Konuşmada olsun, yazıda olsun kullandığımız kelimelerin, bilhassa terim mâhiyetindeki sözlerin iyi mânâlandırılması anlaşmayı kolaylaştırır, düşüncede gelişme sağlar. Filozoflar, fikir adamları mefhumları açık ifade etmek zarûretini dâima belirtmişlerdir. Bugünkü Türkçemizde sık kullanılan, fakat ne kastedildiği kesin olarak bilinmediği için içtimaî ve eğitim meselelerimizde karışıklıklara sebep olan kelime-terimlerin başında ‘kültür’ sözü gelmektedir.

Kültür latince bir sözdür ve toprağı verimlendirmek için çalışma demektir. Daha sonra Avrupa dillerindeki ‘yüksek umumi bilgi’ mânâsı ile dilimize de girmiştir. Nitekim bizde de ilim, edebiyat, sanat bahislerinde fikirler ileri sürenlere ‘kültürlü insan’ demek âdet olmuştur. Fakat kültürün hakîkî mânâsı bu değildir.

Kültür kelimesi biraz daha husisileştirerek şu tâbirlerde kullanılmaktadır. İptidâî kültür-ileri kültür, teknik kültür-beşeri kültür, yerleşik kültür-aşirete ait kültür, tabiat kavimleri-kültür kavimleri…Kültürün bir nevî sınıflandırılması olan bu ifadelerde de kültür tam hüviyetinin bulmuş sayılmaz. Çünkü medeniyet mefhumu ile karıştırılmıştır. Batı literatüründe bazen medeniyet (civilisation, Kultur) tâbiri, kültürün yerine almakta ise de, ilmî açıdan kültür ile medeniyet arasında büyük fark vardır.

Kültürün sosyoloji ve psikoloji yönünden başlıca tarifleri şunlardır:

Kültür, bir topluluğun yaşama tarzıdır. (C.Wissler)

Kültür, atalardan devralınan maddî-mânevî değerlerin yekûnudur. E.Sapir)

Kültür, insanın, tarihi boyunca, tabiatı ve kendisini idare usulünü öğrenmek süretiyle, bizzat meydana getirdiği eseridir. (A.Young)

Kültür, örf ve âdetlerden, davranış tarzlarından, teşkilât ve tesislerden kurulu âhenkli bir bütündür. (R.Thurnwald).

Kültür, umumî olarak inançları, değer hükümlerini, örf ve âdetleri, zevkleri, peşin hükümleri, hülâsa insan tarafından yapılmış ve yaratılmış her şeyi ihtiva eder.(Albert K.Kohen)

Bu ilim adamlarının târiflerindeki dikkati çeken nokta, görüldüğü gibi kültürün daha ziyade her cemiyete mahsus bir yaşayış ve davranış tarzı olması ve tarihîlik vasfını taşımasıdır. Kültürün bu karakteri Ziya Gökalp’in tarifinde daha da açıktır :’’Kültür (Hars), bir milletin dinî, ahlakî, hukukî, muakalevî, bediî, lisanî, iktisadî ve fennî hayatlarının âhenkli mecmuasıdır.’’ Medeniyet ise milletlerarası ortak değerler seviyesine yükselen anlayış ile yaşama vasıtalarıdır ki, Batı medeniyetinde müsbet ilim ve onun tatbikatından doğan teknikten ibarettir. Kısaca, belirli bir topluluğa ait içtimaî ve teknik müesseseler medeniyeti, meydana getirir. Medeniyette kültürdeki ‘hususilik’ olmadığı gibi, tarihîlik de mevcut değildir. Buna göre, bir medeniyete bağlı herhangi bir milletin ayrıca bir kültüre sahip olması icap eder. Batılı milletler, aynı medeniyete mensup oldukları için, zihnî faaliyet sahasında aynı anlayış içinde bulunmakta, tekniği yaratma ve ondan faydalanmada birbirlerine yakın yollar takip etmektedirler, fakat her birinin farklı kültürü vardır: başka başka diller konuşurlar, örf ve âdetleri, ahlâk telâkkileri, güzel sanatları ve edebiyatları birbirinden farklıdır. Hepsi de Hristiyan imanı ile yoğrulmuş olmalarına rağmen, din karşısındaki tutumları bir ve aynı değildir. İşte bu çeşitli telâkki, temayül, davranış ve bakış tarzları her milletin millî kültür unsurlarını teşkil eder. Dilsiz, örf ve her milletin millî kültür unsurlarını teşkil eder. Dilsiz, örf ve âdetsiz, ahlâksız, inançsız cemiyet tasavvur edilemeyeceğine, yani topluluklar mutlaka birer kültüre sahip olacaklarına göre, her kültür bir milleti temsil ediyor demektir. Dil, örf, ve âdetler inançlar geçmiş yüzyıllardan akıp gelen içtimaî değerlerdir. O hâlde, kültür kadim (eski) olmak vasfını haizdir. Bu, kültürün tarihîliğinin gerektirdiği bir karakterdir. Cemiyetler kadar eski olan kültür unsurları nesilden nesile intikal eder. Gözlerini dünyaya açan her çocuk kendi dilini, ahlâk kaidelerini, inancını ve örf-âdetlerini çevresinde hazır bulur, onları alır ve sonraları yeni doğanlara aktarır. Kültürün diğer karakteri olan devamlılık böylece ortaya çıkar. Millî kültür unsurlarının, vatan toprağı gibi, ata yadigârı olarak teslim alınması ve gelecek nesillere devredilmesi içtimaî kanunlar icabıdır.

