Yüce Allah, yeri göğü tüm âlemi, canlıları gerekli görmüş yaratmıştır. Yaratanını tanıması, O’nun emir ve yasaklarına uyması, sorumlu olduğu görevlerini yapması için bütün yarattıklarının en üstünü olarak da insanı yaratmıştır. Bütün bu âlem, canlılar ve insanlar O’nun emri üzerine yaşar ve hareket ederler. Yüce Rab, yarattığı insanları başıboş bırakmamış, hayatlarının düzeni, inanç ve ibadetlerinin temini için bilgilendiren seçkin peygamberler göndermiştir. Hz. Âdem’den başlayarak devam edip, Hz. Musa, Hz. İsa Peygamber ve son olarak da Bütün Müslümanların Peygamberi olarak Hz. Muhammed’i gönderdi. Yüce Allah Kuranımız Sebe Suresi 28. Ayetinde “Biz Seni tüm âlemlere rahmet olarak gönderdik” demektedir. Rahmet olarak gönderilen Peygamberimize de Yüce Rab, Kâbe-i Muazzama hakkında Kuran’ında Bakara Suresi 144. Ayetinde “ (Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (Vahiy beklediğini) görüyoruz. (merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar) Siz de nerede olursanız olun,(namazda) hep o yöne dönün…” diye aydınlatmada bulunmuştur.
Kâbe, yeryüzünde kurulan ilk mescit olup, insanların ilk mabedi ve “Allah’ın Evi” olarak adlandırılır.Ali İmran Suresi 96. Ayette “Doğrusu insanlar için kurulan ilk mabet, kesinlikle Mekke’deki o çok mübarek ve âlemlere hidayet olan ibadet evidir” denilmektedir. Kabe’nin ilk olarak Hz. Adem tarafından yapıldığına inanılır. Hz. Şit zamanında yapılan yerde bir taş kalır. O’da bu taşın yanına bir bina yapar. Sonra Hz. Nuh tufanında bina kumlar altında kalır. Hz İbrahim Allah’ın emri ile bu yerin bulunduğu yere gelir, Kuran’ımıza göre Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından insanlığın istikbalini temsil eden bu mabedin temelleri yükseltilerek “Kâbe” yapılır. Bakara Suresi 127. Ayette “Bir zamanlar, İbrahim İsmail’le birlikte Beyt’in temellerini yükseltiyordu” denilmektedir.
İslam’dan önce Kâbe’de Araplar tarafından kutsal sayılan ve tapılan 360 tane put bulunmaktaydı. Hz. Peygamberimiz zamanında Kâbe Müslümanların eline geçince Kuranımız İsra Suresi 81. Ayetinde ki “Hak geldi, batıl yok oldu” hükmü gereğince, bütün bu putlar kaldırıldı. Bilal Kâbe’de ilk ezanı okudu.
Kâbe, Arapça dört köşe planı olan veya dört direk üzerine kurulmuş yüksek bina demektir. Müslümanlar için birliğin, dayanışmanın, kaynaşmanın ve diriliğin simgesi olarak kabul edilir ve mukaddestir. “Beytullah, Kâbe-i Şerif, Kâbe-i Muazzama, Mescidü’l Haram veya Beyt-i Atik” diye adlarla anılmaktadır. İslam Dininin ilk ve en kutsal mekânı olarak kabul edilmektedir. Bu kutsallık, Kuranımız Maide Suresi 97. Ayetin de “Allah Kâbe’yi O Beyt’i Haram’ı, insanlar için hayat kaynağı yaptı…” diye belirtilmektedir. Kâbe’nin içinde bulunduğu alanı çevreleyen büyük mescide “Mescid-i Haram” denilmektedir. Dünyada ki bütün Müslümanlar, nerede olursa olsunlar, Kâbe’ye yönelerek namazlarını kılarlar. Kâbe’nin olduğu bu yöne “Kıble” denir.
İslam’ın beş temel esaslarında olan Hac, dünyanın dört bir yanından milyonlarca Müslümanların Kâbe’ye gelinerek bu şart yerine getirilir. Yüce Allah hac konusunda Kuranımız Bakara Suresi 196. Ayetinde “Haccı ve umreyi de Allah için tamam yapın” demektedir. Bu görev için Ali İmran Suresi 97. Ayette ise “Orada açık alametler ve İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren güvenlik içinde olur. Oraya gitmeye gücü yeten herkesin o ibadet evini ziyaret etmesi de Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır” denilmektedir.
