Türkiye’de 1970’li yıllarda boy gösteren siyasi istikrarsızlık, ağır ekonomik şartlar ve akabinde yaşanan içtimai huzursuzluğun nihayetinde askeri vesayetin 12 Eylül 1980 tarihinde “Aziz Türk milletinin refah ve mutluluğu adına (!)” ülke yönetimine el koymasına giden sancılı süreçte Türk milletinin hafızasında acı hatıralar olarak yer edinen birçok olay yaşandı. Özellikle 1977-1980 yılları arasında yaşanan olayların önemli bir bölümünü, Türk milletinin bekası adına eğitim mücadelesini sürdüren vatansever Türk gençleri ile ülkeye nifak tohumu yaymak maksadında olan kirli ellerin üniversitelerdeki işbirlikçileri arasında yaşanan olaylar oluşturuyordu. Her ne kadar yaşanan bu olaylar art niyetli birtakım çevreler tarafından “sağ-sol çatışması” şeklinde resmedilerek basite indirgenmeye çalışılsa da, akli ve vicdani çizgiden sapmamış her bireyin gözünde, varoluş gayesini vatanın birlik ve bütünlüğüne bağlayan Türk milliyetçilerinin, vatan mefhumundan bihaber gafillere karşı verdiği “beka mücadelesi” şeklinde değerlendirilmiştir. Öyle ya, tüm bunlar yaşanırken, vatanı sadece seccadesini serdiği yer olarak görmüş, Türk’ün kutsal değerlerine daima yabancı kalmayı düstur edinme aymazlığına düşen siyasi ümmetçilerin milli irademizi tehlikeye sokan tehditleri görmezden geldikleri günlerde, ülkesinin kader ve mesuliyetini sırtlamış ve o dönemde yaşanan ideolojik taarruzda tercihini Türk milletinden yana kullanan ülkücülere ve yaşanan olaylara farklı gözle bakmak en hafif tabiriyle vicdansızlık olacaktır.

Özgürlükçü ve rahat bir anayasa olarak tavsif edebileceğimiz 1961 Anayasasının getirmiş olduğu rahatlığı fırsat bilen komünistler, savunmuş oldukları ideolojinin propagandasını her türlü zeminde gerçekleştirdiler. Anayasanın yürürlüğe girmesinden 1968’e kadar geçen yıllar komünizmin çok rahat bir şekilde dillendirilmeye başlandığı, birçok basın-yayın organında yazılıp çizilerek Türkiye’deki temsilcileri tarafından çeşitli platformlarda savunulduğu bir süreç olarak Türk siyasi tarihinde yerini almıştır. 1968 yılına gelindiğinde ise SSCB’den düğmeye basıldı ve Fransa, İtalya, Almanya, Türkiye ve daha birçok ülkede öğrenci olayları başladı; amaç SSCB’ye dost, sosyalizmin hüküm sürdüğü devletler kurmaktı.

Erbakan ve Ecevit’in işbirliğiyle, “Devrim kanla yazılır!” diyen yer altı örgütü mensupları eli kanlı canilere af çıkarılan 1974 yılından 1980 darbesine kadar devam eden dönemde giderek tırmanan siyasi buhranın doğurduğu menfi şartlar, ülkenin hemen hemen her alanına sirayet ediyor ve bundan nasibini alanların başında belki de üniversite öğrencileri geliyordu. Adı konulmamış bir iç savaşın yaşandığı bu dönemde, başlarda öğrenci ayaklanmaları olarak başlayan olayların, işin renginin değişmesiyle birlikte çeşitli örgüt yapılanmalarının sahne almasının ardından üniversitelerde eğitim yapılması günden güne güçleşti. Ülkenin içinde bulunduğu durum, Anadolu’nun muhtelif yerlerinden Ankara ve İstanbul gibi büyükşehirlerdeki üniversitelere gelerek Türk milletine hizmet edebilme gaye ve heyecanında olan ülkücüler için herhangi bir engel teşkil etmedi.

