Milliyetçi-Toplumculuğumuz, kasıtlı bir şekilde yorumlanmakta ve zaman za­man çeşitli fikir, doktrin ve hareketlerle aynı şeymiş gibi gösterilmek istenmektedir. Bazen ona sosyalizm damgasını vuranlar çıktığı gibi, onu Nazizm ve faşizmle bir tutanlar da çıkmaktadır. Biz bu yazımızda, Türk millî kaynağından ilhamını alan milliyetçi toplumculuğun, sosyalizmden, Nazizm ve Faşizmden farklı, bambaşka mahiyette olduğunu göstermeğe çalışacağız.

Komünizm, Sosyalizm ve Sosyal Demokrasi Karşısında Toplumculuğumuz:

Sombart, sosyalizm kelimesinin ilk defa “içtimai mesele” anlamında İtalya’da kullanıldığını söyler. Bu ilk şekli ile kullanılan sosyalizm, cemiyet endişesi manası­na gelerek, bir “toplumcu” vasıf gösterebilir. 1847’de sosyalizmin bu türlüsünden bahseden Engels, bunun bir “burjuva hareketi” olduğunu, ancak “komünizmin işçi sınıfı hareketi” olduğunu söyler. Marx, her iki terimi de kullanmış, kendisinden önceki sosyalistlere “ütopist=hayalci” demiş ve kendi sosyalizmine ilmi (bizimkile­rin deyimi ile “bilimsel”) sıfatını yakıştırmıştır. 1872 ile 1917 yılları arasında komü­nizm ve sosyalizm aynı manaya gelmeye başladı. Hatta komünizm kelimesi kaybo­larak, yerini “sosyalizm’e bıraktı. 1917’de Bolşevizm’in Rusya’da iktidarı almasıyla iki terim arasındaki eski fark yeniden ortaya çıktı.

İlmi sosyalizm adı verilen, sonunda komünist bir düzen kurmayı hedef alan Marxist sosyalizm (Marxizm), sosyalistlerin ilk vazifesinin ferdi mülkiyeti yıkmak, mülkiyet düzenini tahrip etmek olduğunu, Komünist Beyannamesinde ve diğer eserlerde ortaya koyar. Marx, Engels ve Lenin’in “ütopist” adını verdiği sosyalist­ler de bu hususta Marxistlerle birleşir ve ferdi mülkiyetin kaldırılmasını isterler. Hatta içlerinde Eflatun ve Campanella gibileri, aile müessesesine bile düşman idiler. Eflatun, ömrünün sonunda bu fikrinden dönmüştür. Diğer sosyalistler de, ferdi mülkiyeti ortadan kaldırmada Marx ‘tan farklı düşünmüyorlardı. Farkları, kolektif mülkiyete, sulh yolu ile veya ihtilal metodu ile varma düşüncesindeki ayrılıktan ibaretti. Marxizm tarihi ve diyalektik materyalizminin hepsinde müş­terek fikir olmayışı, diğer farkı teşkil eder. Bunun dışında, revizyonistler, çeşitli sosyalist doktrinler ve bazı sosyal demokratlar arasında birçok hususta fikir birli­ği görülür. Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi sonradan “Bolşevik”, daha sonra da “Komünist” adını almıştır. Alman Sosyal Demokratlarının Lenin’den akıl danıştık­ları ve talimat aldıkları bilinmektedir. Gerçi İsveç Sosyal Demokrasi, Marxizm- Leninizm tesirinden uzak, orta bir yol takip etmektedir. Fakat öte yandan, sosyal demokrat olduğu bilinen İngiliz İşçi Partisi’nin gelişme seyri düşündürücüdür. İngiliz İşçi Partisi, Birinci Dünya Harbi sonuna kadar, “Sosyalist” lafını ağzına al­mamıştır. Bu arada savanına sosyalistleri almakta da tereddüt etmemiştir. 1918′ de kabul edilen yeni tüzükte “istihsal vasıtalarının müşterek mülkiyeti esasına daya­nan” bir sisteme taraftar oldukları açıklanmıştır. “İstihsal vasıtalarının müşterek mülkiyeti” fikri, sosyalizmin en mühim unsuru olmasına rağmen, İşçi Partisi ken­disine hala “sosyalist parti” demekten dikkatle kaçmıyordu. Ancak 1932’den son­ra İşçi Partisi, nihai gayesinin sosyalizm olduğunu söylemeğe başladı. 1945 seçim beyannamesinde sosyalizm ve sulhtan bahsediliyor, “Büyük Britanya Milletler Camiasında, eşitlikçi, ilerici, demokratik, hür, halka dayanan” bir sosyalizm kurula­cağı vaat ediliyor ve bu sosyalizmin “bir hafta sonu ihtilalinin mahsulü olarak bir gecede gelemeyeceği” belirtiliyordu. Bu müphem ifadede, nihai gaye sosyalizm olmakla beraber, seçimden vazgeçilmeyeceği söyleniyordu. Ayrıca, halkın siyasi, iktisadi ve sosyal bakımdan kurtuluşunu sağlamaktan başka, doktrinler bir gaye­leri olmadığı ifade ediliyordu; fakat, İşçi Partisi, 1948 yılında, Komünist Beyannamesi’nin yüzüncü yıl hatırası olarak çıkardığı eserde, Marxist Sosyalizme (Ko­münizme) bağlılığını resmen gösterdi. Kitabın başına İşçi Partisi adına yazılan önsözde şu ibare vardır: “İşçi Partisi, bütün işçi sınıfı hareketine ilham veren in­sanlardan ikisi olan Marx ve Engels’e şükran borcunu kabul eder.” Devamla: “İngi­liz İşçi Partisinin kökü İngiliz tarihindedir… Fakat İngiliz sosyalistleri kendilerini Avrupa kıtasındaki arkadaşlarından asla tecrit etmemişlerdir. Bizim fikirlerimiz, doğrudan doğruya Marx ‘tan filizlenen Avrupa sosyalizminin fikirlerinden farklı olmuştur, fakat biz de, Avrupa düşünür ve savaşçılarından ve bilhassa Manifestonun müelliflerinden yüz türlü tesir almış bulunuyoruz.”