Kâbe’nin bölümleri ise, Müslümanların cennetten indiğine inanılan kara parlak taş olan Hacerü’l Esved, Kabe’nin kapısı, Osmanlılar tarafından yapılan altın oluk, Hicri İsmail diye bilinen İsmail Duvarı, Hz. İbrahim’in ayak izini bıraktığı mevki olan Makam-ı İbrahim, Kabe örtüsü, Kabe’nin doğu duvarının önünde bulunan Cebrail Makamı dır.
İslam tarihi içinde Müslümanlığın en ihtişamlı yaşandığı zaman, Peygamberimiz ve sahabelerinin döneminden sonra Selçuklu ve Osmanlı dönemi olmuştur. Selçuklu Sultanı Alparslan’a Mekke Emir’i Muhammed bin Ebu Haşim’in elçisi, Emir’in oğlu ile birlikte gelmiş bağlılıklarını bildirmiş, hutbenin Abbasi Halifesi Kaim Bi Emrillah ve Alparslan adına okunduğunu bildirmiş, buna sevinen Hakan Alparslan onlara pek çok ikram ve ihsanlarda bulunmuştur. Gelen diğer Melik Şah, Sencer, Kılıç Arslan gibi diğer Selçuklu Sultanları da Peygamberimize, Ehli Beyt’ine, Sahabelerine, Kâbe’ye ve ulemaya sadık kalmışlar, sevgilerini her zaman göstermişlerdir. Üç kıtada Türkler, bu ruh ve anlayışla asırlar boyunca, “İla-yı Kelimetullah” davası uğrunda mücadele vermiş, gaza meydanlarında hep bu inancı yaşamış ve gaye edinmişlerdir. Türkler, Peygamberimize duydukları yüksek sevgilerinden dolayı, kurduğu askeri birliğe O’nun davasının amacı güdüldüğü için “Peygamber Ocağı” askerlerine de “Mehmetçik” denilmiştir. Ordusuna ise “Asâkir-i Mansure-i Muhammediyye”, devletin adına da “Devlet-i Aliye-i Muhammediyye” adı verilmiştir.
Selçuklu ve Osmanlılar döneminde Padişahlar ve Hakanlar Peygamberimizin kutlu soyu “Ehli Beyt’ine” sevgi ve saygı göstermişler, bu soya mensup “Seyyidler ve Şerifler” için onları korumak, ihtiyaçlarını gidermek, refah içinde yaşamalarını sağlamak ve şecerelerini tutmak ve işleri ile meşgul olmak için “Nakibü’l Eşraflık” denilen müessese kurmuşlardır. Osman Gazi oğlu Orhan Gaziye nasihatinde: “Oğul! Bizim davamız, İla-yi Kelimetullahtır, Allah’ın adını yayma davasıdır; yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir” diyerek Türklerin “Cihad-ı Fisebillah” (Allah yolunda savaş) yaptıklarını belirtmiştir. (1)
Mübarek makamların bulunduğu Hicaz bölgesine, Kâbe ve Allah Resulü’nün hatırası olan bu yer insanlarına gelenek haline getirilen Sürre gönderilir ve büyük hizmetlerde bulunulurdu. İlk olarak Yıldırım Bayezıd döneminde Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’ye “Sürre Alayı” gönderilmeye başlamıştır. Daha sonra Padişah Çelebi Mehmed zamanında gönderilmiştir. Osmanlı padişahlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i Şerifeyn ahalisine, mukaddes yerlerin ve hac yolarının emniyetini sağlayan Mekke Şeriflerine, seyyid ve şeriflerine gönderdikleri para ve değerli eşyalara “SÜRRE”, bunları götüren askeri ve sivil topluluğa da “SÜRRE ALAYI” deniliyordu. Osmanlı devleti dört yüzyıl boyunca hac organizesini sağlamış, Sürre Alayı ile hediyelerini göndermiştir. Ancak son iki yüzyılda Arap bedevi eşkıyaları hacca giderken veya dönerken kafilelere düzenledikleri saldırılarda birçok Sürre Alayının güvenliğini sağlayan askerleri ve hacıları şehit etmişler, para ve hediyeleri de yağmalamışlardır. 1691 ve 1863 yılında büyük kayıplar verilmiştir.
