Türkiye bir fikir perişanlığı içine atılmış durumdadır. Milletçe kalkınma davamızın ön planda yer aldığı şu yıllarda bazı zümrelerin içtimaî ve iktisadî problemlerimizi çözmek üzere ileri sürdükleri, cemiyet realitelerimize aykırı ve ilmî temelden mahdum teklifler, her gün biraz daha artan bu perişanlığı kaynak olmaktadır. Türkiye’de millî eğitim ve öğretimin aksaması, tarihin hor görülmesi, yaşayan Türkçemizin kararsız bir yolda olması, güzel sanatlarda Türk zevkine aykırı bir takım garibelerin meydana çıkması, roman, hikâye, tiyatro eserleri sahasında millî vicdanı yaralayan karalamaların edebiyat piyasasına sürülmesi, aile mahremiyetinin sokağa dökülmesi vb. Şekillerinde belirmeğe başlayan, Türk milletinin yanlış, tehlikeli yönlere çevrilme istidadının hep bu Türk ruhuna aykırı yabancı fikir cereyanlarının eseri olduğu muhakkaktır. Bunların, tam bir birlik halinde, milliyetçilik fikir sistemine hücumları ve milliyetçiliğin malzemesini teşkil eden millî kültür unsurlarını tahribe çalışmaları pek dikkate değer bir hadisedir ki, içinde çırpınmakta olduğumuz hüzün verici keşmekeşin asıl sebebi de budur.
Sadece gelenekçi ve spekülatif bir görüş olduğunu söyleyerek milliyetçilik fikrinin eskidiğini, müspet ilimlerde ilerlemek için milliyetçiliğe ihtiyaç bulunmadığını, hatta bu bakımdan milliyetçiliğin zarar verebileceğini iddia edenler vardır. Biz, en kısa ifadesiyle, insan için, kendi milletini sevmekten ibaret tabiî psikolojik bir temayül olan ve millet realitesi mevcut oldukça yaşayacağı muhakkak bulunan milliyetçiliğin, milletin ıstıraplarını dindirmeğe muktedir şartlara sahip bulunduğu, ilimde ve teknikte hamleler yapabilmenin dahi milliyetçilikle mümkün olduğu, zira bütün medeni ve teknikçe üstün milletlerin aslında milliyetçi topluluklar teşkil ettiği kanaatindeyiz. Türkiye’ye de sızmaya çalışan bazı fikir cereyanları cemiyet deyince şuursuz kütleler kastetmekte, haktan bahsederken “yığın” tabirini kullanmakta, cemiyeti menfaat ortaklığının meydana getirdiği insanlar grubu saymakta ve topluluğun yaşaması için iktisadî münasebetlere başta yer vermektedirler. Biz ise, “cemiyet” deyiminden, karşılıklı hak ve vazifelerini bilen, hareket serbestliğine sahip, birbirine dil, tarih rabıtalarıyla bağlı, aralarında sevgi ve saygının hakîm bulunduğu hür fertlerden kurulu kütleyi anlıyoruz ve cemiyetin, şuur birliği ve ruhi bağlılığın, elemde, sevinçte, işte ve ülküde iştirakin yarattığı bir bütün olduğunu, iktisadî münasebetlerin tanzimi ve cemiyet yararına işleyebilmesini sağlamak bahsinde yine de milliyetçilik fikrinin zaruretini kabul ediyoruz.
