O gece Hocalı’da hiç kimse uyuyamadı. Sabahın ağarmasıyla beraber yaklaşık yirmi- yirmi beş evden mezarlığa doğru gidenler oldu. İlk gören Aynure ile ablası Zühre oldu. Hemen babasına haber verdi. Reşit kapıya çıktığında gidenlerin kucağında, omzunda ya da sırtında ceset taşıyan komşuları olduğunu gördü. Güne derin bir üzüntü, acı haberle başladılar. ‘Bunlar günlerdir aç susuz, hasta yatan insanlar, dedi, Allah taksiratlarını affetsin!’ ‘Bunların ne taksiratı olur ki hay anam! Hocalı’dan dahi dışarı çıkmayan günahsızlar!’ dedi Celile. Bu cesetler ne yazık ki tam gömülemedi. Kar buz tutmuştu. Toprak donmuş, kazılmıyordu. Üzerlerine öylesine toprak attılar, taşlarla kabri beslediler.
Cenazeleri defnedenler henüz kasabaya dönmüştü ki birden yer yerinden oynadı. Hocalı’ya bakan üç tepeden ve havaalanı tarafından Sovyet Ordusunun 366. Zırhlı Alayı’nın tankları, topları Hocalı’yı top ateşine tuttu. Rastgele bir ateşti. Bu bugüne kadar görülmemiş bir top ateşiydi. Topun düştüğü yerde önce olanca kar havalanıyor, savruluyor sonra taşlar, topraklar, ağaçlar hatta hayvanlar gökyüzüne dağılıyor ve yere düşüyordu. Karşılarında bir tek tabancası dahi olmayan bir kasabayı koskoca ordu binlerce askeriyle yerle bir etmeye çalışıyordu. Çatısı yıkılan evinde Reşit ve ailesi bir duvar dibine sinmişti. Korkudan, hırstan, asap bozukluğundan, ‘Bu niçindi? Bu kin neyin kiniydi?’ sözlerini tekrarlıyor, etrafta olanları göremediği için sadece duyabildiği çığlıkları dinliyordu. Demek ki Rus yüzbaşı haklıymış, diye düşündü. ‘Ama bu kadar vahşetin olacağını o dahi tahmin edemez!’ dedi. Bunları düşünürken çok yakınlarında bir bombanın daha patladığını gördü. Üzerlerine taş ve toprak yağdı. ‘Sen haklıymışsın, dedi Celile, bütün bunlar Köçeryan’ın işi.’ Üzerine gelen topraktan tanınmayacak halde olan Aynure’yi sıkıştığı yerden kurtardı Reşit. ‘Allahım… Allahım… Ne oldu böyle? Biz neredeyiz!’ diye avaz avaz bağırdı. Sesi duyan yoktu. Sadece karşısındaki evde oturan kardeşi Kulu’nun kanlar içinde yüzü, yaralanmış ayağı ile bahçe duvarından atlayıp geldiğini gördü. Karlarla yaralarını sildi kardeşinin. ‘Ağam biz mahvolduk!’ dedi Kulu. ‘İyi de, dedi Reşit, Bombalayın! emrini veren Robert Köçeryan değil mi? Emri Hocalı’da uygulayan Sarkisyan… Peki bunlar böyle olacağını bile bile nasıl böyle bir vahşeti yaparlar?’ Kulu bitkindi, ‘Yaparlar ağam, yaparlar!’ dedi. Zöhre bir taraftan yüzündeki toprakları temizlerken, ‘Hepsinin canları cehenneme!’ dedi.
Tam iki saat boyunca top ve tank ateşine tutuldu Hocalı. Okul, cami yıkılanlar arasındaydı. Arka tepenin eteklerindeki bahçe içerisindeki evlerin neredeyse tamamı yıkılmıştı. Top sesi kesilmişti.