Padişah II. Murad, sabaha kadar Kuran’ı Kerim okuyarak doğacak çocuğunun müjdesini beklerken ve Fetih Suresini okurken, “Müjdeler olsun bir oğlunuz oldu” denilince “Elhamdülillah, Ravza-i Murad’da bir gül-i Muhammed-i açtı” demiştir. Ayrıca Padişah, Mekke ve Medine de imaretler yaptırmış, Ankara yakınında ki Balık hisar bölgesinin gelirlerini, Mekke, Medine ve Kudüs halkına vakfetmiştir.
Fatih Sultan fetih sonrası, Hacı Mehmet Zeytuni adındaki bilgin ile Mekke Emir’ine fetihname ile birlikte hediyeler göndermiştir. Fetihnamesinde, İstanbul’dan bahsederek, fetihle kiliseleri camiye çevirdiğini bildirmiş, zaferinden bahsetmiştir. Mekke Emir’ine 2000 altın, ayrıca Mekke ve Medine’de ki Seyyidlere, fakirlere ve Kâbe’de hizmet edenlere 7000 altın göndermiş ve duasını istemiştir.
Padişah II. Bayezıd çok yakın dost olduğu Hak sevgisi ile dolu Baba Yusuf’u Hacca uğurlamak için yanında iken ona bir miktar altın teslim eder ve şöyle der “Bu elimle çalışarak kazandığım helal kazançtır. Bu altınları Ravza-i tahira’nın kandilleri için ayırdım. Allah Resulü’nün huzuruna varınca: ‘Ey Allah’ın Resulü günahkâr kul Bayezıd’ın selamı var… Bu helal altınları türbenin kandillerine yağ alınması için gönderdi, kabul buyurunuz’ diye söylemesini” tembih eder. (2)
Yavuz Sultan, 1517 de Mısır seferi sırasında, Sina çölünü fazla zayiat vermeden tüm askeri birliği ve teçhizatı ile birlikte 13 günde geçmeyi başardı. Bu çölün nasıl geçileceği hususunda tereddütleri vardı. Zor yürünülen bu çölde yol alınırken birden Padişah Yavuz atından indi ve yürümeye başladı. Bu durumu gören askeri erkânda atından inip onunla birlikte yürümeye devam etti. Yakın dostu ve Kapı ağası olan Hasan Can merakla ne olduğunu sorunca Yavuz Sultan cevaben “Hasan, görmüyor musun? Önümüz de Allah’ın Resulü Fahri-i Kâinat (sav) Efendimiz yürüyor… O Âlemler Sultanı yaya yürürken biz nasıl at üzerinde olabiliriz” demiştir. (3)
Mısır fethi sonrası, 20 Şubat 1517 de ilk Cuma namazı Melik Müeyyed Camiinde kılınır ve hatip Yavuz Sultan namına hutbe okurken kendisini “Hakimü’l- Haremeyni’ş Şerifeyn” (Mekke ve Medine’nin Hâkimi) diye söylediğinde hatibe müdahale ederek “Hadimü’l- Haremeyi’ş Şerifeyn” (Mukaddes Beldelerin Hizmetkârı)” diye söylemesini istemiştir. Yavuz Sultan, Halife unvanını almasıyla Osmanlı Saltanatı ve İslam Halifeliği birleşmiş olarak Kahire de Halife El Muntansır Billâh muhafazasında bulunan kutsal emanetleri, hatimler indirerek Osmanlı Devletine nakil ettirdi ve Hırka-i Saadet dairesine kondu ve saklanması ve bakımı özel usule bağlandı. Padişah Yavuz bu emanetlerin korunmasını kırk kişiden oluşan ve “Kırklar” adı verilen “Has odalılara” verdi. Bu kişiler Hırka-i Saadet dairesinde nöbet tutar ve 24 saat burada devamlı Kuran okurlardı. Peygamberimizin ve diğer din büyüklerine ait hatıra olan bazı şahsi eşyalarına “Emanet-ı Mukaddese” deniliyordu.
