Senirkent’i bilenler bilir; Anadolu’nun uysal gece karanlığında uyur uyanık, gündüz aydınlığında kendi içine kapanık ama hep dolu, hep biraz güneş biraz buğday kokulu şehirlerinden biridir, inceden esen yellerinde türküye benzer bir dinleniş, kabadan gelen yellerinde yüzyılların acısını hissettirir bir inleyiş vardır. Senirkent’te ayrıca, Isparta’ya sığmayan uzak bir gül kokusu arı vızıltılarına karışır, Afyon’a doğru akar.

Senirkent’in doğuya dayanan sırtında bir tepe vardır: Engel Tepesi derler. Bu tepe, bir zamanlar burada yokmuş; yeri düzlükmüş. Yukarılarda, doruğu gökyüzüne baş vermiş bir dağın yamacından inip de gelmiş, o zamanki düzlüğe oturuvermiş.

Nasıl oturuvermiş? Niçin oturuvermiş burasını kimse bilmez bilse bilse Timurlenk bilir. Çünkü bu vak’a Timurlenk zamanında, Timurlenk’in gözünün önünde Timurlenk’in aksamayan öfkesi yüzünden olmuş.

Anlatanlar şöyle anlatmıştır ki Timurlenk Anadolu’da, taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmadan dolaşırken yıl 1402 yılından hemen sonradır. Cihana baş eğdirecek yaradılışta Yıldırım Bayezidim yenik düşmüş, Anadolum baştan sona yanık düşmüş ve bir acı taşmış Anadolum’dan dört bir yana kurtlar kuşlar cümle yaratılmışlar boyunları eğik düşmüş. Doğudan gelen bir Türk Batı’da kuvvetlenen bir Türk’ü perişan etmekle ne kazanmış bilinmez bilinmesine ya, bir küffar ehli bu işten kazançlı çıktığından kardeşin kardeşe saldırması acayip düşmüş. Ne geldiyse Türk’ün Türk’ü kırmasından gelmiştir başımıza hey oğul; Türk’ün içine fitne salınılmasından, Türk’ün ikiye ayrılmasından gelmiştir. Sevgi tohumu beraberlikte yeşerir yiğidim; ikilikte ekin bile yetişmez kin yeşerir, diken yetişir bu böyle biline.

Bu böyle biline de biz gelelim Timurlenk’e. Bu yanda, Batı’ya bir tütsülü duman gibi ağmağa hazır Türk’ü köstekleyip yaman vuran Timurlenk, geldiği yere, gürültülerle patırtılarla dönerken yolu Senirkent’ten geçecek olmuş. Geçmese imiş daha iyi olurmuş ama insanı bir kere yiyecek ekmek, içecek su çeker derler ya biz de diyelim ki insanı bir yere başına gelecek çeker, bunun için Timurlenk’in Senirkent’e uğraması bir bakıma hayırlı olmuş.

Ama Timurlenk bu. Üstelik o güne kadar herkesin baş eğdiği, baş eğip aman dilediği, hele küffardan hiç kimsenin yenemediği Yıldırım Bayezid gibi şahlar şahı, koca cihan padişahı bir hakanı yenik düşürmenin korkunç gururu içinde olduğundan nerdeyse yeryüzü şöyle dursun gökyüzünü bile ben yarattım diye her gittiği yerde şehrin ayağına kapanmasını istemeye de başlamış. Eh, ne de olsa Türk’tür, bizdendir, yabancıya baş eğmek kadar utanç verici değildir diye her şehir, büyüğüyle, küçüğüyle, delisiyle, dolusuyla, ulusuyla, velisiyle, Timurlenk daha şehrin kapısına gelmeden çıkar, karşılar, istikbâl edermiş. Eğer bir gelmeyen olursa ve bunu da Timurlenk haber alırsa vay geldi o kişinin hâline; vay geldi o şehrin ahalisine. Şehir de, o gelmeyen kimse de ölümlerden ölüm beğenirmiş.