Dedesinden savaşları çok dinlemişti Reşit. Savaşların anlamsızlığını daha o yıllarda anlamıştı. Ona göre vahşetti. Bu konuya meraklı olan Zöhre’ye de o anlatırdı. Aynure dinlemezdi bile. Çaldıran’ı anlatırdı, Timur’u, Cengiz Han’ı, Romalılar’ı anlatırdı. Bu anlattıkları orduların hepsi yaptıkları savaşlarda karşılarındaki orduyla muharebe yapardı. Hiçbiri sivil halka silah çekmezdi. Ordular birbirleriyle savaşırdı. Savaşın kuralı da buydu. Hile yaparsın, kaçarsın, acımadan öldürürsün… Bunların hepsi normaldi; ama Ermenilerin yaptığı şu anda vahşetti. ‘Bak gördün mü vahşeti Zöhre?’ Lisede okuyan büyük kız, ‘Baba şuradan bir kurtulalım da…’ dedi üzerlerine yağan tozlar arasından. Reşit son anda hanımı ve çocuklarını yarısı yıkılmış duvarın dibinde toplamıştı. Şansları yaver gitmişti de yıkık duvar siper olmuştu. Tek katlı evin çatısı ve bazı duvarları yıkılmıştı. Her taraf toz duman içindeydi. Çığlıklar, ağlamalar, inlemeler… Kimin ne yaptığı belli değildi. Tek katlı evler bahçeler içerisindeydi. Çatısı çöken, duvarları yıkılan, ahırları yıkılan ve sahipsiz kalan bir sürü hayvan orta yerde kalmıştı. Reşit bir taraftan korunmaya çalışıyor bir taraftan da söyleniyordu, ‘Evet, bunların yaptıkları resmen vahşet! dedi, bunlar nasıl bir canavar? Karşılarında çoluk çocuk var, ordu yok ki…’ Başını dahi kaldıramıyordu. ‘Ne yapacağız?’ dedi Celile. Sadece Askeran tarafından ateş açılmadığını, ortalık diner dinmez var güçleriyle o tarafa kaçabileceklerini söyledi. Top ateşi durmuştu; ama tankların seslerini duydular. Her taraf toz bulutuyla kaplıydı. Aradan bir saat kadar geçmesine rağmen kasabada hiçbir hareket yoktu.
Top saldırılarından üç saat sonra tepelerden inen 3 bin kadar silahlı Ermeni askeri kasabanın bütün sokaklarında, meydanlarında devriye gezmeye başladı. Bazı köşe başları otomobillerle tutulmuştu. Yavaş yavaş yapılan plan anlaşılıyordu. Önce yol kesilecek, kasaba top ateşine tutulacak ve sonra işgal edilecek. Herkes böyle sandığı için artık arkasından yeni bir saldırı gelmez diye düşünüyordu. Sarkisyan’ın arkası açık bir jipin üzerinden megafonla, ‘Bu gün 25 Şubat… Ermenistan devlet başkanımız Robert Köçeryan’ın emri ile aslında Ermenilerin olan Hocalı kasabası gerçek sahiplerine teslim edilecektir! Tüm kasaba halkına duyurulur!’
Bu kasaba halkı sözüne Reşit sindiği duvarın dibinden acı acı tebessüm etti. Celile, ‘Artık kasaba halkı kaldı mı?’ diye isyan etti ama bu isyanı kimse duymamıştı. Yaraları halen kanayan Kulu ise,’ Yerle bir edilen kasabayı ele geçirmişler!’ dedi Reşit’e. Önce yaralanmayanlar sonra yarası hafif olanlar ayağa kalkmaya, bahçelerin önlerine gelmeye başladılar nedir, ne oldu öğrenmek için. Reşit, Kulu, Celile ve çocuklar da kalktı. Evlerden, ahırlardan dumanlar çıkıyordu. Yıkık duvarlar görünüyordu. Üstleri başları toz toprak içinde olan kasabalılar görünüyordu. Reşit, önlerindeki dar sokağın açıldığı caddede farklı bir kalabalık gördü. Kardeşi Kulu’ya, ‘Gardaşım, benim gördüğümü sen de görüyor musun? dedi, bu gördüklerim Arabo’nun savaşçıları değil mi?’ Kalçalarında taşıdıkları kınlarının içinde, kılıca benzer bıçaklarını görünce, Kulu, ‘Ağam buralarda fazla durmayalım, dedi, bunlar katliamın da, vahşetin de ötesinde dünyanın en acımasız katilleridir! Eğer bunlar buraya geldilerse demek ki çok şey olacak!’ Celile ve çocuklar Arabo’nun savaşçıları lafını duyunca titremeye başladı. ‘Reşit gidelim buradan!’ dedi Celile. O ana kadar sessiz duran Aynure elini midesine götürdü, ‘Midem fena ana! Sancı bıçak gibi karnıma saplanmış!’ dedi. Reşit de, Celile de herkes gibi çaresizdi. ‘Gitmek’ nereye ve nasıl gideceklerdi?