Yavuz Selim, Mısır fethi sonrası bölgenin kazaskerliğine atadığı Piri Paşa’ya, şunları söylüyordu: “Paşa! Mekke ve Medine padişahlığı Server-i Kâinat’ın Evladı Kiramın elindedir. Ben o memleketi asker ile varıp almadım. Onlar, kendi üstün hüsn-i edeb ve ihsanlarından dolayı İslam birliği yolunda bana itaat eylediler. Bu izzetin mükâfatı üzerime vaciptir. Hak Teâlâ’ya gece gündüz şükür ederim ki, o mübarek beldelerde okunan hutbelerde ismim yâd olunur. Bu saadeti cihan padişahlığına değişmem! Bu itibarla Haremeyni’ş Şerifeyn’in halkına ne lazımsa esirgemeyesin” (4)
Kanuni Sultan Süleyman da Müftü Ebussud Efendiden fetva alarak, Kâbe’nin tavanı ve diğer yerlerini onartmış, revaklarda ki 892 sütunun yenilenmesini, süslenmesini sağlamıştır. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbelî mezhepleri için dört ayrı medrese yaptırmış, bunlara Osmanlı medreseleri usulüne göre talebe ve muallim tayin ettirmiştir. Kâbe’nin örtülerinin yenilenmesini sağlamış, ayrıca Mısır’da birçok köyü gelirleri ile satın alarak vakıf haline getirmiş ve gelirlerini Mekke ve Medine’ye vakfetmiştir.
Padişah II. Selim de, gönderilen bu zahirenin devamını sağlamış, su yolarının tamirini ve ayrıca planlarını Mimar Sinan’a hazırlattığı Kâbe’nin etrafını çeviren kubbeli Revakları yaptırmıştır. Padişah III. Murad da, Medine şehrine medrese yaptırmış, ayrıca altından yapılmış ve süslü taşlarla bir sanat eseri olan üç parça kandili Mekke’ye göndermiştir. III. Mehmed de o devirde yüksek tahsil veren önemli bir medreseyi Medine’de hizmete sokmuştur. Padişah I. Ahmed de Kâbe’nin onarımını yaptırmış, korunmasını sağlamış, mizabını (oluk) altınlarla süslemiştir. Çok değerli yüzüğünü Mutahhara’ya gönderip astırmıştır. Şimdi bu yüzük Topkapı Sarayındadır. Peygamberimizin kademe-i şeriflerini kavuğunun üstüne resmettirerek, bundan feyiz almaya çalışmış ve şu sözleri söylemiştir: “N’ola tacum gibi başumda götürsem daim / Kadem-i pakini ol Hazret-i Şah-i Rusulün / Gül-i gülzar-ı nübüvvet o kadem sahibidir / Ahmeda, durma yüzün sur kademine ol gülün…” (5)
IV. Murad döneminde Kâbe sel baskınına uğramış ve üç cephesi tahribat görmesi üzerine yeniden onarım yapılarak yenilenmiştir. Padişah II. Ahmed’de Kâbe’ye ve Seyyidlere hizmet hususunda derin bir mesuliyet duyardı. I. Mahmud da Peygamberimizin mezarının üzerine çevresinde ve çanağın üzerinde 3000 parça kıymetli elmas bulunan kandil astırmıştır. Padişah I. Abdülhamid, Mekke ve Medine’ye hizmeti kendisine gaye edinmiş, Medine de medrese yaptırmıştır. Padişah II: Mahmud ise, kıymetli taşlarla süslenmiş avize yaptırıp Ravza-i Mutahhara’ya (Peygamberimizin Kabri Şerifleri) göndermiş ve ayrıca Medine’de kurduğu kütüphaneye 4569 cilt yazma eser bağışlamıştır. Hediyelerle birlikte gönderdiği Hz. Peygamberimize muhabbetine yönelik şiirinde şöyle diyordu: “Şamidan eyledim ihdâya cür’et yâ Resulullah!/Muradım dergeh-i ulyâya hizmet, yâ Resulullah!/Değildir ravdaya şâyeste, destâviz-i nâçizim/Kabûlunde kıl ihsan inâyet, yâ Resulullah!/Kimim var hazretinden gayri, hâlim eyleyen ilâm” (6)
Padişah Abdulmecid de yine süslü taşlardan oluşan kandil göndermiş, Medine’de kütüphane kurdurmuştur. Padişah hasta yatağında yatarken bir gün Medine halkının dilekçesi kendisine okunacağı zaman “Durun, okumayın! Beni oturtun! Onlar Resulullah Efendimizin komşularıdır. O mübarek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa hemen yapınız” demiştir. (7)
Abdülaziz ise, Hz. Peygamberimizin türbesine 143 parça değerli Uşak halısı göndermiş, ayrıca Hz. Peygamberimize duyduğu yüksek sevgi ve saygının tezahürü olarak kendi elleriyle Peygamberimizin ruhaniyetine mektup yazmış ve mühürleyip Peygamberimizin Kabri Şeriflerine konulmak üzere göndermiştir. Topkapı sarayında bulunan sadakatini sunarak af dilediği mektubun da şöyle demektedir: “Ben ki Mahmud Han oğlu; günahkâr, isyankâr Abdülaziz’im. O hesap gününde ümmetinizi koruyup, gözettiğiniz o günde merhametinize sığınmayı arz etme cüretinde bulunuyorum efendim…” (8)
