Mavi bir ölüm! Yani okyanusların engin gizeminde yapayalnız ve sessiz; gökyüzünün sonsuz boşluğunda kaybolmuş gibi… Hani, diğer mahalleye gidiverip geliverecekmiş cinsinden “hoşça kalın” der gibi…
Bir ömre bedel cümleler vardır, hatta bir ömre bedel kelimeler… Hoyrat bildiğimiz insanlarda ki narinlikleri çıkarır ortaya. Candan söylenmiş bir “hoşça kal” da gizlidir bazen, bazense yapayalnız yenmiş bir yemekte… Sayfalara yazılamamış binlerce kahır vardır, binlerce ümit… Her birinde ayrı bir güzellik… Günü geldiğinde bırakıp gidilecek, her madde her mana…
Ölüm var! İyi ki de var! Ya hesap gününün ayar çeken ağırlığı olmasaydı!
Dönüp geriye baktığımızda bir yığın hatıra… Gelip geçmiş saltanatlar, yaşanıp bitmiş ömürler… Her mezar taşında ayrı bir hikâye. Gün doğumu batımı hızında gelip geçmiş, dün gibi yanımızda hatıralar. Ömür dediğin nedir ki? Bu gün varsın yarın yok. Aslında her ölüm erken ölümdür insanoğluna. Ve her ölüm eşit mesafededir inana. Ne de çabuk unutmuşuz, daha dün yanımızda olan anne ve babalarımızın hüzünlü vedalarını?
Nasıl da birer birer kayıp gittiler hiç ölmeyecekmiş sandıklarımız? Her ölümün ardından birkaç söz, birkaç gün yas. Fakat her defasında unutulan gerçeğin, gerçek yüzü… Her ölüm anlatır bize gün gibi ortada olan gerçeklere buzlu camın ardından baktığımızı. Ölüm dediğin nedir ki, şimdi varsın; şimdinin “-nin” hecesinden sonra yok. Uzakta bildiğimiz en yakınımız…
Ötelerin ötesinde bir boşluk, her ötenin ötesinde küçülen dünyam… İnsanoğlu yok hükmünde inancı olmasa. Ölümü vuslat olarak görebilen yürekler idrak eder kâinatın ne kadar küçük olduğunu. Muhabbete şiir yazmalı cancağzım vuslat gecelerinde. Ölüm yok olmak değildir muhabbetli gönüllerde. Ölüm, yok olmamanın ilk adımı…
Toprağın altında koca bir dünya… Kim kime komşu, kim kime gidip gelir? Kabir; sessiz, sakin… Kim güler, kim ağlar? Adalet yerini bulmuştur elbet! Çerağa ne hacet! İnsan kendi hükmünü kendi götürür; kimi ateş olur, kimi ışık…
Ölümlerin en acısı vardır bir de: Unutulmak!
Samimiyeti sorgulayan mahir kelimeler vardır. Unutulmak, yola çıktıkların tarafından… Ne bir seda ne bir selam… Ya da öylesine söylenmiş birkaç çıplak kelime; karşıdaki nasıl da ele verir kendini. Duygudan yoksun, cevaba lüzum görmeyen kelâmlar…
Yüreğimizin ayarı bozulunca dilimiz çok mu kesmeye başladı acaba? Oysa cemiyetin hayatta kalmasıydı; en sevecen kelimelerin, en candan saflıklarıyla altın tepsiler içinde sunulması. Kelimelere vefa göstermek, insanı yaşatmak değil miydi? Hırpalamamak, bozmamak onların tatlarını…
Ölüm dediğin nedir ki, ölmeden mezara girmiş onca insan arasında…
Gün gelecek herkesin üzerinde ittifak ettiği malum bize de uğrayacak. Geride kalanlara “Hoşça Kalın” bile diyemeden… Farkında mısın, işte o vakit artık sensiz esecek rüzgârlar?