Bu
yerlerde trenler, doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir; gider gelirdi.
Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında, ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların
özeği Sarı Özek uzar giderdi.
Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı.
Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir; gider gelirdi.
Kıymetli Yeni Ufuk okurları, tahmin ediyorum ki; gerek yazının başlığını gerekse üst paragrafta yer verdiğim pasajı gördüğünüz zaman bir öngörünüz oluşmuş olabilir. O halde bu öngörünüz üzerinden bu yazıda maksadımız nedir ve nasıl hâsıl olacaktır buna kısaca değinelim. Asra bedel olan o güne, yani Gün Olur Asra Bedel romanına bir bakış, bir görüş sunacağız bu yazıda; merhum Cengiz Aytmatov’un efsanevî eserinde devamlı tekrar eden yukarıdaki satırlar da girizgâhta bu sebeple bulunmakta. Biz o satırları yazımızda bir daha tekrar ettirmeyeceğiz, fikrimizce Türk ülkücülerine ustaca bir sembolizmle keskin izahlarda ve ikazlarda bulunan bu romanı üslubumuzca tahlil edeceğiz; belki gerekli dersleri çıkaracağız belki de bilimsel bir kaygı güttüğümüz bu yazı ile bazı boşlukları dolduracağız.
İstiyoruz
ki önce romanın kimliğiyle başlayalım:
Cengiz Aytmatov (1928 – 2008)’un 1980 yılında kaleme aldığı Gün Olur Asra Bedel
romanı yazarın edebiyat hayatının zirvelerinden birini teşkil eder. Dünya
Klasikleri arasında anılan roman, bu yönüyle Türk Dünyası Edebiyatı tarihinde
de önemli bir kilometre taşı halindedir.
Gün Olur Asra Bedel Türkiye Türkçesi ile ilk kez 1991 yılında Ötüken Neşriyat tarafından basılmıştır. Bilinen en önemli çevirmeni Refik Özdek’tir. Ayrıca eser, 176 farklı dile de çevrilmeye layık bulunmuş; böylelikle ününü hâsıl olduğu Ural – Altay coğrafyasından kıta Avrupası ve Büyük Okyanus’un öteki taraflarına kadar taşımıştır.
Tahlil öncesi göz attığımız mevcut cilt de yine Ötüken Yayınları’nın, 231 yayın numaralı, 118. edebî eserler tasnifinde, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 16267 sertifika numarasıyla, 978-975-437-053-9 ISBN (Uluslararası Standart Kitap Numarası) kaydınca Ocak 2016’da o tarihe değin 43. kez bastığı kitabıdır.
Türk
milletinin bu eşsiz romanını muhteva yönünden incelemeye devam ediyoruz:
Cengiz Aytmatov’un getirdiği büyük sesle bütün dünyada geniş yankılar uyandıran
bu romanı, yürek paralayan, tüyler ürperten bir haykırıştır. Aslında bu
haykırış, umutsuz bir çırpınış değil; tutsaklığa, baskılara ve sürgünlere karşı
umudu hep diri tutan bir meydan okuyuştur.
Yedigey
Cangeldi, cepheden döndükten sonra Kazak bozkırlarında küçük bir tren aktarma
istasyonunda çalışmaya başlamıştır. Gerek burada şahit olduğu, gerek uzak
geçmişinden hatırladığı olaylar, özünde yekpâre bir coğrafyaya kâbus gibi çöken
bir siyasî rejimin gümbür gümbür çöküşünün sebepleridir. Cengiz Aytmatov,
insanı yok sayan ve onu makineleştirmek isteyen sistemin temelde niçin çökmeye
mahkûm olduğunu gösteren yazarların başında geldiği için onu bu romanında da
yine o yönüyle görüyoruz.