Bu önsözde, Manifesto’ya uyarak, toprak üzerindeki ferdi mülkiyetin kaldırıl­masının, işçi hareketinin isteği olduğu, çok ağır müterakki gelir vergilerinin sosyal adalet vasıtası sayıldığı, haberleşme vasıtalarının geniş ölçüde millileştirildiği, kre­di ve diğer istihsal vasıtalarının da devletleştirilmesine çalışıldığı, yani adım adım kolektif mülkiyet düzenine gidildiği ifade edilmiş oluyordu(1).

İngiliz İşçi Partisi’nin 1966 Ekim’inde Brighton’da yapılan kurultayında, Başbakan ve Parti Başkanı Mr. Wilson, parti içinde Marxist düşünceyi hakim kılmak için çalışan­ları, “İngiltere’nin iktisadi ve içtimai meselelerine Highgate Mezarlığı’nda (Marx’ ın gömülü olduğu mezarlık) çare aramakla”, “fosilleşmiş fikirlere sahip olmakla” itham etti(2). Birkaç gün sonra Moskova Radyosu “Marxizm ve sosyalizm fikirlerini Highgate Mezarlığı’na gömmeğe çalışıyorlar”(3) diyerek, Mr. Wilson ‘a çattı.

İngiliz İşçi Partisi ne kadar sosyal demokrat olursa olsun, içindeki Marxistler bu sosyal demokrasiyi bir gün sosyalizme çevirebilirler. Yerli yersiz, aşırı şekilde başvu­rulan devletleştirmelerin, kamulaştırmaların gayesi de, eninde sonunda ferdi mül­kiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Esasen, iktisat ve sosyoloji edebiyatında da “sosya­lizmden “istihsal vasıtalarının kolektifleştirildiği bir sistem” diye bahsedilir. Bu ga­yenin ihtilalle tahakkuk ettirilip ettirilmemesi, sosyalizmleri birbirinden ayırır. Sos­yalizmin bir basamak ötesi komünizmdir ki, burada istihlak vasıtaları da kollektif­leştirilir ve insanların yiyecek, içecek giyecek ve diğer ihtiyaçları bir “tayın” sistemi­ne bağlanır. İnsanların iştahlarına, zevklerine, istek ve arzularına böylece gem vu­rulduktan sonra, düşüncelerine de yön verilir ve nasıl düşünmeleri gerektiği, ko­münist idareciler tarafından öğretilir. Bütün insani, dini, milli ve manevi değerler yıkılmağa çalışılarak, milliyetsiz, dinsiz, maneviyatsız, yıkıcı proleterler yaratılma­ya çalışılır. Beyinler böylece yıkanmak, vicdanlara mühür bağlatılmak, insanlık sona erdirilmek istenir. Milli şerefler (“Ulusal Onur” değil) ayaklar altına alınır, milletler yıkılır, istiklaller ve hürriyetler sona erer. Bunların burjuva kalıntısı olduğunu söyle­yerek, insanların isyanını bastırmağa çalışırlar. Bu hal, insanlığın karşı karşıya bu­lunduğu büyük bir tehlikedir.

Ferdi mülkiyet, insaf ölçüleri içinde kalındığı takdirde, insanların şahsiyet, hür­riyet ve şereflerinin teminatıdır. Dağların, ormanların, göllerin devlete ait olması gerektiği gibi, umumun faydalanacağı yerlerde de kamu mülkiyeti insanlık hayrı­nadır. İstanbul Boğaziçi’sinin iki yakasının parsellenip, fertler tarafından gasp edilmesi, cennet gibi yerlerin kelleştirilmesi, umumun zararınadır ve ferdi mülki­yet burada zarardadır. Ziya Gökalp’in dediği gibi, “Ferdi mülkiyet umumun fayda­sına hizmet ettiği takdirde meşrudur.” Bu manada anlaşılan mülkiyet düzeni, in­sanlığın vazgeçemeyeceği büyük bir hakkıdır. Yalnız bir iktisadi sistem olmayıp, topyekûn bir dünya görüşü olan Marxizm-Leninizm, iktisadi düzeni, mülkiyet sis­temini yıkmakla kalmıyor, insanlığın neyi var, neyi yoksa hepsini ortadan kaldırı­yor. Sosyalizm bunlardan sadece birincisini (mülkiyet düzenini) sulh yoluyla, uzun vadede yıkmağa çalışırsa, komünizmden az mı tehlikelidir ve komünizme basa­mak teşkil etmez mi?

İktisadi bakımdan zayıf olan sınıf ve tabakalar için, yaşama teminatı ve sosyal güvenlik imkânları getiren Batı Avrupa sosyal adalet telakkileri, sosyalizm ve ko­münizmle gerek terim, gerek muhteva bakımından birçok hususlarda iç içe, yanıltı­cı, şaşırtıcı bir görünüşte bulunduğundan, bilhassa az gelişmiş ülkeler, kapitalizmin pençesinden kurtulur ve iktisadi kalkınmalarını tahakkuk ettirirken ve vatandaşla­rına insanca yaşama imkânları temin etmeye çalışırken, takip ettikleri iktisadi ve içtimai sistemlerine, “sosyalizm” adını vermekten, yukarıda sıraladığımız sebepler­den ötürü, şiddetle sakınmaları lazımdır. Bizim bu iktisadi ve içtimai sisteme verdi­ğimiz isim, “Toplumculuktur. Toplumculuğun, komünizmle, sosyalizmle, sosyal de­mokrasi ile ilgisi bulunmadığını belirttikten sonra, onun faşizm ve Nazizm’le olan farkını görelim.