Kültürün eskilik ve devamlılık vasıfları meydanda iken, belirli bir zaman kesiminde yeni bir kültür yaratmaktan bahsedilebilir mi? Bazen bu gibi iddialarla karşılaşıldığı için bu noktanın açıklanmasında fayda vardır. Kültür yaratma sözü ve gayreti ilmî gerçeklere uygun düşmez. Kanlı Fransız ihtilâli mevzuunda Tocqueville ve H.Taine gibi tanınmış araştırmacıların gösterdikleri üzere, hiçbir ihtilâl hareketi mevcut kültür değerlerini yok etmek kudretine sahip olamaz. Nasıl bir toplulukta doğumlara birdenbire nihayet verip veya o cemiyet fertlerini son kişisine kadar imha edip, bir müddet sonra yeni bir nesil peydahlamak mümkün değilse, birbirini kesintisizce takip eden nesillerin müşterek hazineleri olan kültürü durdurarak, yerine başka bir kültür koymak da mümkün değildir.

Kültür yaratılmaz fakat geliştirilir. Eskilik ve tarihîliğine bakarak kültürün donmuş, taşlaşmış kaideler birliği olduğu sanılmamalıdır. Aksine, değişmek, mütemadiyen inkişaf etmek onun diğer bir vasfıdır. Gelişme, yenilenme kültürdeki devamlılığı sağlayan hemen biricik faktördür. Bu şanstan mahrum kalmış kültürler tarihin karanlıklarına gömülmüştür. Cemiyetlerin dışarıya akseden belirtilerinden ibaret olan kültürlerin, zamanın seyri içinde cemiyet ile birlikte değişikliklere uğraması tabiîdir. İnsan zihni ve psikolojisi her gün biraz daha artan görgü ve tecrübelerinin neticesi olarak ve topluluklar da karşılıklı münasebetlerde aldıkları tesirler dolayısıyla geliştikçe bizzat o fert ve cemiyetler tarafından ortaya konan kültür de şüphesiz onları takip edecektir. Meselâ dil, söylediğimiz gibi, kültürün başlıca unsurlarından biridir. Diller, her milletin dili, değişmektedir. Akıl ve zekânın devamlı hamlelerle edindiği yeni kıymetler, kelimeler hâlinde dile girer. Fikrî ve felsefî hareketlerin, keşiflerin, icatların hepsi ifade kalıplarına bürünerek konuşma ve yazmada yerlerini alır. Bu esnada eskimiş, topluluğa artık fayda sağlamaktan uzak sözler, mefhumlar unutulur. Yine mühim bir kültür unsuru olan inançlar da zamanla değişir. Batıda hristiyanlığın, doğuda islâmiyetin ortaya çıkışlarından bu yana uğradıkları değişiklikler mâlumdur. Ahlâk da böyledir. Vaktiyle pek gözde olan bir ahlâk telâkkisi bugün itibardan düşmüş olabilir. Bir zamanlar nefretle karşılanırken çağımızda hoş görülen davranışlar eksik değildir. Sanat ve edebiyatta binlerce yıl öncesinden değil birkaç nesilden beri ne kadar gelişmeler vukû bulduğunu tekrara hacet yoktur.

