Cemiyetimizin bünyesini kemiren ve onu buhrandan buhrana sü­rükleyen hastalıkların en tehlikelisi, milletin kaderinden resmen sorumlu sayılan aydınlarda gördüğümüz ülküsüzlüktür. Bir devletin yıkılması yahut bir milletin dağılıp köle olması için başka hastalığa lüzum yoktur. Ne dış düşmanlar, ne iktisadî gerilik, ne de maddi güçsüzlük bu kadar zararlı olabilir. Tarihimizde zaman zaman görülen buhranlar, daima, memlekete hâkim olan aydın zümresinin millî bir ülküden mahrum bulunuşu yüzündendir. Böylece bazen devletimiz yıkılmış, bazen ülkemiz parçalanmıştır. Son yıllardaki durum ise, bunun en korkunç örneğidir. Kafasında milletinin hayrı için hiç bir düşünce beslemeyen, gönlünde kendisinden başka kimse için sevgi taşımayan ve bütün hareketlerini şahsî menfaatlerine göre ayarlayan bencil aydınlar sürüsü, Türkiye Cumhuriyeti’nin uçurumun kenarına kadar itildiği şu zamanda bile tavrını değiştirmeyip, rahatını bozmamış, günlük yaşayışını aksatmamış, zevk ve eğlencesinden vazgeçmemiştir. En ufak bir maddi fedakârlığa da katlanmamıştır. Hattâ bunların bir kısmı, gelmesi muhtemel komünist rejimde de rahatlarının kaçmaması için, bazı teşebbüslere girişerek tedbirler almıştır. Şahsî menfaatleri dı­şında herhangi bir ülküye sahip olmayanlar için bu normal bir davranıştır.

Günümüzün devlet ve siyaset adamları ile aydınlarına musallat olan ülküsüzlüğün başlıca arazları nemelâzımcılık, menfaatçilik ve korkaklıktır. Cemiyet için birbirinden daha tehlikeli ve zararlı olan bu arazlar, ilk bakışta bazı aydınlara mahsus şahsî kusurlardan ibaretmiş gibi görülür. Bu yüzden de, alışılagelmiş bir küçümseyişle, üzerinde pek durulmaz. Böyle kusurları olduğu için kimse suçlanmaz ve cezalandırılmaz. Gerçekten de, ne nemelazımcılığın, ne korkaklığın, ne de menfaatçiliğin kanunlara göre suç sayıldığı belki görülmemiştir. Ancak hukuk kaideleri bütün suçları tesbit edemediği gibi, kanunlar da her suçun cezasını verememiştir. Suç sadece kanunun yasak ettiklerini yapmakla iş­lenmez. Suç yalnız hukuk nizamının dışına çıkmaktan ibaret de değildir. Ahlâk kanunlarının, vatanseverliğin ve milli vicdanın yapılmasını emrettiği insanî vazifeleri yapmamak da en büyük suçtur. Bu çeşit suçların cezası kanunlarda yazılı değildir ama onun faillerini tarih huzurunda millet vicdanı cezalandıracaktır. Nesiller böylelerini asırlarca lanetle anacaktır. İşte, vatan ve milletin kaderi bahis konusu olduğu zamanlarda kendi köşelerine çekilip hadiselerin neticesini bekleyenler, ilerde nefretle hatırlanacak suçlulardır.

Bunların birinci grubunu nemelâzımcılar teşkil etmektedirler. Sayıları en fazla olan bunlardır. Rahatlarına çok düşkündürler. Cemiyet hayatını alt üst eden ve devletin temelini sarsan hadiselere karşı tamamıyla ilgisizdirler. Onlara dair haberleri okumaz, yorumları dinlemez ve sonucunu merak etmezler. Ayrıca dost ve akrabalarının da ilgilenmelerine mâni olmaya çalışırlar. Söz ve sohbet arasında ciddi memleket meselelerinin konuşulması da bunların asabını bozar. Aşağı yukarı hepsinden şu mahiyette cümleler duyarsı­nız: Benim kendi derdim başımdan aşkın! Dünyayı kurtarmak bana mı kaldı? Ben namusumla çalışıyorum. Evime yorgun argın geldikten sonra da şöyle biraz neşelenip dinlenmek hakkımdır. Devlet yıkılıyorsa ne yapalım yani? Başındakiler dü­şünsün!