Romana şöyle bir eğildiğimizde, Yedigey’in ölen emektar arkadaşı Kazangap’ın cenazesini mezarına götürürken, kendisinin ve milletinin geçmişini, acı tatlı, düşündürücü yanlarıyla bir bir gözlerinin önünden geçirdiğini fark ediyoruz. Şüphesiz Yedigey için, “asra bedel bir gün” tam da o günmüş, bunu anlıyoruz.
Aytmatov, romanında, geçmişin efsaneleriyle geleceğin bilim kurgusunu harmanladığı bir teknik uygulamıştır. Şöyle ki dünü, bugünü ve yarını büyük bir ustalıkla bir arada sunarken “Demiurg” uzay araştırmaları programı neticesinde keşfedilen bir uygarlığın, dünyalılarla, yani biz insanlarla iletişim kurma çabalarının yerküredeki yansımalarını gösterirken, âdeta bizleri aynada kendimizle yüzleşmeye davet ettiğini hissediyoruz.
Nayman Ana adında efsanevi bir kadının orada gömülü olmasından dolayı, Ana-Beyit ismini alan mezarlığa defnedilecek olan Kazangap’ın götürülmesi esnasında, Cengiz Aytmatov’un bize Nayman Ana hikâyesini vererek dünyaya yani insanlığa “mankurt” kavramını armağan ettiğine tanık oluyoruz. Bir nevi garip, hatta ilk duyuşta korkutucu bir kelime olan bu kavram, insanın yerini, hafızası ve hâtıraları olmayan, ruhunu kaybetmiş, içi komutlarla doldurulmuş biyolojik bir makinenin almasını tek bir sözcükle tarif etmeye yarıyor.
Elimize
aldığımız cildini bile bağrımıza basmak istediğimiz romanın yapısına
eğiliyoruz:
Her edebî eser, bünyesinde taşıdığı muhtevayı türüne has ve gelenekselleşmiş
bir biçimde okuyucuya taşır; söz konusu bu durum Gün Olur Asra Bedel’de de
vardır ve eserde dış yapı ile iç yapı olmak üzere iki ayrı inceleme yapmamız bu
yüzden olmuştur.
Dış Yapı incelemesini yaptığımızda Cengiz Aytmatov’un, eseri on iki bölüme ayırdığını görüyoruz. Bu romanda anlatılan olayların aslında tek bir günde geçtiğini eserin muhtevası kısmında sezdirmiştik; fakat günün asra bedel oluşunun bir taraftan da hâtıraların devamlı naklediliyor olmasıyla ilgili olduğundan söz etmemiştik. Bir diğer bahsimiz, yine muhteva kısmında dile getirdiğimiz geçmişin efsaneleri ile geleceğin bilim kurgu dünyasının harmanlanmasıydı. Dolayısıyla Dış Yapıda karşımıza çıkan bu on iki bölüm, zaman zaman o günde olanların ayrı anlatıldığı veya yine o günde hatırlanan anıların ayrı anlatıldığı bölümleri, zaman zaman da geçmiş efsanelerin ayrı anlatıldığı yahut bilim kurgu temelli yerlerin ayrı anlatıldığı bölümleri içermiştir.
İç Yapı incelemesine gelince, bu noktada zaman ve mekân unsurları ile anlatıcı bakış açısını tek tek değerlendirdiğimizden bunları sırasıyla vereceğiz.
Romanda anlatılan olayların hepsi 24 saatte tamamlanır; bu tek bir gündür, lakin geçmişten anıların hatırlanması ve bununla birlikte birtakım efsanelerden söz edilmesi farklı zaman dilimlerini iç içe geçirmiştir, işte bu da asra bedel olan günü doğurmuştur. Hal bu olduğundan 1980 dolaylarında yaşanan olayların geçişlerinde 1944, 1950, 1951, 1952, 1953 ve 1956 yıllarını kapsayan geçmiş olaylara da değinilmiştir.
