Sultan Murat Han erleri, dalga dalga bölükler halinde yola düzülmüştü; küffâr üstüne doğru kaçan doğru akan bir dolu nehir gibiydi. Sessiz, sakin fakat gücü içten içe alevlenen bir korlu ateşti her bir er. Kurulu bir zembereğin, sımsıkı ve hazır, fırlama ve boşalma ânının gösterişsiz bekleşi içinde yürüyordu.

Düşman henüz uzaktaydı. Uzaklar, bir sıkı yürüyüşün sonunda en yakın olabilirdi. Ama, şimdilik orduyu, böyle bir sıkı yürüyüşe zorlamanın gereği yoktu. Düşman daha yaklaşmalı, asıl yurdundan daha uzaklaşmalı, Türk kentlerinde, kolay kazanılmış bir zaferin sarhoşluğu ile uyuşmalıydı.

Ve birden Türk çerilerini görüp o sarhoşluktan birden, en acı ve dayanılmaz ve unutulmaz bir uyanışla uyanmalıydı.

Ordunun başında, iri bir çınar heybetiyle ve sükûnetiyle giden at üstündeki Sultan Murat Han böyle düşünüyordu. Sarhoş düşman, birden uyanmalı ve o uyanışı artık unutmamalıydı.

Sultan Murat Han, böyle düşünüyordu düşünmesine ya, her iri çınarın içinde esen ve yapraklarını kıpır kıpır kıpırdatan bir ince huzursuz yel, Murat Han’ın da yüreğinin başında esiyordu. Bir sonsuz yoldu çıktıkları yol; sonunda Tanrı’ya da ulaşılırdı… yurda –anayurda- bir ulu zaferle de dönülürdü… ya da? Sultan Murat Han’ın yüreğinin başında esen huzursuz ince yel bu idi. Ya da? Sonunu düşünmek istemiyordu: ‘’Ya da küffaara  yenilip gülünç olunur…’’ diyemiyordu; düşünemiyordu. Gerçi Tanrı, dini  mübîn ve adalet için savaşanları yarı yolda bırakmazdı; Tanrı, bir ulu yurdun sonsuz hürriyeti ve esenliği için döğüşenleri yarı yolda bırakmazdı gerçi… Fakat?..

Belki Sultan Murat Han’ın bir günahı vardı; kendisinin de bilmediği, bilmeyerek, farkına varmayarak işlediği bir günahı vardı, bilmediği günahlarından korkuyordu.

Ordu son konaklama yerine varıncaya kadar hiç konuşmayan Gazi Hakan, hep bu bilmediği günahlarını düşündü.

Son konak yerinde, otağına çekilmiş ve otağının yalnızlığında Tanrı ile baş başa, gönül gönüle kalmışken, bir nur yüzlü dervişin, yavaşça ve sessizce, çadırın kapısından kimseye görünmeden içeri süzüldüğünü fark etti. Ve daha derviş selam vermeden, kim olduğunu söylemeden, Sultan Murat Han: ‘’Acaba bize zafer müyesser mi?’’ diye sordu.

Sinek uçsa soluğu duyulacak bir sessizlikte derviş gülümsedi. Gökyüzü genişliğini kapsayan gözlerinde ince parıltılar vardı: ‘’Kendini yokladın mı oğul’’ diye konuştu. ‘’Senin ve erlerinin kursağında bir lokma haram var mı? Hak yiyor musun ve mazlumlara kötü davranıyor musun? Halk içre ikilik yaratıyor musun?’’

Sultan Murat Han’ın içi rahatlamıştı. Düşünmeden: ‘’Hayır!..’’ dedi.

Otağın sessizliği genişlemiş, genişlemiş, genişlemişti. Bu genişleme içinde dervişin gülümsemesi büyüyordu sadece: ‘’Öyleyse korkma’’ dedi; ‘’Ey gazi Murat Han korkma zafer senindir!..’’

Bir yanıt yazın