Anahtar Kelimeler: Din-Kültür-Vahiy-İslam-Kavim-Millet-İdeoloji-İslamcılık-Siyaset
Dinler ikiye ayrılır: Kültür dini-Vahiy dini. Kültür dininin diğer adları: İptidai dinler-statik dinler, mahalli dinler. Kültürle aynı şeydirler. Peygamber (tebliğ edici) yoktur. Kültürün diğer unsurlarıyla beraber ürerler. Mümin-Kâfir-Münafık, gibi kategorik kavramlar yoktur.
Vahiy dini. Yukarıdan haberle gelir. Peygamber tebliğ eder. İnananları, inanmayanları teşekkül eder. Yukarıdan gelmekle beraber toplumsallaşır, kültürleşir. Girdiği toplumun kültürüne yerleşir, ahenk kurar. Girdiği toplum, birden fazlalaşınca, evrensel özelliği gereği, müşterek öz, gerçekliğini korur ve fakat onu taşıyan kalıplar, kadrolar, kodlar farklılaşmıştır. Tıpkı kültürün müşterek olanlarının, fakat farklı ifade edilmesinde olduğu gibi. Vahiy dinine tevhit dini de diyoruz. Kâmil şekli İslamiyet’tir.
İslâmiyet:
1. Önce bir dindir ve vahye dayanır. Peygamber tebliğ etmiştir. Örnek kendisi olmuştur.
2. Sonra bir kültür olmuştur. Geldiğinde kültür değildir. Kültürü insan üretir. Vahiy dini tebliğle yukarıdan gelir.
İslâmlaşma iki taraflıdır: İslam kültürleşir. Toplum İslamlaşır. İslam’ın kültürleşmesi, ideolojisini biraz sakinleştirir. Çünkü alışkanlık ve tekrarlar teşekkül eder ve nesilden nesile geçer.
3. İdeoloji. İslam’ın ideoloji yönü vardır. Ama kendisi sırf ideoloji değildir. Çünkü insan ve insanlar tarafından üretilmemiştir. Bir fikir örgüsü değildir. Toplumsallaştığı ve kültürleştiği için, bir fikir örgüsü oluşur. Dava (ideoloji) yani olması gerekene doğru uzar. Cihat bir örnektir.
Üçü bir bütündür. Birini yalnız bırakamayız. Tek başına ne kültürdür, ne ideolojidir, ne de vahiy durumunda kalır.
İslamcılık (İslamizm-panislamizm) dediğimiz şeyde, din sırf bir ideoloji ve buna bağlı bir siyaset halinde ifade edilmiştir. Burada din, ideoloji ve siyasete tâbi kılınmıştır. Oysa din, din olarak kalır ve hayat gereği, ideoloji ve siyasete yön verir. Din olmaktan çıkmamak şartıyla. İslamcılık bir siyaset olarak, eski kırıntıları hesaba katmazsak, 2. Abdülhamid döneminde başladı …
Bir de bunun tarihi kökü vardı. Hz. Peygamberin vefatından sonra… Bütün dünyada olduğu gibi Din-İktisat-Siyaset üçlü ilişkisi içinde bir süreç oluşmuştur. Uzun bir konu…
Dinden, ideolojiden, siyasetten söz edince, burada K. Marx’ın “din afyondur” sloganına değinmek gerekecektir (Ben üç yıl özel olarak inceledim …) K. Marx eğer gerçek dini ve dinin özünü kastetmeyip, dinin anlaşılmasındaki problemi esas alsaydı, doğru söylemiş olurdu. Marksizm işi gücü bıraktı din ile uğraştı. Alt-yapı … üstyapıyı oluşturur vb. İnsan tabiatına ters bir felsefi ve ideolojiyle sistemi ifade etti. Onun için siyasi yapısı çöküp gitti. Halbuki, insanlığa daha faydalı olabilirdi. Giderken (felsefesi yerinde duruyor …) İnsanlığı küresel-liberal-kapitalist belasıyla rakipsiz başbaşa bıraktı ve bu belânın daha semirmesine ve alabildiğine şımarmasına meydanı bırakarak gitti.