İşte karşı karşıya yer alan bu iki düşünce sisteminden ilkine materyalizm (maddecilik), ikincisine de milliyetçilik denilmektedir. Şimdi bunlardan hangisinin çağdaş, insani, demokratik ve tatbikî kabiliyeti haiz, hangisinin eski, anti-demokratik ve spekülatif olduğunu araştıralım:
Gerçek milliyetçilerin, gerek materyalistlerin üzerinde çalıştıkları mevzu cemiyet olduğundan, önce sosyoloji ilminin bu husustaki görüşlerini ele almak icap edecektir. Sosyoloji bilginleri arasında cemiyet-uzviyet münasebeti başlıca mevzulardan biridir. Çünkü cemiyetin fonksiyon ve çalışma tarzı bakımından insana benzetilmesi tabiî sayılmıştır. İnsan nasıl fizikî teşekkülât itibarıyla bir bütün ve vücut organlarının birbirini destekleyici ve tamamlayıcı faaliyetleriyle bir ahenk teşkil etmekte ise, cemiyet de fertlerden meydana gelen dış yapısı, his, akıl, muhakeme, hafıza mahsulü olan ve “kültür” sözü ile ifâde edilen manevî faaliyetleriyle ahenkli bir bütündür. İnsanın el, ayak, dimağ, vb. Gibi uzuvlarına karşılık cemiyetin de dil, tarih, edebiyat, sanat, fikir, felsefe adlı organları vardır. Nasıl bir insan, uzuvlarının umumî hey’etiyle diğer insanlardan farklı ise, bir cemiyette kendine mahsus olan dil, sanat, vb. Den kurulu içtimaî unsurlarıyla diğer cemiyetlerden ayrılır ve her cemiyette bu sosyal unsurların toplamı “millî kültür” dediğimiz manevi faaliyetler birliğini meydana getirir. Bir vücudun büyüyüp serpilmesi için beslenme ve bakım gerekir. Bunun gibi, cemiyetin ilerleyip yükselmesi de millî kültür unsurlarının, anlaşma ve uzlaşma halinde ve birbirini ikmâl eder şekilde geliştirilmesine bağlıdır. Böylece, sosyologlardan bir kısmı uzviyetle cemiyet arasında tam aynilik olduğunu kabul etmişler, bazıları benzerlik bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Her iki fikri de doğru bulmayan sosyologlar varsa da, daha ziyade materyalizm taraftarı olan sonuncular da her cemiyetin başlı başına, müstakil birer varlık olduğu hususunda bütün diğer sosyoloji bilginleri ile birleşmişlerdir. Bu nokta mühimdir, çünkü bu suretle bir cemiyetin, maddi gücü, manevi yapısı ve kültür unsurları arasında birbiriyle bağlantılı içtimaî faaliyetler bulunan bir bütün olduğu tespit edilmiştir. Bu ilmî gerçek felsefi yönden cemiyet anlayışını açıklamak bakımından bize fayda sağlayacaktır.
Felsefede cemiyet mevzuu ile ilgili iki ana görüş mevcuttur. Mekanizm ve vitalizm. Mazileri pek eski olan her iki görüş, hayatın mahiyeti problemi ile alakalıdır ve sırf hayatiyet meselesi acısından bugün artık fazla bir değer taşımakta iseler de, fert ve cemiyetteki fonksiyonunun mânası cihetinden büyük kıymeti haiz bulunmaktadırlar. Bilhassa geçen yüzyıl ortalarından itibaren kuvvet kazanarak zamanımızda yeryüzündeki bilumum sol fikirlere kaynak olan materyalizmin, yani her şeyin esasını madde ile izah felsefesini hararetle desteklediği mekanizm, uzviyeti bir makineden farksız telâkki etmiştir. Ona göre, parçaları usta bir elle monte edilen bir makine nasıl çalışır, verimli hâle gelirse, insan da öyledir; vücut faaliyetlerinde bu mekanik keyfiyet dışında bir faktör aramağa lüzum yoktur.
Mekanizm, böylece, insanı duygu, muhakeme, zekâ vb. Gibi mânevî melekelerden tecrit ederek bir robot yapı saymakta olduğundan, bu fikir taraftarlarının millî kültürü inkâr etmelerini tabiî karşılamak gerekir. Fakat milliyetçiliğin benimsediği vitalizm telâkkisine göre insan, maddî uzuvları yanında, akıl, zekâ, hoş gibi hasselerde beliren ayrı bir varlığa sahiptir ve bu ruhî arlıktır ki, fizikî bedeni insanlık vasıflarıyla donatır. İnsan, aynı zamanda, cemiyet içinde yaşamak, dolayısıyla topluluğun zarurî kıldığı kanun ve nizamlara uymak mecburiyeti sebebiyle bir sosyal varlıktır. Yalnız bir makine düşünülebilirse de tek başına bir insan tasavvur edilemez. Vitalizm, insanı sadece et, kan ve kemikten ibaret sayan mekanizmin hatasını ortaya koyarak, insanı ruhî-içtimaî bir varlık kabul etmekle gerçeğe ulaşmış durumdadır.