Bu sözleri söyleyenler, umumiyetle Türkiye’nin kaymağını yiyen ve buna lâyık olduklarına inanan tüccar, serbest meslek sahibi aydın ve yüksek dereceli memurlardır. Kendi rahatlarını bozmamak şartı ile her türlü siyasi rejime kolayca intibak ederler. «Kendi derdim başımdan aşkın!» derken, ya yaz tatilini Bodrum’da mı yoksa Erdek’te mi ge­çirmenin kararsızlığı içindedir yahut da kullandığı arabayı satıp yenisini alıp almamakta tereddüt geçirmektedir. «Dünyayı kurtarmak bana mı kaldı?» deyişi de tevazudan değil, vurdumduymazlıktandır. Bayram tatillerini lüks otellerde, hafta sonlarını da gece kulüplerinde geçirmek bunların hem en tabii hakları, hem de terk edemeyecekleri alışkanlıkları arasındadır. İskoç viskisi bulamadıkları yahut iyi dinlendirilmemiş rakı içmek zorunda kaldıkları takdirde çok sinirlenirler. Bu vesileyle de memleket meseleleriyle ilgilenmek fırsatını elde ederler. Bunların evlerinde ve dost meclislerinde hep arsa ve araba fiyatları, giyim kuşam ve mobilya modelleri ile vergi bahisleri konuşulur. Pasta ve kokteyl tarifleri yapılır. Gene bu guruba dâhil olup da maddi imkânları el vermeyen orta sınıf aydıncıklar da «mutlu yaşantı­larını» aile toplantılarında ya bezik oynayarak yahut da dedikodu yaparak «sürdürürler.» Kitap ve dergi gibi ciddi şeylerden ise hiç hoşlanmazlar. Halkımızın «dünya yıkılsa umurunda değil» şeklinde vasıflandırdığı ve şairin «Bir elinde cımbız, bir elinde ayna umurunda mı dünya!» diye alay ettiği işte bu nemelâzımcılar sürüsünün mensuplarıdır. Felsefe dilinde ise böylelerine «vejete ediyor» (bitki gibi yaşıyor) denir.

Ülküsüzlerin ikinci grubu menfaatçilerdir. Eski tabirle «eyyamcı» yeni modaya göre de «oportünist» denilen bu zümre, neme lâzımcıların aksine, hadiseleri ve siyasi temayülleri büyük bir dikkatle takip eder. Şahsî menfaat ve ikbal mevkiinden başka hiçbir endişeleri bulunmadığı için, bu zümrenin mensupları, daima, her devir ve rejimde ayakta kalabilmenin çarelerini aramakla meşguldürler. Bir yandan da iktidar veya rejim değişikliği esnasında mey dana gelmesi muhtemel karışıklıkları âdeta pusuda beklerler. Böyle zamanlarda çıkabilecek fırsatları çok iyi kullanır ve değerlendirirler. Onun için devletin tehlikede olması yahut yurdun düşman işgaline uğraması bunları pek fazla üzmez. Yeni şartlara derhal uyarlar. Türkçedeki «gelen ağam giden paşam» tekerlemesi böylelerinin karaktersizliğini anlatmak üzere söylenmiştir. Ancak bu zümreye mensup olanlar hiçbir zaman tam bir huzur içinde yaşayamazlar. Çünkü hem bugünü «idare etmek” hem de yarını kollamak zorundadırlar. Makam düşkünü yüksek bürokratlar, gazete sahip ve yazarları, itibar ve şöhret meraklısı aydınlar umumiyetle bu grup arasında yer alırlar. Kudret ve iktidar sahiplerinin «etrafı» daima böyleleri ile doludur. Aslında her cemiyette, her devirde ve rejimde eksik olmayan «menfaatçiler» sürüsü, bizim gibi hem sosyal hem de siyasi buhranlar geçiren ülkelerde daha çok ve daha tesirlidirler.

Bu sebeple, son yıllarda eyyamcı veya nemelâzımcı olmayan aydın kişilere rastlamak imkânsız hâle gelmiştir. Hele «büyük»ler böyle olunca küçükler de onları taklit etmekte bir mahzur görmemişlerdir. Böylece herkes makam, mevki ve unvandan başka bir şey düşünmez olmuştur.

Üçüncü gruptakiler korkaklardır. Eğer resmî mevki ve makam sahibi iseler, devlete en büyük zararı verecek olan bunlardır. Bu tip insanların varlıkları millet ve memleket için daima ağır bir yük, lüzumsuz bir külfet olmuştur. Bunlar, binde bir nispetindeki kötü ihtimalleri hesap ederek, devletin kaderini ilgilendiren en hayati meselelerde dahi, kanunların tanıdığı haklan kullanamaz, verdiği vazifeleri ifa edemezler. Tıpkı belindeki tabancayı eşkıyaya kar­şı kullanamayan ödlek bekçi gibi… Böyleleri oturdukları makamın yalnız imkân ve nimetlerinden faydalanırlar. Şatafat, gösteriş ve caka bakımından makamın hakkını verip tadını çıkarmaktan geri kalmazlar. Şahsî menfaatleri bahis konusu olduğu zaman bütün tehlikeleri göze aldıkları, hattâ kanunlardaki «boş­lukları» bile istismar ettikleri görü­lür. Fakat devletin varlığını ilgilendiren meselelerde son derece çekingen kararsız ve şekilcidirler. Hukukun ruhuna değil de dış kabuğuna göre hareket etmeğe çalışırlar. Maksat her türlü sorumluluktan sıyrılıvermektir. Polisin hırsızdan yakınması, askerin düşmandan şikâyetçi olması gibi bunlar da devlete kast edenleri cezalandırmak yerine meçhul mercilere şikâyet etmekle yetinirler. Eskilerin «celâdet» dedikleri ve her devlet adamında mutlaka bulunması gereken vasıf bunlarda yoktur. Onun için oturdukları koltuk şeklen dolu fakat fiilen boş sayılır. Bu yüzden emirleri altında çalışan vazifelilere dahi sözlerini tutturamazlar. Tabi bu korkaklık ve acizlik yukarıdan aşağı­ya doğru idarenin her kademesine bulaşmıştır.