Gelelim Marx’ın haklı olduğu tarafa: Şeyh diyor ki, ben sizin her halinizi görür ve bilirim. Yatak odasındaki halleriniz dahil. Mürit buna inanıyor. “Mürid, şeyhin elinde, gassalın elindeki meyyit gibi olmalıdır” buna inanılıyorsa, afyondan bahsetmek mümkündür.
Mezarlara çaput bağlayarak medet umuyorsa, Hırsızlık iddiaları karşısında, araştırmayı, soruşturmayı, hukuki sonucu beklemeden, peşinen, hoca camide bu dış güçlerin oyunudur, fitne sokmadır, diyorsa cemaatten bir kısım da olsa, buna inanıyorsa, siyasetçi, iddialar karşısında, hukuka başvuracak, oradan istifade edecek yerde, “Bizim Allah’ımız var” diyorsa, orta yerde afyondan istifade var demektir. Eğer biri, hırsızlık iddiaları da olsa, seks kasetleri de yayınlansa, ben bu siyasetçiye inanıyor ve onu seviyorum, ona bağlıyım diyorsa, bu, sadece bir menfaat sebebiyle oluşmuş bir bağ değil, “dindar siyasetçiye” afyonlaşmış şekilde bir bağlanmıştır. Aynı zamanda modern şirktir. Modern şirk nedir? …
Kur’an’da savaş ganimetleri ile ilgili ayet şöyledir: “Ganimet olarak aldığımız herhangi bir şeyin beşte biri Allaha (din yoluna), Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir.” (Enfal 41). Bu paylaşım ganimetle ilgilidir. Hem de Bedir Savaşı akabinde gelmiştir. Kazanç kârlarıyla ilgisi yoktur. Bu vahiyden sonra, kazanç kârlarından böyle bir şey alınmadığı delilleriyle sabittir. Fakat şiîlik kolunun fıkıhçıları, bunu kazançtan kâra uygulamışlar, inananları da afyonlamışlardır. İnsanların kendi arzularıyla ödemelerini sağlamak için, imamın hakkını ödemeyenin cehennemde yanacağı, beşte biri ödemeyenin evinde namaz kılınamayacağı, yemeğinden yenemeyeceği gibi hükümler getirmişlerdir. Zavallılar hocasının önünde diz çökerek elini öper ve bu hoca imamın hakkını kabul buyurdu diye sevinirler. Bunları, eşitliği eleştiren bir şiî âlemi (Prof. Dr. Musa el-Musavî, Şia ve şiîlik Mücadelesi) anlatır ve ben de İran’da yerinde gördüm. Daha yüzlerce örnek vardır. Demek ki, gerçek dinle uyuşmayan birçok şeye inanan uyuşmuşlar var. Bu durumdan da en çok siyasiler istifade etmektedir. Bu, şeker ve şeker müptelası gibidir … Uyuşturulmuş insanlara karşı, bir yanlışı savunmak kolaylaşır.
Gerçek dini iyi ve doğru anlamak durumundayız ki bu da hiç zor değildir.
Din konusuna ara verip, milli-sosyal gerçeklere geçelim. Sonra da bunların İslamiyet’le ilişkisine bakalım.
Psikolojik ve sosyal ilk gerçek aidiyet duygusudur. İnsanoğlu kendini bir yere ait hisseder. Bu kademe kademe, aile, mahalle, aşiret, boy, kabile, sonra kasaba-şehir, millettir. Daha ayrıntılayabilirsiniz okul, dernek, futbol takımı, parti vs. vs. Dine aidiyet ile insanlığa aidiyet diğerlerini ortadan kaldırmadan hepsini kuşatır. Temelde insan olma içinde en önemlileri, aile, millet ve dindir.
Aidiyet duygusu taşımayan bir insan tasavvur edilemez. Hayvanlarda, farklı şekillerde de olsa, aidiyet ve mensubiyet duygusu geçerlidir.