Ülkücü hareketin hafızasına “Erkenez kardeşler” olarak kazınan yiğitler de bu kervanın yolcularından sadece biriydi. Serdar ve Levent Erkenez kardeşler ile amcaoğulları Uğur Erkenez Anadolu’daki milli direnişin fitilini ateşleyen Sütçü İmam’ın yetiştiği topraktan, Kahramanmaraş’tan, bu aşk ile yola revan oldular; soluğu çetin mücadelelerin yaşandığı, neredeyse her gün şehit haberinin en çok geldiği yerlerden olan İstanbul’da aldılar. Anadolu’dan kalkıp İstanbul’a gelerek memleket derdine düşen Erkenez’lere 25 yaşındaki Serdar Erkenez ağabeylik vazifesi yapıyor, biri kardeşi diğeri amcaoğlu olan ülküdaşlarına kol kanat geriyordu. İçindeki memleket derdinin yüreğine düşürdüğü ateşi metalurji mühendisi olma hayaliyle dirsek çürüttüğü İstanbul Teknik Üniversitesi sıralarında söndürmeye çalışıyordu. Kardeşi Levent Erkenez ise daha 19 yaşında ağabeyinin derdiyle hemhal olmuş ve elektrik elektronik mühendisi olma uğruna ter döküyor, iyi bir Türk milliyetçisi olmak için çıktığı çetin yolun çok çalışmaktan geçtiğini biliyordu. 22 yaşındaki Uğur Erkenez de amcaoğullarından farklı değildi. O da o zamanki adıyla İstanbul Devlet Mimar Mühendis Akademisi, hâlihazırdaki ismiyle Yıldız Teknik Üniversitesinde bir yandan ileride inşaat mühendisi olarak Türk milletinin hizmetkârı olmak için gayret sarf ediyor, diğer yandan ev bütçesine karınca kararınca katkıda bulunmak için bir işte çalışıyordu. İstanbul’da Süt Endüstri Kurumunda Fabrika Müessese Müdürlüğü görevini ifa eden, Serdar ve Levent Erkenez’in babası Yaşar Erkenez, diğer oğlu Serhat Erkenez’in, kurumun misafirhanesinde birlikte kalmalarının daha güvenli olacağı yönündeki ikazına rağmen Beşiktaş’ta bir ev tuttu ve çocuklarının burada kalmaları hususunda karar kıldı. Baba Yaşar Erkenez, çocukları ve yeğeninin eğitimiyle yakından ilgileniyor ve çoğu zaman yanlarında kalarak onları yalnız bırakmamaya çalışıyordu.

İstanbul Beşiktaş’ta Şair Nedim Caddesi üzerindeki Levent Apartmanında takvimler 21 Şubat 1980’i gösterirken, güneşin doğuşuna az bir vakit kala kendilerinin polis olduğunu söyleyen kişilerce kapı çalınır. Gelenler polis değil, Dev-Sol terör örgütü militanlarının ta kendisidir. Uğur kapıyı açmaya yeltenirken, Serdar her ne kadar durumdan işkillenerek açma dese de kapı en sonunda açılır ve içeriye giren 6 militan Erkenez’leri yere yatırır. Tekvandoyla da uğraşan Uğur biraz direnmeye çalışsa da caniler zorbalıklarına devam eder ve “Sizde silah varmış, neredeyse çıkarın!” diye bağırmalarıyla “Bizde silah yok!” cevabını almalarının ardından insanlık dışı bir şekilde babalarının gözleri önünde kurşuna dizerek katliamı gerçekleştirirler. Başlarından ve vücutlarından kurşuna dizilen Serdar ve Uğur olay anında şehit olurken, başına tek bir mermi isabet eden Levent yaklaşık on gün kadar yaşam mücadelesi verse de daha fazla dayanamaz ve o da diğerleri gibi şehitlik makamına erişir. Eli kanlı katiller emellerine ulaştıktan sonra, evin çok yakınında Beşiktaş Karakolunun olmasına rağmen kaçmayı başarırlar. Vahşetten bir sene sonra, daha önce karakol basıp polis şehit eden İTÜ’lü Konyalı Abdülaziz isimli bir vatandaş olayı üstlenir. Asıl amaçlarının İTÜ’deki ülkücülere gözdağı vererek Türkiye’de ses getirecek bir eylem gerçekleştirmek olduğunu belirtir. Vahşetin boyutu o kadar ağırdır ki, yapılan eylem katliam noktasına geldiği için örgüt içinde itiraz edenler çıkar ve İTÜ’deki solcular arasında parçalanma meydana gelir. Katliamı gerçekleştirenlerden bir kısmı ceza alırken, bir kısmı da yurt dışına kaçar.

Ruhi Kılıçkıran’ın Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde kaleme almasıyla başlayan kutlu hikâyemiz dün Erkenez’lerin İstanbul ve Yıldız Teknik Üniversitesinde, bugün Fırat Yılmaz Çakıroğlu’nun Ege’de yazdığı destanla devam ediyor. İnancımız odur ki, Beşiktaş’ta babalarının gözleri önünde şehit edilen Erkenez kardeşlerin bizlere emanet ettiği bu kalemin mürekkebi hiç solmayacak, Türk milliyetçiliği sonsuza dek var olacaktır. Serdar, Levent ve Uğur Erkenez ağabeylerimizi şehadetlerinin 37. sene-i devriyesinde bu duygularla anıyor ve yüce Allah’tan şehadetlerini mübarek kılmasını dilerken, yaşanan katliamın detaylarını büyük bir samimiyetle şahsımla paylaşan Serhat Erkenez ağabeyimize sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Son olarak bir kere daha hatırlatmakta fayda var: Bu vatan, darağacındaki ne idiği belirsiz üç fidanın ithal ettiği ideolojilerle değil, Türk milleti uğruna şehadete yürüyen üç yiğidin mücadelesini verdiği Türk milliyetçiliği ile payidar kalacaktır!

Bir yanıt yazın