Böyle böyle, Senirkent’te gelinmiş, derken derken Timur’un Senirkent’in kapılarına gelip dayandığı bilinmiş. Olanlar da bu sırada olmuş işte. Çoluğu çocuğu düşmüş yollara, Senirkent’in yedi fersah ötesinden el etek öpmeler, diz çöküp boyun bükmelerle Timur’a Timurluğu hatırlatılmış, büyüklüğü kutlanmış.

Alay, şehre girmiş.

Her devirde bir fitne fesat çıkar ya, 1402 yıllarında da Büyük Türkiye İmparatorluğu içinde fitne fesatlar varmış. Bir kısmı da, her şehirde olduğu gibi Senirkent’te yaşarmış. Bu fitne fesatlardan biri, hafifçe eğilip Timur’un yakınlarından birinin kulağına doruğu göklere karışmış şu karşı dağın yamacında bir mağarada oturup kalkan Veli Baba’nın Timur’u karşılamaya gelmediğini fısıldamış. Fısıltı hemen Timur’a iletilmiş ve Timurlenk birden kükremiş. Senirkent sapsarı ölümlerden ölüm beğene dursun, Senirkent’li boyunlarında daha o an yağlı ilmiği hissetmiş. Veli Baba’ya haber üstüne haber salınmış; Timurlenk’in öfkesi alınmış, oyalamaya çalışılmış, fakat Veli Baba gelmemiş. Üstelik haber salmış “Gelemem.” diye “Pek istiyorsa Timur buraya gelsin.” diye. Aracılar posta tartı gibi işlemiş, ricacılar deve katarı gibi yolara dizilmiş fakat Veli Baba, Timur’un öfkesinden sert, gururundan daha katı “Hayır!” demiş. Dert ki ne dert; Senirkent de Senirkent’li de son anlarını yaşadıklarını sezip Tanrı’ya sığınmaktan başka çare bulamamışlar.

Timurlenk küpten küpe binmiş,  hop oturup hop kalkmış en sonunda tahtından inmiş, ömründe ilk defa kendine karşı gelen buyruğunu dinlemeyen bu dağ adamına karşı olanca öfkesi ve sesi ile bağırmış “Bre dağlı, in gel, in gel, in de gel bre…”

Veli Baba sanki bu buyruğu bekliyormuş, dağ bu buyruğu, gökler bu buyruğu, yerler bu buyruğu bekliyormuş. Daha hece Timurlenk’in ağzından çıkar çıkmaz o doruğu bulutlara şan, toprağa nişan veren dağ bir sallanmış, yerinden şöyle bir yekinmiş ki görenler donup kalmış. Bu sallanış ve o yekiniş esnasında dağ, paldır küldür eteğe, Timurlenk’in bulunduğu düzlüğe doğru kayıp inmeye başlamış.

Timur, bembeyaz kalakalmış; ölüm gözbebeklerinde halkalanmış ecel teri diz kapaklarında damla damla toplanmış. Ve dudakları çatlayan Timur, neden sonra o çatlak dudaklarıyla zorla kekelemiş. “aman bre dur… Dur… Dur dur inme; gelme!”

Dağ duruvermiş, Senirkent’i Senirkentli’yi ve öfkesi artık sönmüş, gururu delinmiş Timurlenk’i gül kokusunda bir tebessüm sarıvermiş. Kırmızı, pembe, beyaz… ve yeşil yapraklarca sakin bir tebessümmüş; Veli Dede’ninmiş; ipektenmiş, ketendenmiş.

Ve o düzlükte, dağdan gelen döküntüler, lâv lâv, alev alev tümseklenmiş, tepe olup düzlükte çöreklenmiş.

O tepeye Senirkentli, o günden sonra, engel tepesi demiş; Senirkent’in bir yanında gülle karışık yumuşak bir tebessüm gibi kokarmış.

Türk İslâm Efsaneleri, Sayfa: 165-168

Bir yanıt yazın