Robert Köçeryan, aynı duyuruyu bir daha yaptı. Bütün kasabaya duyurdu. Arabasını ana yolun kasabayla kesiştiği köşede durdurdu. Yanında Sarkisyan, Yüzbaşı, teğmen, Monte, Arabo, Zori Balayan ayaküstü konuşmaya durdular. ‘Bizden günah gitti, dedi Sarkisyan, artık bundan sonrasını onlar bilir.’ Yerinde hiç duramayan Arabo, ‘Çok bekliyorsun be Komutan!.. Şimdi biz bunların gitmesini mi bekleyeceğiz?’ Monte alay ediyordu, ‘Sen bunların gideceğini mi sanıyorsun Arabo? dedi, kasabalının kıpırdayacak hali mi kaldı?’ Arabo anlar gibi oldu, ‘Ee… Öyleyse biz kendi metotlarımızla çözeceğiz!’ Yüzbaşı noktayı koydu bu konuşmaya, ‘Acelen ne be Arabo, dedi, sabret biraz!’
20 yaşlarındaki Zarife Guliyeva, Hocalı’nın en yanık sesli kızıydı. Hocalı’nın bülbülü derlerdi. Kalabalık bir ailesi vardı. Evleri birbirine yakı ama hepsi ayrı, her ev bağlı bahçeli hayvan besleyen, sebze yetiştiren bir aileydi. Reşitlerin evlerine yakındılar. Bombalanmadan sonra kendine gelmiş, bütün yakınlarını aramış fakat sekiz yakının şehit olduğunu görmüştü. Celile ve Reşit’e geldi ve ne yapacaklarını danıştı. Celile, Zarife’ye de Arabo’nun burada olduğunu söyledi. Söyledi ama söylediğine pişman oldu. Zarife sarardı, rengi değişti, titredi, ‘Aman aba bu adam burada damı beni buldu?’ dedi. Reşit, ‘Zarife, dedi, bir yolunu bulup Askeran tarafına kaçmayı düşünüyorduk… Ama aslında biz de ne yapacağımızı bilmiyoruz!’ Zarife boynunu büktü, ‘Peki ağam…’ dedi ve gitti.
Arabo iri cüssesi, kısa siyah sakalı, sert bakışları ile neredeyse bütün kasabalının tanıdığı bir gençti. Bu savaşlar olmadan önce Zarife’ye karşı çok ilgisi vardı. Birkaç kez yolda gördüğünde derdini anlatmıştı Zarife’ye ama kızcağız istekli olmayınca Arabo bunu bir türlü kabullenememişti. Örgüt kurup, ant içmişler ve dünyanın birçok yerinde Türk devlet adamlarına suikastlar yapmışlar. Araya savaşlar da girince Arabo tam bir Türk düşmanı olup çıkmıştı. Zarife bu düşmanlığı bildiği için nerede adını duysa korkuya kapılıyordu.