Konumuz gereği, bizi burada ilgilendiren kavim, millet ve İslamiyet’tir. Mensubiyeti ve aidiyeti ihtiva eden topluluk ve toplum tiplerinden bugün kıvamını bulmuş en sağlıklısı hangisidir derseniz, millettir diyoruz. Öbürleri ya bunun içinde var olan ve milletle kuşatılmış olan gerçeklerdir, ya üst veya ideal topluluklardır. Ümmet ve insanlık gibi. Kıvamını bulmuş en sağlıklı toplum tipi neden millettir? Bunu devlet ile izah edeceğiz. Hangi toplum tipi devlet organizasyonuna kavuşmuş ise o tip kıvamını bulmuş toplumdur. Öbürlerini ya altında ya üstünde barındırır. Aile, devlete ulaşmaz. Dernek, vakıf, parti v.s. hiçbiri bağımsız devlet organizasyonuna kavuşmaz. Hepsinde birer otorite vardır, fakat bunlar devlet demek değildir. Bu otoriteler ancak devletin bünyesinde yer alır ve muhafaza edilirler. Aşiret, boy, hatta kavimler devlet anlamına da birer otoriteye kavuşmuşlardı. Fakat bunlar geçmiştedir ve sosyal süreçte yerlerini almışlardır. Artık, aşiret, boy, etnik gruplar bağımsız olmayıp, bağımsız devlete sahip değillerdir. Mevcut millet ve devletlerin içinde yerini almışlardır. Bugün geçmişten gelen 6 bin küsur etnik grup vardır ve fakat 6 bin devlet yoktur. Dünyada devlet sayıları bellidir. Bunların bile bir kısmı sunidir ve zorlama ile oluşturulmuştur.
Milletten daha üstlerin devlete kavuşmasına gelince, siyası ve idarî anlamda tek bir dünya devleti hayaldir. Çok milleti ve çok kültürü barındıran imparatorluk tipi devletlere gelince, hepsi dağılmıştır. Bir ümmetin, siyasi ve idari tek devlete kavuşması, ideal olabilir, ama gerçekliği yoktur, tarihte de gerçekleşmemiştir. Meselâ, Abbasi devletinin dışında kalan Müslümanlar vardı. Emeviler zaten bir Arap devleti niteliğinde idi. Osmanlı devletinin dışında bir hayli Müslüman topluluklar ve devletler vardır. Roma, Doğu Roma, Batı Roma, Avusturya imparatorlukları dışında Hıristiyan ümmetinden bir hayli toplum ne devlet bulunuyordu. Demek ki bugün kıvamını bulmuş millet gibi, devlet de milli devlettir. Ebediyen mi böyle olacaktır? Elbette hayır …
Devletin yanında, meseleye bir de kimlik meselesi olarak bakalım. Burada da milli kimlik hepsini kucaklayıcı olarak görünür. Bir kimsenin kimliği önce biyolojik, sonra psikolojik, sonra da kültüreldir. Tek başına birini alamayız. Bunlar iç içe bir bütündür. Boyu posu, rengi, gözü kaşı biyolojik kimliğini teşkil eder. Arzuları, hevesleri, aceleci veya sabırlı oluşu, öfkeli veya sakin oluşu, şunu sevip şunu sevmemesi v.s. psikolojik kimliğini teşkil eder. Aidiyet ve mensubiyeti, dahil olduğu kültür sistemi, kültür kimliğini oluşturur. Hepsi bir bütün haline gelmiştir. Hans, Hıristiyan ve Alman olduğunun, Ayşe, Fatma, Turgut, Ahmet, Mehmet, Yavuz, Türk ve Müslüman olduğunun sembolleridir. Bir kimseye hey! İnsan diye hitap etmeyiz, Ahmet, Mehmet, Mişel diye hitap ederiz. Kim olduğunu sorduğunda da böyle cevap alırız. Artık bu kimlik, hem biyolojik, hem psikolojik, hem kültürel, yani milli kimliktir. Dini kimlik, milli kimliğin hem içinde, hem üs-tündedir. Çünkü başka milletlerden de Müslüman veya Hıristiyan, ya da Budist vardır …
Demek ki kimlik de devlet gibi, artık günümüzde milleti yansıtan bir gerçek olmuştur.
Şimdi, İslâm gerçeği içinde bu meselelere bakalım:
Kur’an’da şa’b (şaube), kabile, aşiret, kavim kavramları geçer. Hepsi de bildiğimiz anlamdadır.