Eserde incelemeye aldığımız mekânlar, 1980 itibariyle zamanda yaşanan anlar bağlamında oldu; biz eserde şahit olduğumuz önceki zamanlarda kaydedilen anlara ait mekânları ele alma gereği duymadık ki zaten çerçevesi net çizilmiş belirgin mekânlara da rastlamadık. Dolayısıyla bu mekânlara baktığımızda Sarı-Özek bozkırı, Boranlı Köyü, Boranlı tren istasyonu, Ana-Beyit Mezarlığı, Aral Denizi karşımıza çıkan başlıca yerlerdendir.
Eserin anlatıcısı romanında müşahit bakış açısını sergilemiştir; bilindiği üzere müşahit bakış açısında itibarî dünyaya yani anlatılan olaylara bir gözlem yapma söz konusudur. Bu romanda da eser sahibi âdeta bir yansıtıcı kimliğine bürünmüş, belli yerlerde gözlemlemiştir ve belli yerlerde de bu gözlemlerini aktarmıştır. Bizim burada ciddi bir realizm görmemiz bununla ilgili olmuştur.
Yazımızı
üslubuyla âdeta bizi vurgun eden romanın dili ve anlatımıyla sürdürüyoruz:
Gün Olur Asra Bedel incelememizi bu yönden sürdürürken dikkate alacağımız
noktalar temelde eserin kelime hazinesi ve kaynakları, eserin cümle yapısı,
eserde kullanılan anlatım tarzları ve eserin üslubu şeklinde olacak.
Romanın kelime hazinesi ve kaynaklarını incelerken eserin en nihayetinde bir çeviri olduğunu göz önünde bulundurduk. Gün Olur Asra Bedel kaleme alındığı dil gereği belki Rus’tu ama Cengiz Aytmatov buz gibi bir Kırgız Türkü’ydü. Bu yüzden eserin kaynaklarının yer yer açık yer yer de kapalı bir üslupla Türk Dünyası Coğrafyasından beslendiğini gördük. Kelime hazinesine gelince başta hediye ettiği “mankurt” kavramı olmak üzere birçok kelimenin de yine esin kaynağının uzak Asya toprakları olduğuna kanaat ettik. Bu iki görüşe varmamızda temel etken, eserde milli kültürümüzü hissetmemiz veya hissedemediğimiz yerde arama isteğine düşmemiz oldu.
Romanın cümle yapısına bakmadan önce yazarın diğer romanlarını da göz önünde bulundurarak genel bir üslup fikrine kavuştuk, romanları ve onlarda ele aldığı konular kadar üslubu ile de dünyaca bir ünde olduğunu bildiğimiz yazarın bu eserinde cümle yapılarını böyle bir bakışla inceledik. Müthiş bir mekân tasvircisi, olağanüstü bir karakter kurucusu olan yazarın bu ustalıklarını yansıtması yapı olarak hiç de karmaşık cümlelerle olmamış; bunu gözlemledik. Cümleler özellikle şahıslara ve yerlere eğildiğinde birleşik tipte yani fiilimsilerin çok kullanıldığı türden gelişmişler ama şüphesiz basit tipteki cümleleri kadar açık ve anlaşılır olmuşlar.
Eserin anlatım tarzı, eserin muhtevasını ve yapısını masaya yatırdığımız bölümlerde de değindiğimiz üzere Cengiz Aytmatov’un uyguladığı çok özel bir teknik şeklinde belirmiştir. En basit anlatımla mâziye dönüşlere ve atiye sıçrayışlara aynı anda şahit olduğumuz Gün Olur Asra Bedel’de dün ile yarın arasında bugünden bir köprü atılmıştır. Hülâsa geçmişin efsaneleri ile geleceğin bilim kurgusunu aynı düzlemde bulmaktan zerrece şaşkınlık duyulmamıştır.
