(1)

Milliyetçi, idealist, ülkücü yani inandığı fikriyatın icabını öz nefsinde yaşayan, davası yolunda feleğin her türlü cefasına katlanıp millet yolunda bir azimetten dönmemeye azmeden, yiğit insandır. Her idealizmin, bizi ilgilendiren milliyetçi idealizmin, insanın kendi nefsaniyetinden ve içinde yaşadığı içtimai ve tabii şartlardan doğan bazı bağları, zincirleri vardır. Bir ülkücüyü en çok uğraştıran ve yoran “iş” de bu, “sebat u azme hail” zincirlerin kırılmasıdır. Diyebiliriz ki örnek milliyetçi, ülküsü yolunda zincirlerini kırmayı başarandır.

Gençlik yıllarımızın çok temiz duyguları, samimi heyecanları içinde, idealistçe uğraşmalarımız, çalışmalarımız ve gayet tabii olarak ideal ve çalışma arkadaşlıklarıdır bunlar ve çok candan arkadaşlardır o arkadaşlar. Çalışmalar, dostluklar kendi halinde ne güzel sürüp giderken, bir gün “emr-i Hak vaki olur(!)” ve bir arkadaşımızın evleneceği haberi duyulur. Hep beraber sevinilir. Bütün arkadaşların iştirakiyle neşeli bir düğün yapılır. O günden sonra, evlenen arkadaşımız ortalarda yoktur. Başlangıçta bir iki ay hatta bir iki yıl bu durum normal sayılır, hep dönüş beklenir. Fakat ne yazık, “birçok gidenin” pek azı geri döner! Diğerleri gittikleri yerden memnun gibidirler… Onlardan kalan bir kısım tatlı gençlik hatıralarıdır. İdealist arkadaşlarımız, artık hayati olmuşlardır. Tesadüfen karşılaşırsanız, doğru yanlış, bol bol hayattan şikayet ve hatıralara kaçış, hatta biraz da öğüt, nasihat bulursunuz. Dönenlere, yani evlendikten sonra da ülkücü ve ülküsel görevlerine devam etmek isteyenlere gelince onlar da rahat değildirler. Yeni durumlarıyla ilgili bazen söyledikleri, çok kere söylemedikleri, görülen ve görülmeyen ufak tefek veya büyük bir yığın meselelerle cebelleşip durmaktadırlar. Bu didişme bazen onları hayatından bezdirecek seviyelere ve mukaddes olan aile yuvasını yıkma raddelerine kadar getirir. Hiç değilse, dileğe doğru yürüyüşlerini aksatır. Misali pek çok olan her iki durumdan çıkan sonuç şudur ki, evlilik ve idealin sorumluluk, icap ve şartları arasında bir çelişme bahis konusudur. Çok kere evlilik şartları idealizmi, bazen de idealizmde ısrar evliliği çökertmektedir. Yani bu noktada kırılması gereken bir zincir vardır.

Arkadaşlarımızı en fazla enerji sahibi oldukları bir çağda, ülkü yolundan alıkoyan ve kutsal bildiğimiz, cemiyetin nüvesi mesabesindeki bir müessesenin yıkımı felaketiyle sonuçlanan bu mesele gerçekten çok önemlidir. Meseleyi bir tek sebebe irca mümkün ve ilmi değildir. Bununla beraber, bizce, diğer sebeplerin de hemen hemen tamamına hâkim, canlı ve aktif bir amil, eşler yani kadınlardır. Bu bakımdan meseleyi daha ziyade bu açıdan ele alıp tahlile çalışacağız.

Önce hanımların yuvadaki rahatsızlık ve huzursuzluğa sebep olarak ve kendi tutumlarını haklı göstermek için ileri sürdükleri belli başlı şikâyetleri ele alalım:

Hanımlar, eşlerini mesleki ve mecburi meşguliyetleri dışındaki zamanlarda evde; daha doğrusu kendilerine tahsis edilmiş görmek isterler. Hatta bazen  “mesleki ve mecburi” dediğimiz meşguliyetler bile onlara sıkıcı gelir.