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, ve sizleri soylar (şu’ub) ve kabileler (şu’uben ve kabaila) haline koyduk ki birbirinizle tanışasınız (te’arefû). Şüphesiz Allah katında en iyimiz takvaca en üstün olanınızdır. (Hucurat 13).
Buradan anlıyoruz ki, 1. insanlar azdan çoğa doğru üremiş ve yayılmışlar-dır. 2. Çoğalan insanlar sürü halinde değil, şu’beler (soy-soplar) ve kabileler, milletler haline gelmişlerdir. 3. Bu gruplar arasında devamlı münasebetler olmaktadır ve olmalıdır. Farklılık, olmalıdır ki ilişki, takvaya layık olan olmayan olsun, yarışma olsun. Aramızda Hak için yarışma olduğu başka ayetlerde geçer.
Kur’an’da kavim kelimesi 300’den fazla ayette geçer. Kiminden “kimseler” anlamındadır. Kiminde bildiğimiz soy-sop anlamında veya topluluk, grup anlamındadır. Kavimlerin birçoğunun adları Kur’an’da yer alır. Ad kavmi, Semûd, Nuh, kavmi, Lut kavmi, İbrahim kavmi v.s. gibi. “(Zülkarneyn) sonunda güneşin doğduğu yere ulaşınca (doğuya doğru gidince), bina, elbise gibi şeylerle örtmediğimiz bir kavim üzerine güneşi doğuyor buldu.” (Kehf 90). “Sonunda iki dağın arasına varınca, orada, neredeyse hiç laf anlamayan bir kavme rastladı” (Kehf 93). “Onlardan önce Nuh kavmi, Ress’liler, Semûd, Ad, Firavun kavimleri Lut’un kardeşleri, Eykeliler, Tûba kavmi de yalanlamışlardı …” (Kaf 12-14). “Ey iman edenler! Bir kavim diğirini alaya almasın. Belki de onlar kendilerinden daha iyidirler …” (Hucurat. 11). “… Bir kavme olan kin ve düşmanlığınız sizi adaletsizliğe sevketmesin…” (Maide: 8).
Şu ayetlere dikkatinizi çekerim: “… Rabbim başka bir kavmi yerinize getirir de O’na bir şey yapamazsınız…” (Hud 57). “(Savaşa) çıkmazsanız, Allah size şiddetli azap eder ve yerinize başka bir kavim getirir. O’na bir şey de yapamazsınız. Allah her şeye kadirdir.” (Tevbe 39). “Eğer O’ndan yüz çevirirseniz, sizin yerinize sizin gibi olmayacak bir kavim getirir…” (Mh…. 38). “Ey iman edenler! Aranızda kim dininden dönerse, bilsin ki, Allah sevdiği ve onların O’nu sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, Allah yolunda cihad eden, kınayanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir…” (Maide 54).
Kur’anın da bahsettiği bu kavimlerin bir kısmı (hepsi değil) kültür ve medeniyet safhalarında yükselerek “millet” olmuşlardır. Nasıl olmuşlardır ve niçin çoğu olamamıştır. Uzunca bir konu…
Dinin millet olmadaki rolü, “üç tutkal” rolüyle belirmiştir. Mabet birliği, mezarlık birliği, evlenme meşruiyeti…
Bunlara ilave, modern çağımızın ilavesidir. O da aynı siyasi otoriteye (devlete) bağlılık, hukuk ve vatandaşlık konusudur.
