1

Ülkü, insanın ya kendi milleti veya bütün insanlık için, ulaşılmasını şiddetle arzu ettiği son hedeftir. Arzu ve hayal edilen bu son hedefe varmak gayesiyle, yorulup yılmadan, bıkıp usanmadan fazilet ve cesaretle, fedakârca çalışanlara da ülkücü denir. Hayatlarını insanlığa hizmet uğrunda harcayan peygamberlerle bazı filozof ve ilim adamları birer ülkücü sayılırlar. Kendilerini milletlerine adayan büyük liderler, cihangir başbuğlar ve kahraman askerlerle, milliyetçi ilim, fikir ve sanat adamları da tam manasıyla birer ülkücüdürler. İnsanlık da, milletler de bugünkü seviyelerini gelmiş geçmiş ülkücülere borçludurlar. Ancak, gerek insanlık tarihinde, gerekse milletlerin tarihinde kendini böyle bir ülküye vermiş ülkücülerin sayısı pek fazla değildir. Çünkü ülkücülük çok çetin bir yoldur. O yola herkes dayanamaz. Hevesle başlasa da, herkes bu dikenli yolda sonuna kadar gidemez. Her insanın sanatkâr veya kahraman olması nasıl mümkün değilse, ülkücü olması da öyle imkânsızdır. Hatta ülkücülük, sanatkârlıktan da, kahramanlıktan da güç ve daha fazla bir şeydir. Sanatkâr, yaratılışının icabına uygun olarak, istemese bile eser vermeğe mecburdur. Kahraman ise, belki bir ömür boyu bekledikten sonra, gerektiğinde kendini feda edecektir. Ama ülkücü onlar gibi değildir. Hayatının her anını yalnız ülküsü uğrunda harcar. Ülkücünün vazifesi ve hizmeti belirli bir an için değildir. Kendini bir ülküye adayanlar, şahsiyetlerini ancak azim, irade ve sabırla bu yolun icabına göre terbiye eder ve hazırlar. Ülkücülüğün en güç tarafı da budur. Ülkücünün, bir insan olarak, hem eksiksiz ve kusursuz, hem de birçok üstün meziyetlerle yüklü olması gerekir. Doğuştan bu derece mükemmel insan pek az bulunacağına göre, kusurları düzeltip, eksiklikleri tamamlayarak mükemmel bir insan seviyesine yükselmek ülkücüye düşen ilk vazifedir. Ülkücü, adeta, kendi kendini yeniden yaratacaktır. Yetiştiği çevreden ve gördüğü sakat eğitimden edindiği kötü alışkanlıkları bırakmak, yanlış bilgi ve inanışları değiştirmek suretiyle kendini yeniden terbiye etmek de gene ülkücüden beklenen bir iştir.            

 Acaba ülkücüde bulunması şart olan vasıf ve meziyetler nelerdir? Hepsi aynı derecede önemli ve lüzumlu olan bu vasıfları şöylece sıralamak mümkündür:

Azim ve irade: Her iş ve meslekte başarıya ulaşmanın mühim unsurlarından biri olan azim ve irade ülkücünün birinci vasfıdır. Ülkü dediğimiz uzak ve yüce hedef öyle kolayca ulaşılacak bir nokta olmadığına göre, o yola baş koyanların her türlü güçlüğe, ağırlığa, tersliğe, aksi tesadüflere, talihsizlik ve engellere yılmadan, bıkmadan, bezmeden ve ümitsizliğe düşmeden karşı koymaları gerekir. Bu da ancak güçlü bir azim ve çelik gibi sağlam bir irade sayesinde mümkündür. İnsanın, elinde olmadan, doğuştan getirdiği veya muhitinden kaptığı zaaf ve kusurlarını düzeltebilmesi de, gene kuvvetli bir iradeye sahip olmasına bağlıdır. Bu bakımdan, azim ve irade, ülkücünün sırtını dayadığı yüce dağlar gibidir. O sayede, hiçbir düşman ve saldırı karşısında gerilemez, direnir. Direndiği müddetçe de ayakta kalır ve kazanır. Zaten irade Tanrının insanlara bağışladığı en güçlü silahtır. Onun yardımı ile yenilemeyecek düşman, aşılamayacak engel, düzeltilmeyecek şahsi kusur yoktur. Yeter ki insan ülkücülüğün bunu gerektirdiğini kabul etsin.