Ancak hemen belirtelim ki, bütün bu değişmeler, başkalaşmalar kültürlerin derinliklerine inemez, hiçbir dış tesir bir kültürün temellerini sarsamaz, zedeleyemez. Eğer yeni tutumlar ve mefhumlar eskiyi tamamiyle temizleyip yerini alsaydı, ‘kadim ve devamlı’ bir içtimaî gerçek olarak kültürden bahsetmek hiçbir zaman mümkün olmazdı. Dinler çeşitli bölgeler ve topluluklara göre şekil ve hattâ bazen kısmî muhteva değişikliğine uğrarlarsa da aslî hüviyetlerinden bir şey kaybetmezler. Protestanlık, Calvincilik, Anglikan klişesi ve büyük reform devreleri gibi köklü inkılâplara rağmen Hristiyanlık; şiîlik, haricîlik ve büyük imamların içtihad hareketlerinden sonra islâmiyet kendi mensuplarına yön verici birer imam sistemi olarak devam etmektedir. Bugünkü Türkçe ile 1200 yıl önceki Orhun kitabelerinde okuduğumuz Göktürk dili arasında çok farklar husule gelmiştir, fakat her ikisi de Türkçedir, Türklerin millî dili hüviyetindedir. Örf ve âdet, ahlâk ve sanat sahasında da her millet kendi hususiyetlerini korumaktadır.

İşte yüzeyde kalan, esasa dokunmayan bu değişikliklerin altında, bereketli bir toprak veya tükenmez bir kudret kaynağı gibi, feyizlerini üzerine eklenen yeni kıymetlere sirayet ettirerek onları kendi karakterleri içinde eriten bu temel unsurlar, kültürlerin izalesi imkânsız damgalarıdır. Topluluklara şahsiyet veren, onları millet hâline getiren bu orijinal damgalardır. Bunlar millî kültürlerin prensipleridir.

Millî kültür prensipleri çok hassas organlara benzer; bünesine sokulmak istenen telâkki ve davranışları daima kontrol etmek hassasına sahiptir. Herhangi bir yenilik kendi tabiatına uygun gelirse onu benimser, aykırı temayül taşıyanları reddeder. Millî kültürdeki bu tasfiye istidadını, millet çoğunluğunun bir takım yeni tutumlar, felsefî ve fikrî telkinler karşısında huzursuzluk duymasından, onları yadırgamasından, bir kısmını züppelik sayması, bir kısmından da tiksinti hissetmesinden anlamak mümkündür.

Kültürün esaslarını böylece açıkladıktan sonra, bazı ‘özel’ kültür görüşlerine gelelim. Memleketimizde arasıra ‘dogmatik kültür’den, ‘hümanistik kültür’den, hattâ bir ‘komün kültür’den bahsedildiği bilinir. İddiaya göre, bir dogmatik kültür vardır ki, akideleri ile vicdanlara hükmeder, din otoritesinin insafsız yumruğu altındadır. Bir hümanistik kültür vardır ki, vicdanlara bağışladığı hürriyetin ferahlığı içinde her türlü medenî terakkiye açıktır. Bir de komün kültürü vardır ‘sınıf bilinci’ üzerine kurulu ideolojiye dayanır.

Bu şekilde sınıflandırılabilecek hiçbir kültür tipinin mevcut bulunmadığı baştan beri verdiğimiz izahat göstermiştir sanırız.

Dogmatik kültür olmaz, çünkü kültür, din değildir. Din ancak kültürün başlıca unsurlarından biridir. Kaldı ki, dinler insanlık tarihinin eşitlik ve hürriyet dâvasında büyük hizmet ifa etmiştir. Onun bile aslında donmuş değerlerden ibaret bulunmadığını belirtmeğe çalıştık. Hümanistik kültür olmaz, çünkü Antikçağ (eski Yunan ve Roma) fikir ve sanat mahsullerini öğrenme vasıtasıyla, 16.yüzyılda, yeniden canlanmaya bir vesile hareketinin adı olan bu tâbir artık bir kültür değil, batılı milletlerin ortak telâkkilerini ifadeye yarar bir ‘medeniyet’ terimidir. Komün kültürü ( veya komünist kültür) ‘e gelince, varlıkları ancak millî kültürlerinin yaşamasına bağlı millet birliklerini ‘sınıf bilinci’ yolu ile kundaklamaya çalıştığında ve tamamen ideolojik (yani uydurma) bir temele dayandığında kimsenin şüphesi kalmayan ve yıkıcılığı ile tam aksi kutupta yer alan bu acaip ‘görüş’ün nasıl olup da kültür mefhumu ile yan yana getirebildiğine şaşmamak mümkün değildir.

Kültür milletlerin ve netice itibariyle inalığın sağduyusu, zekâsı, kabiliyet ve gayretinin zaferidir.

 

Prof. Dr İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, Sayfa :56-61

Bir yanıt yazın