Faşizm ve Toplumculuk

İtalyan Faşizminin öncüleri, Hegel Felsefesini biraz değiştirerek kabul eden ve Hegel’ in, devletin yeryüzünde Allah’ın en yüksek tezahürü olduğu hakkındaki fikri­ni benimseyen bir grup aydındı. Roma İmparatorluğu ve Rönesans çağında olduğu gibi, medeni dünyaya ışık vermek gibi şanlı bir vazifeye sahip bulunduklarını iddia ediyorlardı. Şiarları “Fert için hiç bir şey, İtalya için her şey” idi. Liberalizmi, demokrasiyi, savaş aleyhtarı fikirleri lanetliyor ve harbi “dünyanın biricik sağlık koruyu­cusu” olarak yüceltiyorlardı. Onlar için savaş, milleti tekrar canlı hale getirmenin zaruri bir vasıtası idi.

İtalyan Faşizminin tanınmış filozoflarından ilki, Pisa Üniversitesi’nde felsefe, Roma Üniversitesi’nde tarih felsefesi profesörlüğü yapan Giovanni Gentile (1875-1944)dir. 1923 yılında Mussolini tarafından, Faşist devletinin eğitim programını gözden ge­çirmekle vazifelendirilmiştir. Daha sonra Faşist Kültürü Enstitüsü’nün müdürü oldu. Hegel’ in yolundan yürüyerek, üstadının idealizmini, hemen hemen mistisizm nok­tasına kadar götürdü. Medeni kültürün ilmi pozitivist temayülünü ve son derece spritüal olarak vasıflandırdığı Eflatun felsefesini tenkit etti. Ona göre, devlet mu­kaddestir ve fertle devlet arasında tezat olamaz.

Faşist felsefesinin inkişafına hizmet eden ikinci yazar, Giuseppe Prezzolini’dir. 1882 de Perugia’da doğmuştur. Kültürlü bir aileye mensup olup, çok okuyan ve zengin bir bilgi hazinesine sahip olan bir insandı. Fakat 1903 yılında büyük idealist ve romantik şair Giovanni Papini’ye rastlayıncaya kadar, bir ideal sahibi değildi. 1903-1907 arasında Floransa’da beraberce Leonardo isimli edebi bir tenkit dergisi çıkardılar. Prezzolini, 1908-1916 arasında La Vole (Ses)un yazı işleri müdürü oldu ve bütün gayretini İtalyan Milliyetçiliğini canlandırmağa hasretti. Harpten sonra, siyasete faal şekilde katılmaktan vazgeçti. Prezzolini de Gentile gibi Hegelci idea­listti ve devleti, ferdin üzerinde kutlu bir varlık sayıyor, parlamento müesseselerini hakir görüyor ve on dokuzuncu asrın liberal demokratik geleneğini, millet gücüne karşı bir tehdit vasıtası olmakla itham ediyordu. Prezzolini, Faşizmi, İtalyan “Vatan­perverlik ruhunun en yüksek kavramı” olarak vasıflandırmıştır. 1992 Roma yürüyüşünü arzu edilir buluyor ve kaçınılmaz olarak görüyordu. Onun nazarında eski liderler kifayetsiz, rüşvet yiyici ve soysuzlaşmış idiler. İtalya hiçbir zaman Anglo­sakson Anayasası, hiçbir zaman sanayileşmiş kapitalist bu ülke haline gelemez­di. Sosyalizm, sendikacılık ve Bolşevizm gibi yabana radikal ithalat İtalyanlar için birer tehlike idi. Bir sınıfı diğerine karşı çıkarmışlar, kanunsuzluğu teşvik etmişler, ayaklanma ve grevler yüzünden büyük kayıplara sebep olmuşlardı. Bu kötülükler karşısında parlamento hükümeti pasif kalıyordu.

İşte bu fikirlerin hâkim olmaya başladığı bir içtimai muhit içinde çabucak sivri­len Benoit Mussolini, tarihteki yerini, İtalyan Faşist hareketinin kurucusu ve dema­gojik ağzı olarak kazandı. Faşizm teorisine hiç bir şey getirmediğini düşünmek hata olur. İtalyan düşüncesindeki mühim temayülleri kavrayacak kadar idrak sahibi ve bu düşüncelere beliğ bir ifade verecek kadar kabiliyetli idi.