Sabır ve tahammül: Ülkücü, döktüğü alın terine, harcadığı emeğe ve kaybettiği zamana rağmen, hedefe hemen ulaşılamayacağını bilmeli ve mutlu neticeyi yıllarca sabırla beklemeğe razı olmalıdır. Öyle hedefler vardır ki oraya ancak asırlarca sonra varılabilir. Bu uğurda kim bilir kaç ülkücü hedefe yarın varılacakmış gibi çalışır fakat zafer çiçeklerinin yüz yıllarca sonra derlenebileceğini de göze alır. Dilimizdeki “Sabrın sonu selamet.”, “Sabreden derviş, muradına ermiş.”, “Sabırla koruk helva olur.”, “Sabır başı sarı altın” gibi atasözleri bütün ülkücülerin kulağına küpe olmalıdır. Sabırsız insan çok çabuk yılar. Davadan hemen dönebilir. Hâlbuki ülkücü tuttuğu yolun bütün icaplarını yerine getirdikten sonra geçici başarısızlık ve yenilgilerle dayanma gücünü kaybetmez. Ayrıca, döktüğü kanın boşa gitmeyeceğinden emindir.

Disiplin: Ülkücü, yapmakta olduğu işin bir çeşit savaş olduğunu bilmelidir. Savaş ise, başında bir komutanın bulunduğu çeşitli rütbe ve derecedeki askerlerin katıldığı bir sanattır. Tek gaye olan zafere kavuşmanın mühim şartlarından biri de, herkesin vazifesini mutlak bir disiplin içinde yapmasıdır. Bu disiplin, bütün askerlerin, komutanın emirlerine kayıtsız şartsız itaat etmeleridir. Her ferdin kendi yerini ve sırasını iyi bilip, amirlerinin sözünü dinlemesidir. İşte ülkücü de böyle bir savaş cephesinde olduğunu düşünmeli ve liderin emirlerini tam bir inançla yerine getirmelidir. Emir dışına çıkanlara “ordu bozan” adı verilir. Milletimiz böylelerinden büyük zararlar görmüştür. Bunlar yüzünden nice savaşlar yenilgiyle bitmiştir. Disiplin, bir bakıma, savaşçı veya ülkücünün davasına ne ölçüde bağlı olduğunu gösteren mihenk taşıdır. Şahsi düşünce ve anlayışının tesiri ile yahut da inanç zayıflığı yüzünden, liderin emirlerini dinlemeyip disiplin dışına çıkanlar tam bir ülkücü sayılamazlar. Bir ülkücü, herhangi bir grup içine girmeden tek bir fert olarak da çalışsa, gene davanın gerektirdiği disipline uymak zorundadır. Bu da, aynı yolun diğer yolcuları ile iyi geçinmeyi, yardımlaşmayı ve iç mücadeleye girmemeyi zaruri kılar. Çünkü dava şahsi değil, millidir. Metot ve teferruattaki görüş ayrılıkları, aynı hedefe yönelmiş ülkücüleri birbirleriyle karşı karşıya getirmemelidir. Bayrak göndere çekildiği zaman, çeken kim olursa olsun, bütün ülkücüler onun altında toplanmayacaklar mı?

Fedakârlık: Her ülkücünün fedakâr olması gerektiğini söylemek bile lüzumsuzdur. Kendini milletine adamış bir kimsenin her şeyini bu uğurda feda etmesinden daha tabii ne olabilir. Ancak gene de bu fedakârlığın derecesi üzerinde durmak isteriz. Ülkücünün fedakârlığı, hayatı dâhil, bütün maddi ve manevi varlığını milleti için harcamaktan ibaret değildir. Ülkücü, verdiğinin ve yaptığının hiç bir zaman karşılığını istemeyen kimsedir. Ülkücü, şöhret, mevki ve menfaatle hiç bir ilgisi olmayan bir atsız kahramandır. Asırlardır, savaşlarda verdiğimiz ve hiç birinin adını bilmediğimiz milyonlarca Türk şehidi gibi. Ülkücülük, insanın bazı şahsi zevk, arzu ve alışkanlıklarını da terk etmesini gerektirir. Hem prensler gibi rahat yaşamak, hem de ülkücü olmak mümkün değildir. Türk Milleti, söz ve yazıları ile milliyetçi fakat yaşayış ve davranışları ile menfaat ve mevki düşkünü eyyamcılardan çok çekmiştir. Onlar gibi, ülkücü geçinip de bunun hiç bir şartına uymayanların aramızda yeri yoktur.

Fazilet ve dürüstlük: Dürüst ve faziletli olmayan insanlar hiçbir işte uzun zaman başarı sağlayamazlar. Onun için uzak hedefli davaların sahipleri daima ahlak ve faziletle mücehhez olmak zorundadırlar. Ülkücülerin de Türk töresinin bütün esaslarına uymaları ve düşmanlarına karşı bile dürüst, mert ve insanca davranmaları gerekir. Yalan, entrika, dedikodu, iftira ve bozgunculuk gibi ahlaki hastalıklardan bir tanesi dahi, büyük bir kitleyi dağıtıp mahvetmeğe yeter. Düşmanlarımızı yenmek pahasına da olsa, ülkücü böyle adi yollara başvurmamalıdır.