II. Abdulhamid ise, Hicaz bölgesine sevgi ve alakasını hep önde tuttu ve buralara büyük hizmetler yaptı. Mekke ve Medine’ye kadar ulaşacak, İslam dünyası arasındaki ulaşımı kolaylaştıracak, demiryolunu kurdu. Padişah II. Abdulhamid, demiryolunun yapımında ve geliş ve gidişinde, Peygamberimizin yüce ruhaniyeti rahatsız edilmesin şöyle emir vermiştir: “Mümkün olan bütün aletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Peygamberimiz ve Ehli Beyt’in ve burada yatanların ruhları rahatsız olmasın” demiştir. (9)
Fransız yazar Victonte de Bornier, Hz. Peygamberimiz hakkında alçakça iftiralarla dolu “Muhammediye” diye bir piyes yazar ve Fransa’nın en meşhur tiyatrosu “Comedie de Français” de sahnelenirken Padişah II. Abdulhamid, 7 Ağustos 1888 de piyesin engellenmesi için Paris sefiri Esat Paşa’ya bir mektup yazar ve piyesin engellenmesini ister. Piyes yalnız Comedie de değil, bütün Fransa da oynanması yasaklanır.
Osmanlı Devleti 1914 de, 1. Dünya savaşı başlarında Balkanlarda ve Afrika da ki topraklarını yitirmiş, Arap topraklarında da durumu çok kötü idi. Özellikle İngiltere Arapları Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtıyordu. Böyle karışık ortamda Hz. Peygamberimizin kabrinin bulunduğu Medine şehrini korumak ve savunmak için, Fahrettin Paşa görevlendirilmişti. İngiltere’nin kışkırtması ile Mekke Şerifi olan Şerif Hüseyin isyan etti. İngilizlerin altın, silah verdiği Bedevi milislerden oluşan ordu, 9 Haziran 1916 da sırasıyla Cidde, Mekke ve Akabe şehirlerini ele geçirerek Medine şehrini de kuşattılar ve teslim olmalarını istediler.
Fahrettin Paşa teslim teklifleri karşısında Mehmetçikleri ile birlikte Medine’yi savunmada kararlı olduğunu Cuma günü Harem’i Şerif’in minberinden şu sözlerle dile getirdi: “Ey İnsanlar! Malumunuz olsun ki yiğit ve kahraman askerlerim bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücünün desteği, Hilafetin gözbebeği olan Medine’yi son kurşununa, son damla kanına ve son nefesine dek muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Bu asker Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-ı Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleri ile yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Teâlâ bizimle beraberdir. Şefaatçiniz O’nun Resulü Peygamber Efendimizdir.” (10) Padişah IV. Mehmet’in bizzat ricası ve garnizondaki subaylarının iknası sonucu 10 Ocak 1919 da Medine’yi teslim etme antlaşması imzalandı. İki yıl yedi ay boyunca kahramanca Medine’yi müdafaa eden Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa, 7 Ocak 1919 günü kendi subaylarının ani baskınıyla etkisiz hale getirilerek zorla çıkartılırken Peygamber Efendimize seslenerek “Affet beni, ya Resulullah! Seni koruyamadım.” dedi.
Türkler, İslam’ın Kâbe bölgesinde ortaya çıkmasından dolayı o bölgedeki insanlara karşı özel bir sempati duymuş, hizmetlerini hiç esirgememişlerdir. O bölge halkı da, kendilerine sevgi ve saygı duyan ve hizmet sunan Türklere “Kavmi Necip” demişlerdir. 1517-1916 yılları arasındaki 400 yıl Kâbe bölgesi halkı Türk idaresinde her türlü iç ve dış saldırılardan korunarak, huzur ve refah içinde yaşamışlardır. Türk’lerin Kâbe’ye duydukları sevgi ve saygının tezahürü olarak, yaptırdıkları bu kadar önemli hizmet ve alakalarına karşılık, yıllardır iktidarda olan Suudiler, Kâbe’de ki Türk abide eserleri yıkmakta, Türk Milletinin sevgi ve saygı nişanesi olan bu eserleri kasıtlı olarak ve inatla ortadan kaldırmakta ve hasma ne tutum takınmaktadırlar.