Materyalistlerin müdafaa ettikleri mekanizm düşüncesinin yanlışlığı cağımız ünlü yazarlarından A. Carrel tarafından da açıklanmıştır. Bu tanınmış bilgine göre, insan vücudu ile parçaları sonradan monte edilen makine arasında bir münasebet aramak doğru değildir. Makine önceden parçalar halinde mevcut olduğu halde, vücut başlangıçta tek bir hücreden ibarettir. Uzuvlar bu hücrenin ikiye, sonra onların da ikişere ilâ… Bölünmek suretiyle kendiliğinden çoğalıp, gayeye uygun şekilde toplanmasından doğar ve hücreler bünyevî bütünlük içinde fonksiyonunu icra hassesine evvelden sahiptir. Canlı uzuvdaki bu yaratıcılık vasfı meşhur filozof H. Bergson tarafından da teyit edilmiştir. O halde, uzviyetteki hücrelere tekabül eden fertlerden kurulu cemiyetlerin sağlam ve sıhhatli olabilmeleri için fertlerce gösterilecek faaliyetlerin -tıpkı vücuttaki hücrelerin organik vazifeleri gibi- cemiyet çerçevesinde, âhenkli ve birbirini tamamlar şekilde cereyan etmesi zaruridir. Keza hücreleri canlı tutmak ve uzuvları geliştirmek maksadıyla nasıl korunma ve beslenme çareleri arıyorsa, cemiyetin muhafazası ve yükselmesini sağlamak bakımından da testlerin bilgi ve görgülerini arttırmak, akıl ve zekâlarını işletmek gerekir ki, bu çalışmalar, kültür faaliyetinden başka bir şey değildir. Her cemiyet, dil, tarih, fikir, felsefe, edebiyat, sanat itibariyle müstakil bir birlik teşkil ettiğine göre, fertlerin yetiştirilmesi mevzuundaki bu faaliyet sahasının millî kültür olacağı kendiliğinden anlaşılır. İşte cemiyeti makineler mecmuu farz ederek mânevî kudretlerini inkâr ettiği fertlerin en tabiî temayüllerini kırmak için, türlü propaganda ve edebiyat oyunlarıyla millî kültür kapılarını örtmeğe gayret eden materyalistlerin bu mantık ve ilim dışı tutumuna karşı, cemiyeti maddeten olduğu kadar, manen ve fikren kalkındırmak mevzuunda milliyetçilik yolunun en normal ve en ilmî istikamet olduğu böylece belirmektedir.
Sosyoloji mütehassısları tarafından incelenen milliyetçilik görüşünün ‘’ferdiyetçi’’ değil, felsefi vitalizm telâkkisine paralel şekilde, ‘’şahsiyetçi’’ olduğu tespit edilmiştir. Geçekten, ferdi cemiyetten üstün tutan ve devleti de ferdî çıkarların bekçisi, cemiyeti menfaat esasında sun’î bir gruplaşma sayan ve bunun için bütün hak ve salâhiyetleri fert denilen parçalara vermek suretiyle cemiyeti yine bir makine gibi mütalâa eden ferdiyetçiliğin milliyetçilikle bağdaşması imkânsızdır. Aslında realiteden uzaklığı dolayısıyla ciddî ilim dünyasında itibarını kaybetmiş olan ferdiyetçiliğin, bu aşikâr sakatlığa rağmen, materyalizm taraftarlarınca hâlâ da ileri sürülmesi bir sebebe dayanmak icap eder. Materyalistler ferdiyetçiliği müdafaa ederler ve bunu, hürriyet parolasına dayanarak, fertlerin tam hareket serbestliğine sahip olmasını sağlamak gibi câzip ve kolay inanılır açıdan ele alırlar. İddialarına göre, bir memlekette hürriyetleri kısıcı mevzuat bulunmamalı, herkes düşüncesinde ve yaptıklarında tamamıyla hür olmalıdır. Bu gibi söz ve yazıların safdilleri avlamak için yem olarak kullanıldığı üzerine dikkati çekmek lüzumuna kaniyiz. Çünkü maksat, insan haklarını korumak değil, fakat gerekli kanun hükümleriyle sınırlı cemiyet nizamını sarsarak gittikçe cemiyet yapısını çökertmektir. İnsanlar için tabiî bir kuruluş olan cemiyetlerin normal ve demokratik nizamına uymağı prensip edinmesi dolayısıyla ferdiyetçiliğin anarşist tutumuna karşı duracak olan milliyetçilik düşüncesi, ferdi insanî vasıflarla bir arada gören çağdaş şahsiyetçilik taraftarıdır. Şahsiyetçilik kabul değil, öz; sayı değil, keyfiyet ifade eder. Ferdiyetçilikte cemiyetten, birbirinden ayrı kum tanelerinin meydana getirdiği neviden ‘’yığın’’lar kastedildiği halde, şahsiyetçilikte, mânevî muhteva ve kültür yolu ile birbirine kenetlenmiş insan toplulukları anlaşılır. Esasen her cemiyet, müsrakil bir bütün, bir millî kültür birliği teşkil etmesi sebebiyle bir şahsiyet olduğuna göre, şahsiyetli kimselerden kurulu bir topluluğun meydana gelmesi fertlerin millî kültürden feyz almalarına bağlıdır ki, bu beslenme ne kadar kuvvetli, iyi, derin ise, cemiyette o derece sıhhatli, kudretli ve sarsılmaz olur. Milliyetçiliğin büyük ehemmiyetle sarıldığı millî kültürü işleme ve yayma faaliyetine materyalistlerin niçin karşı koydukları ve millî kültürle ilgili tarih, dil, sanat, ahlâk, din vesaireye niçin hücum ettikleri herhalde şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Zira onlar, fertleri şahsiyetin aşıladığı yıkılmaz güçten uzak tutarak birer robot hâline getirmek suretiyle cemiyeti çöktürmek için önce fertleri şahsiyetsizleştirmek gerektiğini, bu sebeple de fertlere şahsiyet veren millî kültür unsurlarını zayıflatmak icap ettiğini bilmektedirler. Bu durum, topluluğun tarihî karakterine uygun maneviyatından doğan ve şahsiyeti ile beslenen milli kültürün müdafaası bakımından milliyetçi gençlere ne kadar ağır mes’uliyet düştüğünü gösterir.