Bilgi ve çalışkanlık: Yaşadığımız çağda bilgi kadar değerli bir servet yoktur. Her insana başarı kapılarını açan anahtar da bilgidir. Ülkücünün, mesleği ne olursa olsun, önce o konuda sağlam ve geniş bilgi sahibi olması gerekir. Çünkü kendi mesleğinde başarılı olamayanların başka sahalarda da fayda sağlamadıkları görülmüştür. Sonra da Türk tarihini, Türk töre ve kültürünü bilmek icab eder. Türkiye’nin bugünkü meselelerini, bunların hal çareleri için sunulan reçeteleri ve dostu-düşmanı öğrenmek de gene zaruridir. Tabii bütün bunların temini ülkücünün çalışkan olmasına bağlıdır. Ülkücü bir karınca sabrı ve bir arı titizliği ile çalışmak zorundadır.

Bütün bunlardan başka, her ülkücü Türk soyunun ve töresinin mirasçısı olarak cesur, kahraman, şeref ve namusuna düşkün, alçak gönüllü, yardım sever, merhametli ve vicdanlıdır. Dini inançları sağlam, manevi yönü kuvvetli bir insandır.

2

                Ülkücülerin vasıflarını sayıp döktük. Günümüzdeki bu meziyetlere sahip insanları bulmak o kadar güç ki… Tarif ettiğimiz ülkücü tipi, okuyucularımıza, geçmiş asırların evliyalarını hatırlatacaktır. Ancak, bugün de, içimizden, dün olduğu gibi büyük lider, başbuğ, komutan ve atsız kahramanlar çıkaramazsak, ayakta duramayız. İşte bu sebepledir ki, Türk milletinin bağrından binlerce ülkücü yetişmeğe başlamıştır. Bu ülkücüler, bin bir güçlüklere rağmen, Türk tarihinin her karanlık gecesinde parlayan atsız kahramanların birer eşidirler. Göktürk İmparatorluğu’nu kuranların, Roma’da at oynatanların ve Anadolu’yu fethedenlerin hakiki torunları bunlardır. Bu durum ve ülkücülerin bir çığ gibi Türk’ün bağrından kopup gelişi, tarihimizin akışı içinde tabii bir neticedir. Türk tarihi, her sahada sayısız ülkücülerin yetiştiği zengin bir hazinedir. Milletimiz asırlarca zaferden zafere ulaştıran atsız kahramanlar, cihana hâkim kılan hakanlar ve nice fırtınalara rağmen onun ayakta kalmasını sağlayan kültür, sanat ve gönül erbabı hep birer ülkücü idiler. Türk milleti, bağrından böyle sayısız ülkücüler yetiştirmeseydi, bugün varlıkları tarih kitaplarında sadece birer isimden ibaret kalan topluluklar gibi, silinir giderdi.

Tarihimize baktığımız zaman görürüz ki, milletimizin hayatı yer yer zirveleşen, yer yer düzlükler halinde devam eden ve bazı kısımlarında da çöküntüler olan büyük bir dağ silsilesini andırıyor. Bu dağ silsilesi incelendiği zaman anlaşılır ki her zirveden sonra bir düzlük, her düzlükten sonra da bir çöküntü gelmektedir. Çöküntünün hemen arkasından ise tekrar bir zirve başlamaktadır. İşte her zirve millet içindeki ülkücü nisbetinin yüksek olduğunu, her çöküntü de bu nisbetin sıfıra yaklaştığını göstermektedir. Ama daima çöküntüyü yeni bir zirve takip etmektedir. Demek ki çöküntü devirleri milletin bağrından hemen sayısız ülkücülerin çıkmasına sebep olmaktadır. Onlar da yeniden zirvelere doğru tırmanmaktadırlar. Çöküntü anında kurtarıcı ülkücüler yetiştiremeyen topluluklar ise eriyip gitmektedir.

Cemiyetimizin bugünkü durumuna bakarsak, bir dağ silsilesini andıran tarihimizin çöküntü kısmında bulunduğumuzu fark ederiz. Bu, tabii, çok üzücü bir haldir. Türk tarihini iyi bilmeyenleri ve milletimizi tanımayanları ümitsizlikle kahredebilir. Fakat tarihimizin akışını bilenler için, bu çöküntü yeni bir yükselişin, yeni bir zirvenin müjdecisidir. Nasıl “kul sıkılmayınca Hızır yetişmez.” ise, Türk milleti de büyük bir sıkıntıya düşmeyince, ülkücüler görülmemektedir. Bunun yakın tarihimizdeki örneği Kurtuluş Savaşı, uzaktaki örneği de Göktürk devletinin kuruluş ve yükseliş hadisesidir. Son örneği ise, birçok resmi sorumlu ve vazifeli Türk devletinin yıkılışına seyirci kalırken, binlerce ülkücü gencin milli bir içgüdü ile büyük tehlikeyi sezip, hain düşmanların karşısına dikilmesidir. Bu kükreyiş bize gösteriyor ki, Türk Milleti binlerce ülkücünün omuzları üstünde yeni zirvelere doğru yükselmektedir.

                                                           Töre Dergisi, Eylül 1973, Sayı:28

Bir yanıt yazın