Erkeğin ise derneği vardır. Konferansı, kongresi vardır. Dostları, taahhütleri vardır. Kısacası “vatansal işleri” bitmek bilmez. Bu işlere,  müsait olan bütün günler ve geceler tahsis edilir. Hanımların arzusu ile işte bu durum çatışır. Şikâyetler başlar: “Biz seni ne zaman göreceğiz? Ne biçim aile reisisin? Herkesin erkeği işten çıkar evine gelir…” gibi namütenahi sorular ve sitemler…

Hanımlar eğlenceyi, bir ihtiyaç, bir hak sayarlar. Aslında sıra insanı için öyledir de. Bu ihtiyaçlarının karşılanması veya bu haklarının yerine getirilmesi de kocalarına düşer. Sinemaya, tiyatroya, konsere, canlı toplantılara, ziyafetlere, konu komşu gezmelerine gidilmelidir. Konu komşu, mütekabiliyet esası üzerinden, kabul edilmelidir. Uygun mevsimlerde birlikte kır gezmeleri yapılmalıdır. Beylere sorarsanız, bunların bir kısmı gerçekten iyi şeyler, normal ihtiyaç olmakla beraber, mevcut şartlar muvacehesinde birer fantezidirler. Onların fanteziye vakitleri yoktur. Belki bir gün fırsat düşerse, gidilir, yapılır… Böylece  ”Allah’ın bir sinemasına bile gidilmeden” aylar geçer ve hanımlar, bir gün artık dayanamaz, patlar: “Sen nasıl aile reisi, nasıl eşsin? Hayatımız zehir oluyor. Biz insan değil miyiz? Hakkımız, hukukumuz!…

İyi, evcimen erkekler, hanımlarını kollarına takar, mağazaları, dükkânları dolaşır, evlerine ne güzel eşya alırlar. Eve her gün yeni bir eşyanın müjdesiyle gelirler. Beğenilmeyen eşyayı yenisiyle değiştirirler. Bizimkilerin (!) ise bu taraklarda bezi yoktur. Hiç ilgilenmezler bile. Tahta sandalye versen, onda; yer minderi göstersen onda otururlar. Karyolada da yatarlar, yer yatağında da. Perdeler basma da olsa olur, tül de. Çay takımı var veya yok, gam değil! Kahvaltıda önlerine bir bardak çay gelirse cana minnet. Alışverişten anlamaz, hele hanımla çıkıp da mobilyacı, bezzaz, zücaciyeci, tuhafiyeci, bilmem ne diye dolaşmaktan hiç hazzetmezler. “Dava”dır, “milliyetçiliktir”, tutturmuş giderler… Ve hanımlarına konuşurlar: “Şu evin haline bak, çingene çadırı gibi. Bir gelen olsa… El âlem, vs.” ve en üst perdeden, en haklı tavırlar: “ Sen daha kendi evinin meselelerini halledemiyor, evine dört koltuk alamıyorsun. Vatan kurtarmak kim, sen kim? Marifetin varsa, önce bizi kalkındır!” Bunlar lafız haline gelmese de mutlaka böyle düşünülür.

Sahibesi olduğu bir evde oturmak da etrafça en haklı bulunan bir arzularıdır. Erkeklerinden bu hususta projeler, tasarılar, tasarruflar beklerler. Bizim fukaraların hayallerini de üç beş kuruş bulup bir gazete, mecmua çıkarmak süsler. Ve evde yeni bir fasıl da bu yüzden açılır. Ne derece mesuliyetsiz, çocuklarının istikbalini düşünmeyen insanlar oldukları destan destan izah ve ilan edilir.

Milliyetçiler maddi bakımdan genel olarak dar gelirli, daha doğrusunu söylemeli, iyice fakirdirler. Bu fakir bütçeden aslında çok mütevazı, fakat dar aile bütçesinde dikkati çeken muayyen miktarlar, “davasal” işlere ayrılır ve sarf edilir. Üstelik bir de beyler, zengin olmak, çok para kazanmak gibi tasarılara karşı çıkarlar. Bu yollu hayalleri reddederler. Toto oynamaz, piyango bileti bile almazlar. Hanımlar bunu “çoluğun çocuğun rızkından kesip lüzumsuz yerlere harcamak ve son kısmı da “ilkel bir inat” olarak değerlendirir ve ifadelendirirler.