Eserin üslubuna gelince de romanı okumamızın bize çevrilen Türkiye Türkçesi üzerinden olduğunu bilerek hareket ediyoruz; Refik Özdek’in titizlikle yaptığı bu çalışmanın vesilesiyle dimağımıza aldığımız Gün Olur Asra Bedel romanında Cengiz Aytmatov üslubu ile ne kadar tanışabildik tahmin etmekte zorlanıyoruz. Şu bir gerçek ki yazarın bu eserinde, kendisinin yaratıp yine kendisinin ustalıkla kullandığı teknikler ışığında bir devrin batmamak üzere ilelebet çıktığı deryayı iyisiyle kötüsüyle anlatışını akıcı ve anlaşılır bir dille yaptığını hayranlıkla inceliyoruz. Tabi sormadan edemiyoruz, çevirisine dahi çarpıldığımız bu eseri orijinal dilinden okuma imkânına sahip olsaydık dayanabilir miydik diye. Edebiyatımızın keskin kalemi Hüseyin Nihal Atsız için, Cengiz Aytmatov, “Bozkırı yaşamadığı halde bozkırı yaşamış gibi anlatmıştır.” der. Biz bu bağlamda Gün Olur Asra Bedel romanını okumuş gibi olmadığımızı, bizatihi okuduğumuzu iddia ediyoruz.
Kocaman Yeni Ufuk ailesine hediyemiz olan bu tahlili Ülkücünün kazanımlarıyla bitiriyoruz:
Alışılagelmiş roman tahlillerinde ya da bir başka deyişle edebiyat bilimcilerinin muhatap aldığı tahliller genel bir şablonla ele alındığında böyle bir bölüme rastlanmaz ama biz kendi emeğimizin nişanesi olarak gördüğümüz bu bölümü de ekleme gereği duyduk.
Bu bölümü bilinç akışı yöntemiyle yazdığımızdan ötürü üst bölümlerde karşılaşılan bilgilerin tekrar etmesi söz konusu olabilir, çünkü bize kazandırdığı veya bizi etkilediği çizgide bir durumu aktaracağımızdan bu bölümde durağımız Mankurt Efsanesi olacak; bu hatırlatmalardan sonra efsaneyi aynen aktarıyoruz.
Ana Beyit mezarlığının bir efsanesi, Juan-Juanlar’ın bozkırı işgal ettikleri çağlara dayanan bir hikâyesi vardı; Sarı-Özek’i işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çünkü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine dönerek Juan-Juanlar’ın yaptığı işkenceleri anlatırlarmış. Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esirlere yaparlarmış. İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esirin başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap da oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri boyun kısmıymış ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş. Buna “deri geçirme işkencesi” derlermiş. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür, ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir -mankurt- yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş. Bir devenin boynundan beş altı kişinin başını saracak deri çıkıyormuş. Bundan sonra, deri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kütük ya da tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece bir kaç gün bırakırlarmış. Bu tutsaklar birer mankurt olmadan yakınları bir baskın düzenleyip onları kurtarmasın diye, yanlarına gözcüler koyarlarmış. Açık bozkırda her taraf kolayca görüldüğü için gizlice gelip baskın yapmak kolay olmazmış.
Juan-Juanların
bir tutsağı mankurt yaptıkları duyulur, öğrenilirse, artık onu en yakınları
bile gerek zorla, gerek fidye vererek kurtarmak istemezlermiş. Çünkü bir
mankurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluktan farksız olurmuş onlar için.
Bununla birlikte bir defasında, adı tarihe Nayman Ana olarak geçen bir göçebe
kadın, oğlunun başına gelenlere dayanamamış, onu kurtarmak istemiş. Efsane
böyle anlatır. Ana Beyit mezarlığının adı da buradan gelir. -ana beyit- yani
ana barınağı, ana huzuru demektir.