Milliyetçilikte fertler arasında ayrımlar yapılmaz, imtiyazlara müsaade edilmez, hiçbir kimse cemiyet nimetlerinden mahrum bırakılmaz; aksine herkesin cemiyet yararına faaliyet sevkine, karşılıklı faydalanmayı sağlayan nizamı korumağa ve devam ettirmeğe çalışır. Halkçılık mevzuunda bu derece insanî bir yolda ilerleyen milliyetçilere karşı, kendilerine başka bir yön seçmiş olan materyalistler, belirli bir sınıfın kütleler üzerinde hâkimiyetini temine, zararlı ilân ettikleri bazı zümrelerin de ortadan kaldırılmasını cehdederler; geri kalanlardan da yekpare bir eğitim sistemi içinde ümiform ‘’yığınlar’’ yaratmak isterler. Böylece, vitalizm yerine mekanizmi, şahsiyetçiliğe karşı ferdiyetçiliği tutarak ve millî kültüre darbeler indirerek, hür insanlardan her emre kayıtsızlık, şartsız boyun eğen sürüler meydana getirmek gayesini güden bu iptidaî düşünce karşısında bütün tazelik ve canlılığı ile milliyetçiğin yer alacağı şüphesizdir.
Milliyetçiliğin mücadele zorunda bulunduğu diğer bir husus materyalistlerin demokrasi anlayışıdır. Demokrasinin gerçekleşmesini bu idare tarzının ekonomik ve sosyal öz kazanması, devlet hayatında halk kütlelerinin söz ve karar sahibi olması şartlarına bağlayan materyalistler, burada da, tıpkı ferdiyetçilikteki hürriyet müdafaacılığı gibi, hâlisâne dileklerle ortaya çıkmışlardır. Fakat durum sanıldığından çok farklı olduğu için görünüşe aldanmamak lâzımdır. Önce, halkın sınıflara ayrılması ve zümrelerin hukuk bakımından kademeli olarak değerlendirilmesi, hakiki demokrasiye uymamaktadır. Bundan başka, onlarca tavsiye edilen yön, tatbikatta, pek mahdut sayıdaki bir grubun memleket dizginlerini ele geçirdiği korkunç bir diktatörlük şeklinde ortaya çıkmaktadır. Materyalist demokrasi taraftarlarının, iktidara geldikten sonra, siyasî partileri bir kalemde silmeleri ve Millet Meclisinden söz etmemeleri onların maksatlarını açığa vuran en keskin ışık durumundadır. Ortaçağ despotizmine rahmet okutacak bu biçim demokrasi, şahsiyetten korkan, karşısında itaatkâr yığınlar görmek isteyen iptidaî, geri bir zihniyetin en tabiî sonucudur. Milliyetçilik, insanlık namına, bu gerilik ve iptidailikle savaşmağa mecburdur.