Herkes eline geçen fırsatları değerlendirir. Amirleri, patronlarıyla iyi geçinerek kazancını artırmaya bakar. Bizimkiler ise idealizm adına çok kere patron ve idarecileriyle kavgalıdırlar. Fırsatçılıktan nefret ederler. Kaskatı bir doğruluk güderek gayet karlı pozisyonları elden kaçırırlar. Oysa bir kere hanımlarının dediğini dinleseler…

Sonra, hanımlara göre beyler, milliyetçilik falan diyerek bal gibi siyasetle uğraşmakta, onu bunu tenkit etmektedirler. Hatta bazen bu tenkitlerin ucu siyasi iktidarlara kadar ulaşır. Bu ihtiyatsızlıktan başka bir şey değildir. Bile bile hayat ve istikbalini, lüzumsuz şeyler uğruna tehlikelere atmaktır.

Beyefendiler, dışarılarda konuşur konuşur; önlerine gelene nutuk atar, dillerinin şişini indirirler. Eve gelince de ellerinde ya bir gazete, ya bir kitap vardır. Ağızlarını açıp da doğru dürüst iki kelam etmezler. Tesadüfen gazete, kitap belası yoksa o zaman da yorgunluk bahanesiyle yatar, uyurlar. Eh bu durumda hanımlar da onlara rahat bir uyku veya kitap mütalaasını kısmet etmiyorlarsa haksız mıdırlar?

Milliyetçi erkeklerin “bütün bunlardan daha elim ve daha vahim” bir kusurları vardır ki bağışlanmaz; hanımların her şeylerine olduğuna gibi, kılık kıyafetlerine, hatta makyajlarına da karışırlar! Ellerinden gelse, nerdeyse çarşaf giydirecek, peçe taktıracaklardır! Sanki etrafı görmüyormuş gibi manasız bir takım saplantıları vardır.

Aşağı yukarı eşlerimizin, yengelerimizin, saygı değer hanımefendilerin müşahhas olarak şikayetleri bunlardır. Bunu derleyip toparlayıp bir cümlede, “erkek ya milliyetçilik davasından vazgeçerek kendini ailevi işlerine ve karısına tahsis edecek veya yuvasında huzursuzluğu, ıstırabı kabullenecektir” diye ifade edebiliriz. Buna bir kategori daha ilave etmek mümkündür ki, o da, eşlerin genç ve tecrübesiz oluşlarıyla, insani zaaflarından, kusurlarından doğan olaylar kategorisidir.

Yazımızın ikinci kısmında, burada sıraladığımız iddiaların, şikâyetlerin genel olarak cevabını vermeye, bu hususta erkeğe ve kadına düşen görevleri anlatarak bir çıkmaz gibi görünen bu durumun çıkış yolunu göstermeye aileyi ve idealizmi kurtarmaya çalışacağız.

Ocak Dergisi, Mart 1969, Sayı 15

(2)

Bundan önceki yazımızda, milliyetçi ülkücük ile evlilik şartları arasında müşahede edilen çelişkiliği belirtip milliyetçi aile ile hanımların belli başlı şikâyetlerini sıralamıştık. Bu yazımızda bahis konusu ailelerimize hâkim olması gereken bazı temel ölçülerle, erkeklere ve hanımlara düşen görevlerden bahsetmek istiyoruz.

Bizim üniversiteler kültür derneğinde rahmetli R. O. Arık’ın büyütülüp çerçevelenmiş bir fotoğrafı vardı. Rahmetli ülkücü insan, bu resmi, çok manidar bir cümle ile eşine ithaf etmişti: ‘’Bütün bir ömrü cephedeymiş gibi yaşayacağız büyük eşim! ‘’Bu söz, bütün milliyetçilerin, yani şuur ve milli mesuliyet sahibi bütün Türk erkeklerinin eşlerine söylemeleri gereken bir sözdür. Lafzına ihtiyaç duyulmasa bile, bu mana ailelerimizin manevi atmosferine hâkim olmalıdır.

O zaman ortada ne şikâyetler ve ne de bu şikâyetlerden doğan huzursuzluk kalacaktır. Bu arzu ve tavsiyemize karşı sayın bayanlar bütün şikâyetlerini toplayarak hemen:

  • İyi ama durup dururken, ortada harp yok, darp yokken, kendimizi cephede farz etmeğe, sıkıntıya sokmağa ne gerek var? Güzel güzel, rahatça yaşamak, hayattan zevk almak varken kalkıp da çileye girmek akıl kârı mı?

diyeceklerdir. Bu düşünce temelindeki mantık ölçülerine göre, doğrudur; fakat bu temel ölçüsü, bu mantık yanlıştır.