Mussolini lider olduktan sonra, sendikacılıktan alınma bir iktisadi teşkilat tarzı getirdi. Bu bünyeye korporatif devlet adını verdi. Sermaye ile emek arasındaki bü­tün mücadeleyi ortadan kaldıracak şekilde, her iki tarafın temsilcilerini sendika ve korporasyonlarda, devlet kontrolü altına almayı hedef tutuyordu. Barış taraftarla­rını kötüledi. Harp, insanoğlunu yükseltir ve asilleştirirdi. O vasıtayla millet büyür ve imparatorluk haline gelirdi. Emperyalizm, hayatiyetin esaslı bir tezahürü idi. Onun reddedilmesi zayıflık ve ölüm alameti idi. Fert için hayat vazife mücadele ve fetihten ibaretti(4).

Mussolini, 1914’te sosyalist dergi Avanti’nin yazı işleri müdürlüğünden, fikirleri değiştiğinden ötürü uzaklaştırıldı. PO Polo d’italia’yı kurdu ve Fasci Di Combattimen- Tao’yu tesis etti. Bunda Faşist hareketi gelişti. Mütecaviz bu milliyetçilik görüşüne sahipti. Korporatif devlet fikri Sorel’den mülhem ve tatbikatta tam başarı sağlaya­mamıştır(5).

Nazizm (Nasyonal Sosyalizm) ve Toplumculuk

İtalyan Faşizminin aksine, Alman Nazizm’i, doğrudan doğruya felsefi öncülere sahip değildir. Mussolini, Makyavel ve Sore’i ihtirasla okuyan bir kimse olduğu halde, Hitler, Yahudi düşmanlarının ve diğer ırkçıların eserleri dışında pek az şey okuyordu. İtalyan Faşizminin, devleti insan tekâmülünün zaruri bir vasıtası olarak yücelten Hegel idealizmi ile sıkı bir bağı vardı. Hegel felsefesinin Alman menşeine rağmen, Nazizm üzerinde tesiri hemen hemen yok gibidir. Hitler, devlet fikrim, onu sadece bir cihaz, bir mekanizma sayarak, aşağı bir seviyede tutuyordu. Onun yeri­ne milleti veya Volk’u yüceltti.

Nazizm’in temellerini Nicede bulanlar yanılır. Çünkü Nice milliyetçilik, savaşçı­lık aleyhtarı idi ve Prusyalı askerlerden nefret ediyor ve Yahudileri Avrupanın en yüksek soyu olarak görüyordu. Naziler nazarında, Alman milletini 1918’de arkadan hançerleyenler Yahudilerdir. 1923 enflasyonunda, millet zararına spekülasyo­na girişmiş ve milyonlar vurmuşlardı. Weimar Cumhuriyetinin zayıflık ve başarısız­lığından mesul idiler.

Alman Nazizm’inin en orijinal ideoloğu Cari Smith’tir. Muhtelif üniversitelerde hukuk profesörlüğü yapmıştır. Eserinde, milletler arasındaki mücadeleyi bir hayat kanunu olarak kabul ediyordu.

Diğeri Alfred Rosenberg’dir. Alman asıllı olarak Moskova Üniversitesi’nden me­zun oldu. Bolşevik ihtilali üzerine Almanya’ya kaçtı. Yahudilere karşı düşmanlığı ile tanındı. Sarışın Nordik ırkın, atalarının yolunda zaferler ve şerefler kazanacağına inanıyordu. Hitler, kendisine mühim bir mevki verdi. Ona göre Alman halkı Hristiyanlık yerine, Nordisizmi din olarak kabul etmeliydi. Yahudileri kültür yıkılışının canlı varlıkları olarak görüyordu. Onları, Almanların Nordik ırkı saflığına karşı çı­kan suikastçılar sayıyordu. Yahudi mali faaliyeti ile bir tuttuğu verimsiz kapitalizme hücum ediyordu.