Kavimin kültür çerçevesinin genişleyip millet haline gelmesinde “kurucu kültür”, esas rolü oynar. Kurucu kültür, benzer veya kendine benzettiği diğer kültürleri kendi çevresinde toplar. Bu toplayış, tarihi kader içinde, tarihi bir nehire katılan kollar gibi, bir toplayıştır ki, tarihi kaderde, kendi rızaları da bulunabilir, savaşlar ve diğer zorlamalar da. Fakat hepsi gittikçe geride kalan bir süreç oluşmuştur. Kurucu kültür, artık bir maya olmuştur. Şuna dikkat etmek gerekir. Eşit ve bağımsız durumda olan etnik gruplardan meydana gelmiş bir millet yoktur, olması da mümkün değildir. Yani mozaik geçerli bir kavram değildir. Eşitlik veya eşitsizlik, insanlık bakımından değil, başta nüfus, sonra nüfûz (egemenlik), kültür değerleri, kültür kodları, dil ve teknoloji etkinliği anlamındadır. Bu saydıklarımızda eşit durumda olan etnik grupların yan yana gelmesiyle bir millet oluşmaz, oluşmamıştır. Latinler, italikler, Etrüskler, Grekler, Anglar, Saksonlar, Keltler v.s. ABD örneği. Bazı Kavimler ne zaman millet olmuşlardır? Erken dönem millet olma, iki topluma ittir. Türkler ve Çinliler. Biri kavimle anılır, diğeri yerle (vatanla). Avrupa’yı işgal eden kavimlerin…, bu işgali ile devletler kurulmuş, milletleşmeye doğru gitmişlerdir. Sanayi döneminde hem hızlanmış, hem kıvamını bulmuştur. Bugün milletleşmeye örnek gösterilen Avrupa, gerçekte uzun süre göç ve kavga fırtınalarıyla çalkalanıp durmuş, ancak 19. yy.’dan sonra milletleşmeyi başarmıştır. Aşiretler ve kavimler burada önce derebeylikler halinde ifadesini buldu, sonra yer yer büyük devletlere sahne oldu. Bu büyük devletlerin (imparatorluk biçimi) dağılmasıyla ve sanayileşmeyle millet safhasına geçilmiştir. Yerli Amerika’yı ve Afrika’yı hariç tutarsak, bir bakıma geç milletleşen coğrafya, Avrupa’dır. Türklerin, biraz buraya uygun olarak, ikinci kez ve fakat daha şuurlu olarak millet haline gelmeleri 20. yy.’a tekabül eder. Osmanlının son bir yüzyılı bunun mücadeleleri içinde geçmiştir.
ABD yeni bir millet olmaya doğru gitmektedir. Yerli Amerika millet olmaya katılmış, Afrika millet olma sürecini denemektedir. Orta Doğuya gelince onlar da böyle bir kervana katılmıştır. Bugüne kadar kavimler topluluğundan öteye gitmemişlerdir.
Peki Kur’an, kültürden söz eder mi? Etmez olur mu? “İş başına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, harsı ve nesli yok etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozguncuları sevmez” (Bakara 205). Hars: … Nesil: …
“Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nu ayetlerindendir (belgelerindendir)!… (Rûm 22). Dil: …, Renk: …
Bu gerçekleri bilen birçok âlim, mütefekkir, mutasavvıf, millet gerçeğine vurgu yapmışlardır. Bir örnek vereyim. Abdulhakim Arvasi ”Ben bir Seyyid’im. Yani bu demektir ki Türk değilim. Ama yeryüzünde bütün Türkler silinse üç Türk kalsa biri ben olurdum. İki Türk kalsa gene biri ben olurdum. Son Türk kalsa da o gene ben olurdum. Çünkü Türkler olmasa bugünkü manada İslamiyet olmazdı.” demişti. O soydan S. Ahmet Arvasi de şöyle yazmıştı: “… Ben Afrika’nın ortasında dünyaya gelmiş ve bu akla da sahip olsaydım tereddütsüz Türk milliyetçisi olurdum. çünkü ben Türk Milleti’nin de, İslam Alemi’nin de mazlum milletlerinin de kurtuluşunun Türk milliyetçilerinde, Türk – İslam ülkücülerinde olduğuna ‘amentüye iman ettiğim’ gibi inanıyorum.”
İslam, toplum kimlik ve şahsiyetlerine yer ve önem vermiştir. Sadece ırkçılığı önlemek istemiştir.
“… Sen ancak uyaransın. Her kavmin (toplumun) bir yol göstereni vardır Hâdi)” (Ra’d 7). [Külli kavmin hâdin].
Milliyetçilik, etnik grup taassubu değil; kültür, inanç, toplum şahsiyeti ve kimliğini muhafaza etmek ve ileriye taşımaktır. Bu haliyle İslam’la çatışan hiçbir tarafı yoktur.