Bir ordu, hazırda yıllar boyu eğitimdedir, manevralar, tatbikatlar yapar. Bütün hazırlıklar mümkün mertebe savaş şartları içinde cereyan eder veya öyle olmasına özen gösterilir. Binlerce, milyonlarca liralık masraf edilir. Cephane harcanır, malzeme, araç harcanır, insan harcanır! Hiçbir genelkurmay, bu hazırlıkları, hiçbir gün durdurup gevşetmeyi düşünmez. Aksine daha hızlı, daha sıkı bir şekilde hazırlanıp çalışmayı arzu eder. “Durup dururken ne lüzum var bu kadar masrafa, yorgunluğa? Harp olunca toplanırız!” deyip de ordularını terhis eden bir millet ve devlet yoktur yeryüzünde. Bu tip lafları ancak bozguncu, soğuk harp ajanları ile özentili, safdil sayıca çok küçük bir kısım anti-militarist aydınlar söyleyebilir. Onlara da kimse aldırmaz. İşler normal seyrini takip eder. Yıllar, ömürler, nesiller boyu süren bu hazırlıklar belki birkaç ay, belki sadece birkaç gün veya hatta birkaç saat sürecek bir savaş içindir. Başlangıç hazırlığı iyi olan hazlarda çok yorulup, çok masraf eden “altı gün” de “2000 yılın rüyası”nı tahakkuk ettirmenin bahtiyarlığına erişirken, tembellik eden, ileriyi görmeksizin günü birlik rahatını düşünen “çöl ortasında” akbabalara yem olur. Doğru mu?

Şimdi diyelim ki, biz büyük bir hizmete koşuyoruz. Önemli bir imtihana gireceğiz. Millete kurtuluş vadediyoruz. Hangi hazırlıkla, demezler mi adama? Düşüncemizi bir merhale daha ileri götürelim: Biz muharebeye hazırlanmak durumunda değiliz. Muharebenin her an içindeyiz. Dünyayı, insanları, olayları, kendimizi fark ettiğimiz günden beri…

Milleti, bizim milletimizin maddi ve manevi şartları içinde bulunan bir aydınlar grubu, hele milliyetçilik gibi bir mefkûreyi hayat görüşü olarak benimsemiş olanlar, her an “terk-i aram” ile “cidal” içinde mi olurlar, yoksa esneyerek gelecek mevhum bir günü mü beklerler? Kaç yıllık bir ömrümüz var ve bunun kaç yılı işe yarar? Öyleyse muhterem hanımefendilerden bizi, “Niçin bu kadar tembelsin? Bu kadar az çalışıyor ve yoruluyorsun?” diye; “Bu yolda hani bana düşen yük?” diye ikaz etmelerini bekleriz! Bu, onların da “milliyetçilerin hanımları” olmaktan çıkararak “ milliyetçi hanımlar” olmaları demektir.

Bu mutlu merhaleye varmak için erkeklere düşen birinci vazife, emellerimizin büyüklüğüne, bu yolda her birimizin ciddi gayret sarf ettiğine; laubalilikten, laklakiyattan uzak olduğumuza eşleri, sözle ve fillerle inandırmaktır. Zira umumiyetle hanımlar durumu, bir fantezi, bir heves olarak değerlendirmek hatası içindedirler.

Milliyetçi aileler şu“herkes gibi…” ölçüsünü mutlaka yıkmalı, ortadan kaldırmalıdırlar. “Herkesin kocası, herkesin evi, herkesin hayatı; elâlemin durumu, elâlemin diyeceği” bunlar bizi asla ve kat’a ilgilendirmez yahut da ilgilendirmemeli! Aksi halde huzura ulaşmamıza imkân yoktur. Zaten şu kokmuş cemiyette bizim itibar edebileceğimiz kaç müspet ölçü var ki? Hele bahis konusu şikâyetler bakımından… Değmez vallahi! Güzelim iç huzurumuzu fesada vermeye, değmez! Bırakalım elleri kendi haline; onlar ne derse desin, biz yolumuzda yürüyelim. “Bize ne âlemin bal şerbetinden. İşte önümüzde ayran tasımız.” Şükredelim.