Kasabalı ölüsüne mi yansın, yarasını mı sarsın karmaşasını yaşarken hava da kararmak üzereydi. Evi yıkılanlar sağlamsa ahırlarına o da sağlam değilse ya yakınlarına ya da komşularına geceyi geçirmek üzere dağıldığı sırada yolun ortasında yeni bir hareket başladı. 3 bin kişilik eli silahlı askerleriyle Arabo ve savaşçıları bir anda bütün sokaklara daldı. Havaya, yerlere, karşılarına kim ve ne çıkarsa ateş ediyorlardı. Binlerce mermi yakıldı. Bununla da yetinmediler sağlam evlere girdiler. Günlerdir ağızlarına bir lokma yiyecek girmemiş, soğuktan donmak üzere olan, kandil ışığında yaşamaya çalışan halkın yaşadığı evlere girdiler. Buraya kadar yaptıkları kasabalıyı bezdirme, Hocalı’dan uzaklaştırma, korkutmaydı ama bundan sonra yapılanlar hiçbir dinle, inançla, kanunla açıklanamazdı. Arabo, bombalama esnasında ailesinden sekiz kişiyi kaybetmiş Zarife’nin evine girdi. Adamları da yanındaydı. Ne amaçla Zarife’ye dokunmadılar bilinmez ama önlerine kim çıktıysa kurşunladılar. Kızın babası, annesi, kardeşleri toplam 22 kişi on dakika içerisinde katledilmişti. Zarife pencereden çıkıp dağlara doğru kaçmıştı. Arabo evden çıkarken adamları bulundukları odayı ateşe vermeyi ihmal etmedi. Çıkarken, ‘Haydi… Gidiyoruz!’ diye bağırdı. Aynı anda ve aynı sokakta beş altı ev yukarıda bombalama sırasında yıkılmamış, önünde çok güzel bir bahçesi olan eve Zori Balayan, Haçatur ve dört kişi ellerindeki tüfeklerle rast gele ateş açarak girdi. Dibe köşeye sinmiş çoluk çocuk neye uğradıklarını şaşırdı. Kurşunlardan bütün çocuklar nasibini aldı. 3 yaşındaki Gülmire Mehdiyeva ve 5 yaşındaki Aygül vücutlarına isabet eden onlarca kurşunla anne ve babalarının gözleri önünde katledildi. Haçatur çıkarken çocuğun cansız cesedine postallarıyla bastı ve bu da yetmezmiş gibi süngüyle delik deşik etti. Novruzov ailesi Hocalı nüfusundan silinmişti. Acımasız namıyla ünlü Monte ve arkadaşları karanlık sokakta marşlar söyleyip havaya kurşun sıkarken tam da Reşitlerin evlerinin önünde durdu. Bu evin sağlam kalan bir odası vardı. Ellerindeki fenerle içeriyi gözlerken bir karartının olduğunu görüp girdiler. Günlerdir aç susuz yaşayan bu insanlar, karşılarında eli silahlı askerleri görünce gözleri yuvalarından fırladı. Monte feneri herkesin yüzlerine tuttu. ‘Bak sen…’ dedi, hasta kızını bize emanet etmeyen ana da buradaymış!’ Reşit yerinden fırladı, ‘Dokunmayın ona,’ dedi, dedi ama aynı anda süngüyü de yedi. Reşit ölmedi. Askerden yedi tekmeyle köşeye savruldu. Feneri tutunca Zöhre’yi bir köşede büzülmüş olarak buldu. ‘İşte köyün güzeli buradaymış!’ dedi ve kızı yakasından kavrayıp ayağa kaldırdı, kendine çekti, karanlıkta iyice çirkinleşmiş kalın dudaklarıyla şehvetle öptü. Reşit’in yapacak hiçbir şeyi yoktu. Tutmak için kolunu uzattı ama olmadı. Celile buna dayanamazdı. Dünyalar güzeli, nazla, sevgiyle büyüttüğü kızını bu katile teslim edemezdi. Bütün gücünü topladı ayağa fırladı Monte’nin elini ısırdı. Canı yanan Monte önce kuvvetli bir tokat attı sonra da iki süngü de ona sapladı. Can çekişen babanın ve ananın gözleri önünde Zöhre’yi çirkin arzularına alet etti, kızı kanlar içerisinde bıraktı, kalktı. Bu olanları pencerenin hemen altında sessizce fakat dehşetle izleyen Aynure’nin o anda dili tutuldu, sesi soluğu kesildi, sıranın kendisine geleceğini biliyordu, bir anda pencereden fırlayıp kaçtı. Nereye gittiğini bilmeden kaçtı. Zifiri karanlıkta, arkasına bakmadan kaçtı. Bu kaçış fark edilmemişti evde. Monte, Zöhre’nin üzerinden kalktıktan sonra kapıda duran asker içeri girdi. Baygın vaziyette yatan Zöhre’ye yaklaşan ikinci askeri, kanlar içinde yatan Celile ve Reşit inleye inleye seyretti. Asker kapıdan çıktığında odada hiç kimse sağ değildi.
