Her şey çok güzel başlayıp çok güzel ilerledi. Türk, Hunlar devrinde karakterini ortaya koydu, bundan sonra yolunun nasıl şekilleneceğinin ip uçlarını gösterdi. Adı Türk olan ilk devletiyle de bu karakterinin kilidini kapatıp anahtarını okyanusa attı. Artık bu karakterin silinmeyeceğini gösterdi ve sıkı sıkıya saldığı köklerini gök kubbenin altındaki her noktaya geçirmek  üzere yola çıktı.

                Türk, adaletiyle, stratejik zekasıyla, nizam-ı alem ülküsüyle, demiri eriten kuvvetiyle, dik duruşuyla, hürriyet aşkıyla, askeri dehasıyla vücut bulup atının sırtına atladı. İnsanlığın son peygamberinin müjdelediği, yeryüzünün en mükemmel dini at sırtındaki bu Türkün vücuduna zerk olup onun ruhunu oluşturdu. Türkün özellikleri, karakteri, adetleri, gelenekleri İslam’la perçinlenip daha da mükemmelleşti. Artık, Türk vücudunun İslam ruhu ile el ele verip en büyük medeniyeti kurma, en güzel eserleri verme, cihana hükmetme vakti idi. Nitekim hiç vakit kaybetmeden kollar sıvandı. Türk-İslam medeniyeti rengarenk açan sarmaşıklar gibi yeryüzünü karış karış kaplamaya başladı, kökünü geçirdiği her toprağı şenlendirdi. Cihanın bir yarısı kör karanlıkta kıvranırken, diğer yarısını aydınlatan meşalelerin bayraktarlığını Müslüman Türk üstlenmişti. Kızıl elması, o meşaleyi her gün bir adım daha öteye taşımak, puslanmış bilinçleri, gönülleri berraklaştırmak idi. Müslüman Türk doğuda yaktığı meşalesini elleri üzerinde taşıyarak karanlık batıyı aydınlatmak üzere süratle yol aldı.

                Büyük işler başarmak için; sabırlı olmak, her türlü zorluğa göğüs germek, güçsüz kalıp düşsen bile yılmayıp vazgeçmeyip dikenli yolları aşmak gerekir.  Büyük olmak için de; kendinden olanı kucaklamak, kendinden olmayanı güvenli-şefkatli kollarının altına almak gerekir.

                İlmimizle, dünyada benzeri görülmeyen adaletimizle, öz kültürümüzle, dengi olmayan medeniyetimizle büyük işler başardık. Yaptığımız her işe, attığımız her adıma ruhumuzdan bir parça kattık. Kutlu yolda yürürken aklımızla gönlümüzü el ele tutuşturduk. Ve bunu yaparken hep kazandık, hep mutlu olduk, mutlu ettik. Lakin bir gün o tutuşturduğumuz elleri kesip ayırdık, zihnimizdeki müspet düşünceleri eylemlerimize yansıtmayı bıraktık. İdrakimizi sınırladık, şuurumuzun etrafına demir perde çekip hareketini durdurduk. Elimizdeki nimetlerin üzerine bir şey katmadan kullanmaya başladık. Neyse ki o nimetler, güçlü-köklü mazinin ürünüydü de bizi uzun yıllar daha ayakta tutacak güce sahipti. Ne kadar tüketsek de asırların bu birikimi uzun senelerce direndi. Gün geldi o da yetmez, bizi idare edemez oldu, bu sefer gözümüzü dışarıya diktik oradan aldıklarımız da ‘’bizim’’ olmadığı için kalıcı olamadı. Olamazdı da. Onu da tükettik.

                Bize kimi zaman dar, kimi zaman da bol gelen ama asla üzerimize tam oturmayan batının kültürünü,  geleneğini, dünya görüşünü aldık bir elbise gibi üzerimize geçirdik. Erol Güngör Hoca’nın da dediği gibi, en büyük hatayı da ona bakıp bedenimize uygun, kendi zevkimize göre, istediğimiz renk ve desende dikip biçebileceğimiz yeni bir elbise meydana getirmeyi akıl edemeyerek yaptık.  Önce kültürlerini, geleneklerini, dünya görüşlerini aldık, ardından da silahlarına kuşanıp gelmelerini sağladık.

                Bize uymayan kültürleri yurdumuzun dört bir yanına adeta çöreklenmişti.  Bu kez savaş gemileriyle, uçaklarıyla, silahlarıyla fiilen çöreklenmek istiyorlardı. Hala ‘’kendi öz dünya görüşünü’’ muhafaza eden,’’öz kültürüyle’’ yaşayanlar aydının da elini tutup topyekun savundu vatanını.  Nitekim başarılı da oldu. Tam burada ‘’biz’’ olduğumuz, ‘’birlikte’’ hareket ettiğimiz, ‘’öz’’ olduğumuz için kazanabildiğimizin farkına varmalıydık. Fakat olmadı, çözülme çabuk başladı.  Yine ders almamıştık. Uzun sürmedi daha zorlu bir sürecin ayak sesleri kendini duyurmaya başladı. Bu seferki büyük bir fikir savaşıydı, Cemil Meriç’in deyimiyle;  namuslular ve namussuzların savaşı… Ellerinde silahlar, dilerinde ve beyinlerinde silahtan daha zararlı fikirler…  Bu da savuşturuldu, büyük mücadelelerle, büyük kayıplar verilerek. Ödüllendirilmeleri gerekenler, öldürüldüler, dağıtıldılar, sindirildiler. 

                Fikir savaşlarının günümüzde de durmadığını hatta daha zor şartlar altında devam ettiğini görüyoruz. Düşman farklı maskeler ardına geçip dört bir yandan saldırıyor. Biz ‘’kendimize’’ gelmemekte direniyoruz.

                Aradan geçen yıllar öyle iyi değerlendirilmiş ki yaşanan olaylar ülkenin büyük çoğunluğunun dikkatini , ilgisini çekmez hale getirilmiş. Tüm bu şehitlerin verildiği, ocakların söndüğü, ciğerlerin delindiği, Türk-İslam coğrafyalarındaki savaşların, zulümlerin, insanlık dışı uygulamaların yapıldığı, içimizdekilerin, başımızdakilerin ihanetlerini gerçekleştirdiği alemle içinde yaşadığımız alem birbirinden ayrıymış gibi davranıyoruz .Ocağı sönen ailelerin feryadını sanki başka bir alemdeymişçesine duymuyoruz, hayatımıza hiçbir şey olmamış gibi devam ediyoruz. Tüm bu hususlardaki sorumluluğumuzu fark etmeyi falan bir kenara bıraktık üzülmüyoruz bile.  Bizim için tasarlanmış bambaşka bir alemin içinde bambaşka dertlerle boğuşur hale gelmişiz…

                İnanıyoruz ki, ‘’biz’’ olur, ‘’özümüze’’ dönersek yani Atamız Bilge Kağan’ın  ‘’Ey Türk! Titre ve kendine dön !’’ sözünü gerçekleştirirsek başarırız. İçimizdeki gücün en kısa zamanda farkına varıp başarmak ümidiyle…

Bir yanıt yazın