Milliyetçilikten de ülkücülükten de bir an için vazgeçelim. Hangi manada olursa olsun hayatta mesut olmak için, bu prensibi kabul etmek zarureti var. Aksi halde saadet muhal olur.

Evlilikte boşanmak bir çare değil, çaresizliktir. Yıkımdır. Mecbur kalınırsa elden gelecek şey yoktur, katlanılır. Fakat her patırtıda, her can sıkıntısında ilk olarak bunu düşünmek gaflettir ve çok ayıptır. Hele hanımlar için. Bir hanım boşanma, ayrılma gibi laflar söylenirken kızarmalı, terlemelidir. Hayatta sahip olacağı en büyük payenin “bir adını iki etmemek” fazileti olduğunu, en büyük ar’ın, ayıbın da falanca kocasından ayrılmış dedirtmek olacağını hanımlar iyi bilmelidirler. Masal söylemiyorum. Tarihe bakıp hayal de kurmuyorum. Genç hanımlar! Bir nesil öncenize, annelerinize dikkatle bakın. Bu anlayışın kıymetli mücevherler gibi parıldadığı, halis örnekleri size yetecek kadar bulacaksınız. Kanun size muayyen şartlar içinde boşamak, boşanmak hakkını vermiş. Velâkin kulağınıza küpe olsun ki, bu hakkı kullanmak hürriyet değildir; esarettir, esaret! Gayet tabii beyler içinde bu durumu istismar zillet ve zalimlik olur.

Sonra, günlük bazı noksanlara bakıp “Ne kötü talihim varmış?” diye hayıflanan hanımefendilere bazı sorular sormak isterim: Eşleriniz alkolik veya sarhoş mudur? Kumarbaz mıdır? Eve geç geldikleri geceleri, saatleri kumarhanede, meyhanede veya uygunsuz bir yerde mi geçirirler? Bu yolda harcadıkları mı bütçenizin altını üstüne getiriyor? Yoksa daha düşük işler mi yapıyorlar? Hırsızlıkları, hainlikleri var mı? Akıllarının erdiğince vatan kurtarmaktan mı, yoksa vatan satmaktan mı bahsediyorlar? Cemiyet içinde itibarda olan insanlar mı bunlar, yoksa itibarsız, silik, laubali, yılışık insanlar mıdır?

Bütün olumsuz hükümlere “Hayır!” değil mi? Çoğu içkiyi ağzına koymaz. Eline üç beş kuruş geçse veya masumane bir köşeden kırıp kırpıştırsa, ancak kitap almaya aklı erer! Kumarın ne olduğunu da Dostoyevski’nin Kumarbaz’ında okumuştur! Kadın namına gönlünde bir karısı, bir anası, varsa kızı veya kız kardeşi vardır. Affedersiniz eksik oldu: Bir de Turan Kızı’nı severler! Hırsızlık, hainlik bilmezler. Fukara mukara, şu cemiyette hakikaten erkek gibi yaşarlar.  Başları diktir. Kendilerine mensup olanları utandırmazlar. Ne buyrulur? “Bizim eşlerimiz, elbette böyle olacak. Bunlar zaten elde bir!” mi diyorsunuz? Emin olun, “elde bir” değil bunlar hanımefendiler! Erkekler de, kusurların ve vasıfsızlıkların sebep olduğu facialarla sönüp gitmektedir. Lütfen, etrafınıza daha dikkatli bakın ve Allah’ınıza şükredin.

Sizlere bir de şu hürriyetin sözünü etmek isterim hanımefendiler! Mühimdir bu da.

Hürriyet, her varlığın kendi yaradılış gayesine uygun olarak, kendisine bağışlanmış olan kabiliyetleri azami verimle kullanabilmesinin maddi ve manevi imkân ve şartlarının hazırlanmasıdır. Varlığın bu çerçeve içinde serbest hareket edebilmesi ve her türlü tasalluttan masum tutulmasıdır. Bülbül öterken vardır. Onun hürriyeti seher vakti şakıyabilmektir. Ötmeyen bülbül çok çirkin ve soğuk bir hayvancıktır. Çileyen bülbüle taş atmak, kurşun sıkmak haince bir tasalluttur. Bülbülü gül bahçesine koymalı ve ötüşüyle mest, ona kötülük edecek ellere mani olmalıdır… Hürriyeti incik boncuk sahibi olmak zannetmeyiniz. Çok defa ve maalesef, hür geçinen bir bayan, boynunda sallanan pahalı boncuk dizisinin, sırtındaki pahalı kürkün, bileğindeki hiçbir manaya bağlı olmayan bileziklerin haram ve hırsızlık para ile alınmış olduğunu ve kendisini en basit maddi seviyede esir etmek için olduğunu bilememektedir. Olmaz, olmaz! Kadının çokça hürriyet lafı etmesi bile zararlıdır. En hür (!) kadınlar, en çok mahkûm ve esir olanlardır. Hiçbirinin sahip olduğu bir gönül tahtı yoktur.