Arabo ve savaşçıları o gece hiç boş durmadı. Bir kısmı tabancalarını ve süngülü tüfeklerini hiç kullanmadı. Ellerinde kınlarından çıkardıkları kılıca benzer bıçakları vardı. ‘Şu yolun sonunda karşılıklı bahçe içerisinde iki ev var ya… dedi Arabo, işte o evlere gidiyoruz. Ev Bahaduroğlu Enverlerindi. Bombalamada yıkılmamıştı. Evin kapısına geldiklerinde kapının kilitli olduğunu gördüler. Zorladılar, açamadılar. Ağaçla, kütüklerle zorlayınca kapı açıldı. Kapının arkası dolap, masa, çuvallarla desteklenmişti. Enver elinde dirgenle karşıladı gelenleri. İlk saldırana dirgenle karşılık verdi ama bu onun sonu oldu. İki kılıç darbesiyle başını gövdesinden ayırdılar ailesinin ve çocuklarının gözleri önünde. Hamile olan hanımı görünce Arabo, ‘Bu kadın çocuğunu özlemiştir, dedi, alıp da kucağına verin!’ Kadın ne olduğunu anlamadan yere yatırıldı, iki kişi kollarından tuttu, üçüncü kişi kadının karnını yardı, kılıcı çocuğa sapladı ve annesine verdi. Kadın kendinde değildi zaten. Ayakta duvara yaslanmış 17 yaşlarında Rahile ve 20 yaşlarında Zakir ölü vaziyettelerdi. Bıçak vursanız kanları akmayacak haldeydiler. Ama Arabo’nun adamları bıçaklarını ikisine de vurdu; fakat derilerini yüzer gibi etlerini keserek vurdu. Rahile ve Zakir aldıkları bıçak darbeleriyle bu dünyaya veda ettiler. Evden çıktıklarında Elif Hacıyev’in adamlarıyla karşılaştılar. İlk ateşi açan Elif’in adamları oldu. Arabo’nun dört adamı da yere serildi. Arabo’ya sıra gelmeden beklenmedik anda ortaya çıkan Yüzbaşı Valantin, ‘İşte aradıklarımız burada!’ dedi. Yüzbaşının yanındaki Haçatur, ‘Hiç biri sağ kalmasın!’ dedi ve onlarca asker, Komutan Elif’in askerlerine ataş açtı. Askerler son nefeslerini vermeden Haçatur, elindeki bıçakla askerlerin kulaklarını kesti. ‘Bunlar hatıra olarak kalacak!’ dedi.
3 bine yakın askerin darmadağınık ettiği Hocalı’da ölüm her yerde kol geziyordu. Ölümün adı Arabo idi. Monte, Haçatur ve yüzlerce asker evlere girdi. Evler yağmalandı. Beğendikleri ne varsa almaya başladılar. Kimi eşyaları yaktılar, kimilerini kırıp döktüler. Öğretmen yaralı olmasına rağmen kapı kapı gezip, halkı uyardı. Kaçmaları, Hocalı’yı terk etmeleri için çalıştı. Kaçmak aslında ölümün bir başka şekliydi; ama en azından vahşice ölümden kurtulacaklardı. Çaresiz halk, bu dinmek bilmeyen acıların arkasından çareyi kaçmakta buldu. Binlerce Hocalı halkı soğuğa, kara aldırmadan Askeran tarafına ve dağlara doğru kaçmaya başladı. Zaman zaman takip edildiler, arkalarından kurşun yağmuru geldi; ama yine de sağ kalanlar karlı, ürkütücü ve tehlikeli dağlara doğru koştu. Bu koşanlardan biri de zayıf, çelimsiz vücuduyla Aynure idi. Aynure o çelimsiz, hasta haline rağmen deli gibi koşuyordu. Gördükleri beynine kazınmıştı. Gözleri dönmüş askerlerin eline geçmemek için, namusunu onlara teslim etmemek için var gücüyle koşuyordu. ‘Koşmam lazım… Koşmam lazım…’ diye diye, Buradan bir an evvel uzaklaşmalıyım…’ diye diye koşuyordu. Bir taraftan da seviniyordu; çünkü 14 yaşındaki körpe vücudunun üzerine sırayla abanacak askerlerden kurtulmuştu. Ama Aynure nereye gidiyordu