Vaktin birinde, Kerkük şehrinde bir adam yaşıyordu. Kerkük, Büyük Türkiye İmparatorluğu’nun Güney Doğusunda bir cep gibi sarılmış bir liva merkeziydi ve Kerküklü adam serseriydi; şehirde öyle biliniyordu. Ve herkes, bu adama şaşırıyordu.

Okumuş yazmış adamdı, eli kalem tutan cinstendi. Oturup bir mecliste konuşmaya başladı mı sohbetine can dayanmazdı. Onu böyle konuşurken görenler, hele bir de sohbetinin sırrına erenler, bu adamın o adam olduğuna dünyada inanmazdı.

Uykusu yoktu; duru yok, durağı yoktu. Kimi şurada görünür;  gönlünce, gönlünün yettiğince yaşardı. Kimi orada görünür; keyfince, keyfinin yettiğince yaşardı. Bir zamanlar babasının, Kerkük’ün en zengini olduğu söyleniyordu. Fakat şimdi o zenginliğin yerinde, yeller esiyordu. Soran olsa, o zenginlik şimdi nerede? O, dünyada sonu gelmeyecekmiş gibi görünen katar katar deve yükleri, o bir açıldı mı kapanması aylar sonraya kalan konak kapıları, altın höyükleri gibi tapalama dolu ambarlar nerede, hangi bilinmez yerde, hangi ellerde diye bir soran olsa, adam cevap vermezdi. Nedense, bu meselelerde adam hep susuyordu.

Kerkük taşınması zor bir yük gibi sırtında ağır mı ağırdı; tepedeki kalesiyle, aşağıdan akan Kazar Çayı’yla, dört bir yana sıralanıp yatan mavimsi kara dağlarıyla yayık kulak gibi büyük; fakat sağırdı. Adam, bu ağırlığı ve bu sağırlığı taşıyamadı. Bir gün, vurdu gitti şehirden dağlara doğru. Dağlar, dağlığınca hür; ağaçlar, bir ömür karşılığı ancak kazanılmış huzur dolu yeşilliklerince güzel ve dağlarda sere serpe zaman, ağaçların huzur dolu güzellikleriyle de beslenip bezenerek büyük gibiydi.

Adam, bir gece, gecenin yeni bir güne döndüğü vakit bir çobana rastladı. Çoban, sönecek gibi yanan ama o yanışla bile bütün dağı ve gece vaktini aydınlatan bir ateşin başındaydı. Uyur mu, uyanık mı, pek belli değildi. Bir derin sessizlikte dağla, geceyle ve sönecek gibi yanan ateşle iç içeydi; sarmış dolaştı. Neden sonra yavaşça eğildi; bir parmağını ateşe uzattı, ateş karıştı birden alev alev yandı, alevler, kocaman diller halinde, sanki göğe kadar uzandı; alevler, karanlıktan sıyrılıp göğe ulaştı.

Çobanın yalnız ve sakin yüzünde, Peygamber’den kalma bir eski tebessüm dolaştı. Yerle göğün yüzünde değildi sadece, bütün gecedeydi.

Adam, kendisinden geçmiş, büyülenmiş; varlığını geceye ve eski tebessüme vermiş, farkında olmadan çobanın yanına oturdu. Ne sordu, ne de bir şey söyledi. Çobanın, ateşe uzanmış parmağı hala ateşin içindeydi; alevler, sanki parmağın ucundan çıkıyordu. Neden sonra çoban “Parmağıma bak.” dedi. “Kendi kendine sorduğun, cevap bulamadığın, bunun için de alıp başını dağlara vurduğun sorunun cevabını görecek misin?”

Adam, artık bütün bu dağ başının alevlenip yandığı o anda bile üşümüştü; tir tir titriyordu. Dişleri birbirine çarpa çarpa: “Sen bu dağ başında, benden çok uzaktayken, neden korktuğumu, düşündüklerimden kaçacağımı ne bildin?”

Peygamber’den kalma o eski tebessüm bütün haşmetli ve olanca güzelliğiyle şimdi çobanın ateşteki parmağındaydı. O eski tebessüm gibi bir derin sesle: “Bak” dedi yine; ”Senin düşündüğün cennetle, cehenneme… Şimdi, cehennemdesin.”

Ateş bir an karardı, sonra sarardı, daha sonra karmakarışık gürültüler arasında ve o sarı ateşin –orta yerinde- yeryüzüne yakın büyüklükte bir sofra kuruldu. Sofranın çevresinde sürüler halinde insanlar, sofrada akla gelen, gelmeyen her çeşit yiyecek vardı. İnsanların boyunlarına çok uzun saplı kaşıklar orta yerlerinden bağlanmıştı. Herkes, hırgür ve açgözlü bir bencillik içinde kaşıkları yiyeceklere daldırıyordu; fakat çevrilip de bir türlü ağızlarına götüremiyorlardı.

Çoban: “Gördün mü?” dedi; “Korktuğun cehennem işte bu… Cehennemdekiler de bunlar… Şimdi cenneti göreceksin…”

Ateş, bir gül pembesinde gülümseyiverdi; gökler gülümseyiverdi, geceler de. Ve bu gülümseyişin güzel sessizliğinde – ateşin orta yerinde- yine bir büyük sofra kuruldu. Yine insanlar vardı sofranın çevresinde. İnsanların boynuna yine uzun saplı kaşıklar bağlanmış, sofranın üstünde bin bir çeşit yemek sıralanmıştı. Ve cennet insanlarının her biri kaşığındaki yiyeceği karşısındakinin ağzına uzatıp onu doyurarak yemek yiyordu, kendilerini düşünmüyordu, kendilerini başkaları düşünüyordu; her biri, ben değil başkası yesin diyordu.

Çoban, parmağını çekti ateşten, ateş yine söndü sönecekti neredeyse. Gece ve dağlar, Kerkük’ün görüp alıştığı gece ve dağlardı. Çoban, adama, hiçbir şey olmamış gibi baktı: “Var git gayri!” dedi; “Elindeki kaşığı, kaşığındaki lokmayı kullanmasını bilmezsen neye yararsın?”

Bir yanıt yazın