Çok bozuk bir cemiyette yaşıyoruz. Böyle bir ortamda ruhu rencide edecek haller her adımda yüzlercedir. Bedeni yorgunluğunsa sözü bile fazla. Hatta bazen kendimizle kavgalı olmamız, çatışmamız, insan olduğumuza göre, normal değil midir? İşte kadının büyük ve telafi edilemez fonksiyonu, erkeğine maddi ve manevi, ruhi bir dayanak olması, onu şefkat kollarıyla sarmasıdır. Evet, bu söylenmiş bir laftır. Sözde her kadın ve erkek bunu bilir. Her evlilikte bu vardır sanılır. Yanlış tabii. Şefkat dolu bir mengene de olabilmektedir.

Bunun olması için, kadının çok sabırlı, toleranslı, çok ince ve derin, iç bakımından zengin olması lazımdır. Ve bunların hepsini kavrayacak olan şartı söyleyeyim: Kocasına inanmalı ve onu ivazsız, tavizsiz, garazsız çok sevmelidir. Peki, niçin yapacak bu kadar şeyi? Hangi mükellefiyetle? Yaradan’ın kendisine tayin ettiği fonksiyonu tam ve kâmil olarak icra ve ifa edebilmek için. Fonksiyonuna uygun olarak kendisine bağışlanan kabiliyetlerini geliştirmek, yani oyuncak olmaktan, basit esaret hallerinden kurtulmak ve HÜR OLMAK için! HAK HUZURUNA AK YÜZLE ÇIKABİLMEK için…

Erkeklere gelince, şahsi kusur ve zaaflarını dolayısıyla bunların sebep olduğu tatsızlıkları asgariye indirmelidirler. Eşlerine mutlaka şefkat ve sevgiyle muamele etmelidirler. Bunun aksine bir davranışın Kur’an hükmüne, Allah buyruğuna muhalefet olacağını hiç unutmamalıdırlar.

Bütün bu gerçekleri, hükümleri iki türlü kabul tarzı vardır: Biri kendisi bunun kabul etmediği, temel ölçülere katılmadığı halde, tatsız bir mecburiyet ve mahkûmiyet sayarak, şikâyetle ve ilk fırsatta isyana hazır bir ruh haliyle kabul etmek ki makbulüm değildir. Faydası yoktur. İkincisi de içten benimseyerek, hiçbir çelişikliğe düşmeden kabul etmek ki matlup ve makbul olan budur. Birincisi faydasızdır, çünkü bir neticeye ulaştırmaz. Evde huzur olmaz. Kadın, en pahalı ve ağır süsleri olan ‘’mutavaat ve tevekkül’’ den soyunmuştur. Eğer basit manada kavga gürültü yoksa doldurulmuş tüfek de tetiği çekinceye kadar sessizdir…  Hâlbuki biz, hani, yorgun, kan ter içinde bir tebessüm vardır ya, işte o tebessümün, o nadir saadet incisinin peşindeyiz.

Dilde tenvim-i ızdırabı bilir

Dudaklarındaki giryende buseler yahut

O gözlerindeki nili sükût-ı istifham.

İşte evlilikte böyle bir ruh iklimini ve iklimin manası olacak kadını arıyoruz.

O belde

Hangi bir kıt’a-yi muhayyelde?

Hangi bir nehr-i dur ile mahdûd?

Bir yalan yer midir veya mevcûd.

Fakat bulunmayacak bir melâz-ı hülyâ mı?

Bilmem… yalnız

Bildiğim sen ve ben ve…

Ocak dergisi, Nisan 1969, sayı:16

Ülkücü hareket cilt:4 sayfa:114-118

Bir yanıt yazın