onu bilmiyordu. Ayağının altı yer yer buz tutmuş kardı. Buzlar ağaçlardan sarkıyordu. Dağlara çıkarken öğretmen, diğer Hocalılar beraberdi; ama şu anda etrafında kimseler yoktu. Fark etti bunu. Durup etrafa baktı. Her taraf karanlıktı. Bir metre ötedeki ağaç dahi görünmüyordu. Kendini takip eden de yoktu. Nefes nefese, ağzından köpükler aka aka bir ağacın yanında öylece kaldı. Koştuğu için vücut terlemişti; ama durunca ve biraz da bekleyince hafif bir ürperme hissetti. Üşümeye başladı. ‘En iyisi biraz daha yürüyeyim.’ dedi. Tekrar durmadan takatinin yettiğince, saatlerce yürüdü. Bir ara gözleri karardı. Etrafı bulanık görmeye başladı. O korkuya, o yorgunluğa rağmen, eğer durursam donabilirim, diye düşündü. Aynure yürümek istiyordu; fakat yürümeye takati yoktu. Sırtını ağaca vermişti. Gözleri karardı, ayakları kaydı…
Haçatur, Monte Melkonyan’a, ‘Ben daha kuzeydeki evlere bakacağım, dedi ve ayrıldı. Sabah olmuştu artık. Kasabanın içler acısı durumu şimdi daha iyi görünüyor ve anlaşılıyordu. ‘Yerle bir ettik ama değdi, dedi arkadaşına Haçatur, şu evden çok şüpheleniyorum… Ne dersiniz o eve de girelim mi?’ Arkadaşlarının tebessümünü çok beğendi. O evde Hocalı’da çok sevilen ve elinden her iş gelen Azim oturuyordu. Sıra Azim’e… Mehdioğlu Azim’ e gelmişti. Azim hazırlıklıydı. Evde sakladığı kılıç yarısı eski bir bıçağı vardı. Kapının tekmeyle açıldığını görünce kendini ve ailesini korumaya çalıştı. İntikam onun da gözlerini bürümüştü. Evine rastgele ateş açarak giren Ermeni askerlerini sırayla yere serdi. Çıldırmış gibiydi. Öldürdüğü askerlerin cesetlerine onlarca bıçak darbesi sapladı şuursuzca. Hanımı yeter diye bağırınca kendine geldi. Eli, yüzü her taraf kan içindeydi. Yorgun ve bitkindi. Açık kapıdan giren iki askerin onu kurşun yağmuruna tutması kolay oldu. Azim, eşi ve çocukları artık yaşamıyordu. Çocuklarının birini evin tahta kapısına çivilerle astı Haçatur. Azim’in hamile olan kız kardeşi kaçmak istedi. Sarışın, beyaz tenli, örgülü saçlı güzel bir gelindi. İlk çocuğuna hamileydi. İsmi İkbal’di. İkbal’i yakalayıp evin dışına çıkardılar ve ağaca bağladılar. Haçatur bir sigara yaktı. Askerlerinden ikisi kadının başındaydı. Biri eliyle doğumu yaklaşmış olan kadının karnında gezdirdi. Karnı burnunda çaresiz İkbal, ‘Yalvarırım bize kıymayın! dedi, doğumum çok yakın. Size söz veriyorum hemen şimdi terk edeceğim Hocalı’yı!’ diye yalvardı. Bir yandan da titriyordu. Elbiseleri yırtık, ayakları çıplaktı. Uzun boylu, geniş omuzlu olan asker elindeki AK-47 model Rus yapımı otomatik tüfeğinin, namlusuna monte edilen seyyar kasaturayı çıkartırken, İkbalin beti benzi atmış, gözleri yuvalarından çıkmış, ‘Yalvarırım durun… Yalvarırım durun!’ diye avaz avaz bağırıyordu. Diğeri elindeki demir parayi havaya attı: ‘Akçik manç?..(Kız mı oğlan mi?) dedi. Arkadaşından, akçik…(Kız) cevabını alınca, kendisi, ‘Bence oğlan…’ diyerek bahse girdi. Sonra da elindeki kasatura ile hamile kadının karnını yarıp çocuğu çıkarttı. Bebek kızdı. Kasaturaya saplı bebeği İkbal’in cansız göğsüne sapladı Ermeni ordusunun özgürlük savaşçısı.
