Kûfe, bir terkediliş, bir derin yalnızlık içinde başıboştur artık. Baş ağrıları tutmuş, ne yapacağını bilmez bir deli sarhoştur. Boşalır sanki.
Bir yaşlı ceylân kalır gitmedik; Kûfe yakınlarını terketmedik. Neden gitmedi, gayrı burasını kimse bilmez. Bir kısmı derler ki, tabutunu deveye yükleyip, deveyi yedekleyip vurup çöle giden Ali’yi görmek için kaldı bu ceylân. Bir kısmı derler ki, Kûfe ‘ye, yalnızlık acısının ne olduğunu göstermek için kaldı bu ceylân. Dedik ya bu sırrı kimse bilemedi.
Bir zaman sonra üç Kûfeli Sahra’da günü eski günlerden sanıp ceylân avına çıktı. Ama sahra, o eski sahra değildi. Gün o eski gün değildi. Koca Sahra’da bir tek ceylân göremediler. Bu yalan Sahra’ydı sanki bomboş uzanır. Neden sonra üç kişiden biri, kalan o yaşlı yalnız ceylanı gördü, at koşturup peşine düştüler. Ceylân kaçtı, atlar koştu, atlar koştu ceylân kaçtı, attıkları okların hepsi de boştu… Ceylân, şimdi Hazreti Ali’nin bulunduğu o hafif tümsekte, duruverdi; duruşu bir hoştu.
Üç Kûfeli avcı, hazreti aliyi vuran harici gibi sinsice yaklaştı. Ne bir cenbiye keskinliğindeki oklarını bir kere daha fırlattı. Oklar, sağa sola uçtu. Oklar, ceylâna değdikçe tutuştu. Ve oklar, ok değildi sanki bir tüy boruydu içi bomboştu.
Ceylân, ceylânlığınca tümsekte, duruyordu. Kûfeli avcılar, ne ceylâna yaklaşabildirler, ne ceylan onlardan kaçtı. Birden, tümsekten bir nur fışkırdı. Ceylânı pırıl pırıl yuyup yıkadı; tümsekten taştı meyilden aştı, Sahra’yı geçip Kûfe ‘ye yanaştı. Fırat’tan, Kerbelâ’ya ulaştı.
Bugün burada ceylânın ceylânca durduğu tümsekte bir ceylân yok. Adı Necef buranın. Hazreti Ali’nin türbesi, Necef’ten Kûfe’ye doğru bakıyor, Fırat karışıyor; Kerbelâ’ya doğru, babaların en içli, en müşfik yumuşaklığıyla Kerbelâ’ya doğru, akıyor.
Bağdatlı bir yaşlı dost anlattı bunu; ömrü uzun olsun.