Hitler, Mein Kampf isimli eseri ile, milliyetçilik, führerlik, ırkçılık (Rosenberg’in Nordik’i yerine Aryan), Yahudi aleyhtarlığı, Lebensraum (millet için aktif canlı me­kan, müstemlekecilik fikri) ve yayılma fikirlerini getirdi.

Faşizmle benzerliği otoriter, milliyetçi, militarist ve seçkinler idaresi taraftarı oluşudur(6).

Nazizm’in vasıfları kısaca Pan-Cermen anti-semitik (Yahudi düşmanı), otoriter ve küçük burjuva taraftarı oluşudur.

Nazi Partisi Programı’nın 24. maddesi partinin herhangi bir mezhep ve imana değil, pozitif Hristiyanlığa bağlı olduğunu söyler(7).

Kısaca açıklamağa çalıştığımız Nazizm’de, görüldüğü gibi toplumculuktan bam­başka şeydir.

Türkçülük toplumculuğu ne demektir? Türk toplumculuğu, Türk ve İslam kayna­ğından gelme bir zihniyet ve dünya görüşüdür. Ziya Gökalp, Türklerin hürriyeti ve yardımlaşmayı sevdiklerinden ötürü, hem ferdiyetçi (liberalist-kapitalist), hem de iştirakçi (komünist-kolektivist) olamayacaklarını, Türklerin “Dayanışmacı-Tesanütçü” olduklarını söyler. Gerçekten, Hunlar, Göktürk ve Uygurlardan, Selçuklu, Osmanlıve günümüz Türklüğüne kadar, bütün Türk uyruk ve boyları, ferdi mülkiyetle, kamu mülkiyetini öyle güzel bağdaştırmış, yaylakları, meraları bütün boyun istifadesine sunarken, kışlakları ferdi mülkiyet konusu yapmıştır. Şölenler, toylar, yağmalı toylar, ülüşler, başaklar imecelerle gelir dağılımının adil olmasına çalışır. İçtimai yardım şu­urunu kuvvetlendirirken, İslami kaynaktan gelen “Zekât ve sadaka” müesseseleri ile bu ruhu asrımıza bile örnek olacak hale getirebilmiştir. Mesele bu ruhu tekrar dirilt­mek, Türk’ün bu “Toplumcu” vasıf ve anlayışını ihya etmektir. Kanunların, toplumcu zihniyetin kazandıracağı hukuki mevzuatın ortaya koyacağı, sosyal sigortalar, sosyal güvenlik tedbirleri, fertlerin hukuki mükellefiyetleridir. Bunların yerine getirilmesi cemiyeti elbette refaha erdirecektir. Hayırlı hususi teşebbüsle bir arada çalışan ve ihracatın ve ithalatın çoğunu yapan kooperatifler ve kendi istihsalini kendisi ihraç eden devlet kesimi, kendi yatırım ihtiyaçlarını kendisi ithal eden devlet sektörünün örnek olduğu “Toplumcu” milliyetçi, iktisat düzeni de, sosyal güvenlik tedbirlerine ait mevzuat da “Toplumculuğu tam ifade edemez. Toplumculuk bunları da bünyesinde taşıdığı gibi, Türk ve İslam kaynaklarından doğan gelenekleri de ihtiva etmektedir. Varlıklı kimselerin, hukuki vecibelerinin ötesinde yapacakları yardımlar, sınıf ahengi yaratacaktır. Zekât, sadaka, ülüş, başak, doğum, düğün, dini günler ve ölüm hallerin­de verilen ziyafetler, lokmalar, hayırlar; diş kiraları, Türk “Toplumculuk” unun unsur­larıdır. Hayatın manasım hasis menfaatlerini tatminde hudutsuz bir kâr hırsında gör­meyen mili kültürün verdiği bir toplumcu-dayanışmacı ruhla hareket edenler için, bu diriltilmiş bir Türk dünya görüşü olacaktır.