26 Şubat sabahı Hocalı’da derin bir sessizlik vardı. Ne havada uçan bir kuş vardı ne yerde gezen bir kedi, köpek… Karların üzerinde yer yer kan birikintisi göle dönmüştü. Kanın biriktiği yere ince sızı halinde kan akmaya devam ediyordu. Kimi sızıntı ise donmuştu. Havada garip bir koku vardı. Bu kan kokusu mu barut kokusu mu belli değildi. Her yer cesetti. Bütün gece çalışan Ermeni ordusunun özgürlük savaşçıları kah dinleniyor, kah sigara içiyor ya da votka ile kutlama yapıyordu. Sarkisyan havaalanın bulunduğu yerde komutanları ve askerleriyle beraberdi. Yorgun oldukları belliydi. Yorgunlukları biraz onları asabi yapmıştı. Birer kadeh votka hepsine iyi gelmişti.
Aynure birkaç gün sonra gözlerini hastanede açtı. Güçlü iradesi ve dayanma gücü ile öğretmen ormana doğru hep birlikte kaçarken yanlarında olan Aynure’yi kaybettiğini anlamış ve bütün tehlikeyi göz önüne alarak onu aramıştı. Aynure’nin baygın yarı donmuş vücudunu önce Ağdam’a sonra da Bakü’ye taşımıştı. Gözlerini açtığında başında öğretmeni, doktorları ve hemşireleri gördü Aynure. Küçük beden solmuş, bir deri bir kemik kalmış, gözlerinin kenarları morarmış ve gözler içeri çökmüştü. Önceleri kendinde değildi. Azar azar su verildi, sıcak çorba içirildi, aradan birkaç saat daha geçti. Etrafı incelemeye başladı. Nerede olduğunu düşündü. Öğretmeni gördü tanıdı. Elini yüzüne götürdü, vücudunu kontrol etti. Vücudunda bir tuhaflık vardı. Ayakları ona ağır geliyordu. Sağ bacağını kaldırmak istedi, olmadı. Solu denedi, olmadı. Başını kaldırıp bakmak istedi; ama ayakları dizden aşağı yoktu. Gözleri yuvalarından çıktı. Dehşetle, ‘ Ayaklarım!..’ diye bağırdı. ‘Ayaklarım nerede?.. Ayaklarım yok!’ diye ağlamaya, insanın içini yakan bir sesle bağırmaya başladı. Doktor, öğretmen, hemşireler hepsi şaşırmıştı. Bu kadar tepki vereceğini düşünmemişlerdi. Doktorun, öğretmenin iknası boşunaydı. Aynure evindeki dehşet saatlerini tekrar yaşıyordu. Ablası Zöhre’nin başına gelenler gözlerinin önündeydi. Ağlama, inleme, haykırma yangın yeri gibiydi. Duyanlar, küçük kızın halini görenler göz yaşı dökmeye başladı. Ses öylesine yanıktı ki yürek dayanamıyordu. ‘Onlar anamı aldılar elimden, babamı aldılar elimden, ablamı kirlettiler… Sizler de ayaklarımı aldınız!.. Ayaklarımı geri verin! Onlar benim namusumdu!’ Sesi gittikçe düştü, inler gibiydi, Ayaklarımı bana verin…’
Doktor hemşirenin yüzüne baktı, hemşire doktorun ne istediğini anlamıştı. Hemşire biraz sonra diz kısımları bezlere sarılmış, ayaklarında Aynure’nin kaçarken giydiği yırtık ayakkabılar olduğu halde iki ayağı getirdi. Gözlerini tavanda bir noktaya dikmiş masum yüzlü Aynure hemşirenin getirdiği ayakları görünce, pınarları kurumuş gözlerinden son damlalar yanağına düştü. Sesi inilti halindeydi, ‘Verin ayaklarımı!..’ Ayaklarını aldı göğsüne bastırdı:
‘Onlar benim namusumdur!’ dedi.