Materyalistlerin iktisat telâkkileri de demokrasi anlayışlarıyla tam birlik gösterir. Belirli bir sınıfı insanlığın gelişmesinde yegâne faktör kabul eden ve ekonomik münasebetleri bu sınıf yararına ayarlamayı prensip sayan materyalistlerin iktisat sistemi, bir kısım halk zümrelerinin hak ve menfaatlerini çiğnemekte olduktan başka, istihsâl, istihlâk ve ürünlerin dağıtımın, sözde belirli sınıf adına, idareye el koymuş bulunan sayıca pek mahdut grubun keyfine terk etmekte ve neticede kütlelerin doğrudan doğruya midesi ile ilgili bu nazik mevzuda bir devlet tekeli ortaya çıkmaktadır. İstihlâk ve halkın geçimi ile alâkalı bağ, bahçe, tarla, otlak, fabrika, atölye vb. gibi ne varsa, şahısların elinden alınmış, her türlü mülkiyet hakkından yoksun bırakılan fertler boğaz tokluğuna çalışmaya mecbur tutulmuştur. Materyalistlerce ideal devlet şekli de bu olduğundan artık seçimlere, teşriî kuvvetlere de ihtiyaç kalmamıştır. Devlet de hükûmet de bu biçim demokrasinin kahramanları geçinen birkaç kişiden ibarettir. Burada artık, insanlık tarihinin binlerce yıllık tecrübesinden süzülerek ağımızda en yüksek seviyesine ulaşan temel haklarla bu hakları gerçekleştiren anayasa ve kanunlar yok, fakat insanın hükmetme içgüdüsünün azgınlaştırdığı ihtiras vardır ve materyalizm felsefesinin nazariyatı ile ihtiras iktidar koltuğunda yan yana mevki almıştır. Artık ne nazariyat yaygaralarını susturmak, ne ihtirası söndürmek mümkün değildir. Dinmeyen yaygara ve sükûn bulmayan içgüdü yeryüzünde malları, mülkleri ellerinden alınan, sürülen, öldürülen milyonlarca insanın gözyaşlarıyla, ilgilenmez, çünkü bilindiği gibi materyalistlerce merhamet, şefkat, saygı, din, ahlâk burjuva uydurması, saçma ve utanç verici zaaf alâmetleri sayılır!
Her şeyden evvel cemiyeti bölünmez bir bütün kabul eden milliyetçilik için ise iktisat, gaye değil, fakat sadece, insanları refaha ulaştırmağa yarayan bir vasıtadır. Bu sebeple milliyetçilikte iktisat içtimaî adalet esasında düzenlenir ve fertlerin kendi kabiliyetleri ölçüsünde ve kanunlar dairesinde elde ettikleri kazanç, alın teri olarak hürmet görür. Çağdaş topluluklar birer millî cemiyet halinde geliştiklerinden milliyetçi iktisat görüşü millî ekonomi fikrine istinat eder. Buna göre, ekonominin, özel sektöre de faaliyet sahası tanımak şartıyla, memleketin yüksek menfaatleri uyarınca plânlanması icap eder ki, bu tarz bir iktisat anlayışının materyalistlerin tekelci görüşlerine nispetle ne kadar insanî, ne kadar modern ve hukukî olduğu meydandadır.
Materyalistlerin milliyetçiliği gelenekçilik ile suçlamaları ise, bu iki mefhumu birbirinden ayıramadıklarını gösterir. Millî ananelere saygı beslemek milliyetçilik için tabiî bir davranış olmakla beraber, gelenekçilik ile yukarıdan beri izaha çalıştığımız milliyetçiliğin hamleci dinamizmi arasında bir münasebet mevcut değildir. Her kültür unsuru gibi geleneklerin de ilerleme ve yükselme vetiresine tâbi olduğunu ilmin icabı sayan milliyetçilik, şüphesiz her engelleyici tutumun karşısında yer alır. Esasen geleneğe çok bağlı çevrelerde milliyetçilik düşüncesinin ya hiç olmadığı veya sönük olduğu sosyolojinin hükümlerinden biridir.
Milliyetçilik ile materyalizm arasında daha birçok karşılaştırmalar yapmak mümkündür. Fakat biz, ileride bahis konusu edeceğimiz ‘’millet’’ anlayışımız çerçevesinde, şu sonuçları tespitle iktifa ediyoruz.
- Materyalistlerce ileri sürülen görüşlerin hepsi, ilmî ve felsefi bakımlardan, eskimiş, geride kalmış, itibardan düşmüş fikirlerdir. 20. yüzyılın ortasında hiçbir millet, kendi arzusu ile bu fikirlere takip edemez.
- Milliyetçilik her cephesiyle çağdaş ileri, insanlara selâmet istikametini gösterecek fikir unsurlarını sinesinde toplayan, cemiyetin kuruluş oluş ve yükselişinde rol oynayan tatbikî bir düşünce sistemidir. Kurtuluş yolları arayan milletler milliyetçilik izinde yürümeye mecburdurlar.
KAYNAKÇA
PROF. DR. İbrahim KAFESOĞLU, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, 6. Basım, Sayfa 32