“Toplumculuk” u, dokuz şiarından biri olarak ele alan büyük bir milliyetçi lider, onu üç başlık altında şöyle ele almaktadır: “-Özel teşebbüs: burada, özel teşebbüsün destekleneceği, işverenle işçinin haklarının karşılıklı olarak korunacağı ve “İki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde kontrol, tanzim ve nezaret al­tında bulundurulmasının şart olduğu kaydediliyor. II- Küçük sermayelerin birleşme­si: “ayrı ayrı kimselerin elinde bulunan küçük tasarruflar, mesela on bin kişinin, yirmi bin kişinin katılıp birleşmesiyle büyük sermaye haline gelir ve bu sermaye büyük tesislerin kurulmasını sağlar… Halkı buna teşvik etmek, alıştırmak, cesaretlendirmek ve organize etmek, önayak olmak devletin görevleri arasında olacaktır. Bundan gayri olarak yapılması icabetten birçok büyük işlerin ayrıca yine devlet eliyle bizzat alına­rak başarılması gerekir. Atom, füze araştırmaları ve ilmi araştırmalar gibi büyük orga­nizasyon isteyen, büyük masraflar isteyen (işler) tamamıyla devletçe ele alınıp plan­lanması ve sürede başarılması esasını içine alan bir görüşü tutuyoruz.” III- Sosyal yardım ve güvenlik teşkilatı: Bu da, Türk milletini içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve güvenlik teşkilatı meydana getirmek görüşüdür. Türk milleti bugün sosyal bakım­dan organize edilmemiş, dağınık bir durumdadır. Eskiden onun bir takım sosyal bağ­ları, sosyal kuruluşları vardı. Bunlar dağıldı, yıkıldı. Mesela eskiden vakıflar vardı, mahalle heyetleri vardı. O günün şartlarına göre zamana uygun düşecek bir takım sosyal ve ekonomik organizasyonlar vardı. Loncalar vardı, loncaların da aynı zaman­da sosyal fonksiyonları vardı. Bunlar zamanla yok oldular, kalktılar.

Bugün milleti tekrar organize etmek lazım geliyor. Bunların en başında gelen işlerden birisi de bütün halkı içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve sosyal güvenlik teşkilatı kurmaktır. Yani Türkiye içerisinde hiç kimse sahipsiz, yardımsız, himaye­siz, desteksiz, işsiz kalmamalı, kalmak korkusuna düşmemelidir. Bir ailenin reisi mi öldü, çocukları, ailesi mutlaka bu teşkilat tarafından derhal hamiye edilmelidir… Böyle bir organizasyon olmaksızın, cemiyette büyük haksızlıklar meydana gelir ve böyle bir durum milleti sıhhatli olmaktan çıkarır. Ayrıca sağlık ve adalet güvenliği sağlanmalıdır(8).

Görülüyor ki, bizim sosyalizm ve komünizmden sosyal adalet ve insanlık dilen­meğe ihtiyacımız yoktur. Binlerce yıl önce biz bunu biliyor ve yapıyorduk. Bizim “Toplumculuğumuz” en yüksek dayanışmayı, en yüksek sosyal adaleti temin edebi­lecek bir anlayıştır.

Mehmet Eröz, Töre Dergisi, Temmuz 1972, Sayı: 14

Dipnotlar

  1. Ivor Thomas, The Socialist Tragedy, London, 1949, s. 106-11.
  2. Evening Standard, 4 Ekim 1966.
  3. The Daily Telegraph, 7 Ekim 1966.
  4. E. Mc Nail Burns Ideas in Conflict, London, 1963, s. 217-22.
  5. G.D.H. Cola, Communism And Social Democracy, London, 1961, s. 367-68, 401-3.
  6. E. McNall Burns, aynı eser, s. 223-30.
  7. G.D.H. Cole, Socialism And Farscism, London, 1961, s. 35-40.
  8. Alparslan Türkeş, Milli Doktrin-Dokuz Işık, İstanbul, 1972, Ergenekon Yayınları, s. 21-25.
  9.  Encylopaedia of the Secial Sciences’deki “Sosyalizm” ve “Komünizm” maddeleri ve diğer kaynaktır.

Bir yanıt yazın