Türklerin inanç ve gönül dünyalarında ve anlayışlarında oluşan Yüce Allah, Peygamber ve Kâbe’ye, kıymetli din büyüklerine duydukları bu derin sevgi, muhabbet ve samimi alaka, asaletini ve adaletini, sadakatini ve yüksek karakterini göstermektedir. Türkler Mekke, Medine ve çevresindeki bütün ahaliye çok ikram etmiş, hizmet yapmış ve iltifatta bulunmuştur. Özellikle Medine’de Ravza-i Mutahhara’yı mücevher müzesi haline getirmişlerdir. Bu ikramı, hizmeti ve sevgi, saygıyı ne Emevilerden, ne Abbasilerden, Fatımilerden, Eyyubilerden, Memluklulardan ne de Suudilerden görmüştür.
Türkler, hem batıda ve doğuda, olduğu gibi hem de Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır ve Arap memleketlerinde İslamiyet’i hâkim kılmak için İla-yi Kelimetullah için mücadele etmiş, yüz binlerce şehidini vermiştir. Trablusgarp’ın 1911 de İtalyanlar tarafından işgali sırasında yüreğinde derin yaralar açan Pakistanlı aydın ve şair Muhammed İkbal, Trablusgarp savaşı şehitleri için feryadını “Resulullah’a Hediye” adlı kasidesinde şöyle dile getirmiştir:
“Melekler beni Hz. Peygamberin huzuruna götürdüler / Hz. Peygamber buyurdu: ‘Ey Hicaz bahçesinin bülbülü!/ Söyle, bana ne gibi bir hediye getirdin’ (dedi) / (Dedim) ‘Ya Muhammed, dünyada yok, rahatlık. / Bütün özlemlerimden umudumu kestim, artık!.. / Varlık bahçesinde binlerce gül, lale var. / Ama ne renk, ne koku… Hepside vefasızdır. /Yalnız bir şey getirdim; kutlanmış tekbirle / Bir şişe kan ki eşi yoktur, Cennet’e bile! / Bu senin ümmetinin namusu, vicdanıdır. / Bu, Trablus şehidi Mehmetçiğin kanıdır!” (11)
Gece ve gündüzünü bütün müminler için harcayan kutlu Yüce Peygamberimiz, Ehli Beyt ve yatan diğer sahabeler, Kâbe-i Muazzama, müminlerden hiçbir şey istemiyor, sadece sevgi bekliyor. Mümin, Allah ve Resulünü her şeyden fazla severse imanın tadını almış olur, Peygamberimiz bir Hadisi Şerifin de “Kişi sevdiği ile beraberdir” demektedir.
KAYNAKLAR
1-7-11- Selim Yıldız – Osmanlı – Nesil Y.- İst. 2003 – S.123-130-139
2-3-6-8-Osmanlı Padişahları–-Türkiye Gazetesi Yay.-İst. 2006-S.233-445-185-29
4- 5-9-Muzaffer Taşyürek – Panorama Osmanlı – Birey yay. – İst. 2009-S.76-126-225
10- Feridun Kandemir-Fahrettin Paşa’nın Medine Müdafaası-Yağmur Yay.-İst.2015-S.159
İslam Ansiklopedisi- Türkiye Diyanet Vakfı Yayını- Ank. 1988
Türk Ansiklopedisi- Heyet- Kâbe-Milli Eğitim Bakanlığı Yay.-Ank.1974-Cilt. 21
Mufassal Osmanlı Tarihi- Heyet- Türk Tarih kurumu Yay. Ank. 2011-Cilt. II
Yılmaz Öztuna- Büyük Osmanlı Tarihi- Ötüken Yay.- İst.1994
İsmail hakkı Uzunçarşılı- Mekke-i Mükerreme Emirlikleri- Türk Tarih Kurumu-Ank.2013
Hikmet İnce-Os. Sultanları Peygamber Sevgisi-İlkadım Der.-Nisan 2012-Sayı.285
Yrd. Doç.Dr. Münir Atalar- Türklerin Kâbe’ye Yaptıkları Hizmetler- 1987-Ağustos-sayı:18