Korkaklığın bir başka çeşidi de mücadeleyi bırakmaktır. Bu durum da bahis konusu olan şahsî hesaplardan ziyade kendine güvensizliktir. Davayı sonuna kadar yürütmeyi gö­ze alamayanlar, umumiyetle, münasip bir bahane bularak meydanı terk ederler. Bunlar, «yedek motoru» olmayan uçağa benzerler. Onun için fazla yükseklere çıkmağa cesaret edemezler. Belli bir noktaya geldikten sonra dururlar. Ya arkadaşlarına küserek yahut da rakiplerine kahır ederek mücadeleyi yarıda bırakan böyle insanlar aslında çok dü­rüst ve vatanseverdirler. Mücadeleden vazgeçmelerinin asıl sebebi belki de budur. Annesini ameliyat etme­ye karar vermiş bir hekimin içini kemiren tereddüt kurdu bazen Türk Devleti’nin kaderi üzerinde karar alma mevkiinde bulunan kimselerin vicdanını da kemirebilir. İşte o zaman devletini daha çok seven, «yedek motoru» yok ise, yenilir ve çekilir. Çünkü mücadeleye devam ettiği takdirde devletin başına daha büyük gaileler açılabileceğinden korkar. Bunun sorumluluğunu yüklenemez. Hâlbuki şahsî ihtirasını birinci, devletin istikbalini ise ikinci planda gö­renler, lüzumlu cesareti bulur ve mücadeleyi kazanırlar. Yakın tarihimizde buna benzer pek çok hadise olmuştur. Hepsinde de vatanını daha çok sevdikleri halde daha az cesur olanlar kaybetmişlerdir. Bunun içindir ki hakiki vatanseverlerin çok cesur olmaları şarttır. Yapılması gereken hareketi, icap ettiği an yapabilmelidirler. Beklemek veya gecikmek daima hainlere yaramıştır.

Resmî sorumluluğu olmayan aydınların korkaklığı da cemiyet için en az diğerlerininki kadar zararlı­dır. Vatan hainlerinin kendi maksatlarını gerçekleştirmek uğrunda ölümü göze aldıkları bir sırada, namuslu aydınların korkudan sinmeleri aklın alabileceği bir hadise değildir. Ama bu Türkiye’de görülmüştür. 12 Marttan önce, binlerce aydın, anarşiye karşı ve komünizme düşman oldukları halde, korktukları için seslerini çıkaramamışlardır. Kapalı kapılar arkasında ve gayet yavaş bir sesle anarşistlere lanetler okumuş­lar fakat bu düşüncelerini ne sokakta, ne toplantılarda, ne de basında açıklayabilmişlerdir. Hattâ bunların bir kısmı komünistlerin önünde onları destekliyormuş gibi davranmak yolunu bile tutmuştur. Bazıları da, istemeye istemeye komünistlere yardım etmiştir. Sayıca komünistlerden çok fazla olan bu korkaklar, onlar gibi bir dâvaya inanmadıkları ve bir fikir etrafında toplanmadıkları için koyun sürüsü misali üç beş köpeğin saldırısı neticesinde dağılıvermişlerdir. Hâlbuki kafalarında ciddi bir fikir ve gönüllerinde millî bir ülkü olsaydı, en az o hainler kadar cesur olurlardı. Bu yüzden, nice şöhret ve unvan sahibi kişiler, nice ilim, fikir ve sanat adamları, nice siyasetçiler kızıl kasırganın önünde kuru bir yaprak gibi sürüklenmişlerdir. Hainler hepsini saha ve minder dışına atmış­lardır. Böylece devlet büsbütün desteksiz ve millet tamamen sahipsiz kalmıştır. Yüz ekşitmek veya kaş çatmak suretiyle dahi komünistler kar­şısında tavır takınmayan bu korkaklar, şahit ve bilirkişi sıfatı ile mahkemeye çağırıldıkları zaman, adalet huzurunda dahi hakikati ve doğruyu söyleyememişlerdir. Hâlbuki «Korkunun ecele faydası yoktur.»

Görülüyor ki aydınlarını milli ülküden mahrum yetiştiren bir millet, tehlikeli ve karanlık günlerinde sahipsiz kalmaktadır. Oysa:

Sahipsiz olan memleketin batması haktır,

Biz sahip olursak bu vatan batmayacaktır.

                                                                                              Töre Dergisi, Ekim 1972, Sayı 17

Bir yanıt yazın