Yıl 1550 miydi, yoksa 1650 mi ne iyice bilmiyorum; Kayseri’de çok zengin bir adam yaşıyordu. Enine boyuna, sağlam yapılıydı. Bütün hayatınca bir kere bile öksürmemiş idi; daha başının ağrıdığı duyulmamış, dişlerinin bir teki bile çürümemiş, gözleri, ışığından bir damla yitirmemişti. Yaşı elliyi çoktan geçmiş, altmışa merdiven dayamıştı. Zenginliğini ölçmeye insan dili yetmezdi.
Böyle bir kişinin hiçbir şikayeti olmaması gerekirdi. Aslında bu adamın da bir şikayeti yoktu. Kimseye bir kötülük etmediği, daima haramı helali gözettiği, uçsuz bucaksız topraklarında çalışan en yoksul bir kulu bile incitmeyip emeğini fazlasıyla verdiği için düşmanı da yoktu. Dindardı da. Tanrı’yı aklından bir dem dahi çıkarmaz, adım atışlarını bile Tanrı’nın kontrol ettiğini bildiği için ona göre davranırdı. Cimri de değildi, yaşamasını bilirdi.
Bunun için olmalı zenginliği günden güne artıyor; yıllar, topraklarına bütün yeryüzü zenginliğini olanca bereketiyle saçıyordu. Başkasının bire beşi zor aldığı topraklarının yanında bu adamın toprakları bire yirmi, bire yirmi beş veriyor, koyunları çifter kuzuluyor, ineklerinin göğsü sütü almaz oluyordu. Ve develeri çoğalıyor; atları, bütün Kayseri ovasını dolduruyordu.
Ama bu zenginlik, bu adamı dertli ediyordu. Zenginliği arttıkça tasası da artıyor, paraları çoğaldıkça derdi ziyadeleşiyordu.
Bir gün geldi, derdinden tasasından yerinde duramaz oldu. Yoksa Tanrı’ya karşı bir büyük ve bilmediği suç mu işlemişti? İşlediyse bu bilmediği günahı ne idi? Yoksa Ulu Tanrı, Eyüp Peygamber gibi onu da mı deniyordu? Önce zenginlik verip sonra bir sonsuz yokluk arasına mı düşürecekti?
Bu tasalar, bu çok zengin adamın bütün huzurunu yok etmişti. Artık dayanamayacağını anladığı gün, kalktı, Kayseri’nin en mübarek ve en ünlü şeyhine gitti. Baş kesip şeyhin huzurunda, derdini anlattı. Tasalarının, huzursuzluğunun tahmin ettiği bütün sebeplerini dile getirdi ve: “Ey muhterem şeyh, şimdi ben ne yapayım? Ne yapmamı istiyorsun?’’ diye sordu.
Şeyh uzun süre düşündü. Gözlerini yummuştu… Belki, kimsenin görmediği şeyleri görmeye çalışıyordu. Sonunda: “Hiçbir günahın yok…’’ dedi, ‘’Bütün günahın Tanrı’yı çok sevmen ve onu bir saniye bile aklından çıkarmamandır. Tanrı’yı unutursan, bu dertli zenginlikten kurtulmuş olurdun!..’’
Zengin adam dehşetle titredi. Dudaklarının ve bütün bedeninin kanı bir anda çekilmişti sanki. “Nasıl olur?’’ diye kekeledi. “Bu imkansız. Tanrı’yı unutamam. Unutmam… Yaşayamamam, soluk alamamam demektir…’’
“O halde…’’ dedi Şeyh; “Bir başka çare var. Çıplak bir deveye bin ve çok uzun bir yola çık. Bütün yol boyunca deve sırtında yalnız kuru yulaf ekmeği ye…’’
Zengin adam, sevinerek bu teklife razı oldu ve hemen bir deve getirip yanına yeteri kadar kuru yulaf ekmeği aldı, yola çıktı.
Deve yürürken sallanıyor, semeri de olmadığı için üzerinde durmak zorlaşıyordu. Öğleye kadar bin güçlükle yola devam etti. Öğleyin karnı acıktı. Deveden inmeden bin bir itinayla kuru yufkalardan bir parça aldı… Boynuna bir mendil bağlamıştı… Yufka kırıntılarını yere dökmemeye çalışarak ve yine bin bir zorlukla yedi.
Bir iki gün böyle geçti. Üçüncü gün, öğle vakti son ekmeğini yiyordu. Bir anlık dalgınlık içinde bir küçük kırıntı yere düştü. Adam avucundakileri torbaya koyup hemen devesinden indi ve ekmek kırıntısını aramaya başladı. Bulamadı. Üzüntüsünden deli olacaktı neredeyse. Bu küçük ekmek kırıntısının, tarladan –tane iken- eve gelip ekmek oluncaya kadar geçen serüvenini ve bu serüvendeki alın terini düşünüyor; Tanrı’nın mukaddes kıldığı bir nimetin bu küçük kırıntısının insan ayağı altında çiğnenmesinden korkuyordu.
Başka bir çare bulamayınca, kırıntının düştüğü yeri, bütün çevresiyle satın aldı. Etrafını çevirtti ve buraya insan ayağı girmemesini temin etti. Ekmek kırıntısını, orada böceklere ve kuşlara bıraktı.
Artık içi rahattı, Kayseri’ye döndü.
Ve mahsulünün iki misli bereketlendiğini gördü. Doğrulayıp şeyhin yanına gitti. Dediklerini bir bir yerine getirdiğini anlattı. Şeyh, yumuşak bir tebessümle gülüyordu. ’’Evet…’’ dedi; “Dediklerimin hepsini yerine getirdin ama bir küçük ekmek kırıntısı için ne kadar çok üzüldüğünü biliyorum. Bugünkü servetin, o küçücük ekmek kırıntısına karşı duyduğun derin saygının karşılığıdır. Var sağlıcakla otur ve tasalanma…’’