Sarı Özek’in kızgın güneşine mankurt olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve derisi büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp başlarına batıyormuş. Asyalılar’ın saçları fırça gibi sert olur zaten. Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış. Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Juan-Juanlar işkencenin beşinci günü sağ kalan var mı diye gelip bakarlarmış. Bir teki bile sağ kalmışsa, amaçlarına ulaşmış sayarlarmış kendilerini. Hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır, ona yiyecek verirlermiş. Köle zamanla kendine gelir, yiyip içerek gücünü toplarmış. Ama o bir mankurtmuş artık ve böyle bir köle, pazarlarda, güçlü kuvvetli on tutsak değerinde sayılırmış. Hatta Juan-Juanlar’ın arasında bir gelenek varmış ki buna göre, aralarında çıkan bir kavgada bir mankurt öldürülürse, bunun için ödenecek bedel, hür bir insanın ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş.
Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köleymiş. Köle sahibi için en büyük tehlike, kölenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama mankurt, isyanı, itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünemeyen bir yaratık. En pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen çekilmez işleri gık demeden yaparlarmış. Sarı Özek’in ıssız, engin, kavurucu çöllerine ancak bir mankurt dayanabileceği için, buralarda deve sürülerini gütme işi onlara verilirmiş. Böyle yitik yerlerde, bir mankurt bir kaç kişiye bedelmiş. Yanına yiyeceğini, içeceğini verince, kış demeden, yaz demeden, o ilkel hayata dönüşten dolayı sızlanmayı düşünmeden kalabilirmiş bozkırda. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyecek, donmaması için eski püskü giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemezmiş.
Bir tutsağın içine korku salmak için ona kafasının uçurulacağını ya da başka bir yerinin kesileceğini bildirmek; onun hafızasını silme, son nefesine kadar taşıyacağı ve başkalarının anlayamayacağı yegâne kazancı olan bilincini kökünden yok etme cezası yanında hiç kalır.
Bir Türk’ün yazdığı romanlar da dünya klasikleri arasında anılıyor diyerek kendimizde övünç kaynağı yaratmamıza vesile olan Cengiz Aytmatov, 1980 yılında yazmıştı Gün Olur Asra Bedel adlı romanını.
Kişinin, öz köküne yabancılaşmasını anlattığı bu eserinde mankurt diye bir sözcük kullandı; biz ilk tecrübe edenler bunu bir sembolden ibaret görsek de şimdi günümüz literatüründe mankurtlaşma adında bir kavramla karşılaşabiliyorduk. Mankurt ve mankurtlaşma kavramının dayanağı, Cengiz Aytmatov’un yazdığı Gün Olur Asra Bedel’di işte; orada anlattığı Mankurt Efsanesiydi.
Nazarımızca, Bozkurt olmakla Mankurt olmayı karıştıranlara, Mankurt gibi de Bozkurt olunur diyenlere, Mankurt olduğu halde Bozkurt olduğunu iddia edenlere ciddi bir uyarıydı bu. Zaten başta Gün Olur Asra Bedel olmak üzere bizim tahayyülümüzdeki Cengiz Aytmatov romanları, daima geçmişten manevra alıp geleceğe anın gücüyle hareket eder niteliktedir.
Vesileyle, ruhu şad cennet mekânı olsun; şüphesiz tartışılmaz bir yere sahip olduğu soy coğrafyamızda izlerini sürebilmek ümidiyle diyerek Türk birliğinin yılmaz savunucusu, usta kalemşör, Yıldırım Sesli Manasçı; Cengiz Aytmatov’u rahmetle anıyor ve Türk kültür zenginliğini dünyaya tanıtma uğruna verdiği mücadele geçmişinin önünde saygıyla eğiliyoruz.
Mevcut
şekliyle bitirmemize ramak kalan bu çalışmamızı da başta layık olabilme duasını
her defasında tekrarlayarak, hâlis niyete tâbi olan bir mahcubiyetle, Cengiz
Aytmatov’un aziz hâtırasına armağan ediyoruz. Haddimizi aşmıyor olma ümidiyle
de silkiniş için asra bedel bir gün gelsin diye beklemekte olan Türk milletine,
bu beyhude çabadan vazgeçip, titremek üzere nice günlerin bedeliyle toplanmış
asırlarımıza yönelmesini başta özümüzle beraber tavsiye ediyoruz.