Ahlâk, bir bakıma <<nefsi kontrol ve ona hâkim olma>> şuurudur. Nefis, hususî mânâsı içinde düşünülürse, sadece insanda mevcut bulunmaktadır. Normal olarak, bütün canlılarda, hayatı ve soyu idame ettirme çırpınışları vardır. Hayvanlarda, bu endişe hayli büyümüş bulunmaktadır. Hayvanlar, bir şuur kontrolü olmaksızın fizyolojik <<iç iticilerin>> ve içgüdülerin baskısı altında cereyan eden bir yaşama biçimi içinde bulunurlar. Ancak, hayvanlarda fizyolojik hayat, önceden programlanmış gibidir, düzenlidir. İnsanda rastladığımız neviden <<hırslara ve kaprislere>> bulaşmamıştır. İnsan, zekâ gibi, üstün bir psikolojik silaha sahiptir. İnsanın hayatına, mekanik içgüdüler yerine, hareketli ve doyum bilmez bir <<entellektüel güç>> hâkimdir. İnsan, zekâsını ve üstün zihin güçlerini, içgüdülerinin ve fizyolojik iç iticilerinin emrine verdiği zaman korkunç ve ihtiraslı <<zeki bir hayvana>> dönüşmektedir… İslâm’da <<nefs-i emmare>> bu demektir.
İslâm’da ahlâk, <<nefs-i emmareyi>> kontrol ederek yücelmek, kademe kademe yükselerek <<nefs-i mutmainneye>> ulaşmak şeklindeki bir irade savaşını ifade eder. Yüce kurtarıcımız (O’na salat ve selam olsun), buna <<en büyük cihad>> adını vermiş bulunmaktadırlar; yine <<nefs-i emmareyi>> yenen kişiyi <<gerçek kahraman>> ilân etmektedirler. Nefs-i emmareye tabi olan kişi, âdeta <<hayvan adamdır>>. Hatta Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ile <<hayvandan da aşağı>> bir mertebededir. Öte yandan <<nefs-i mutmainne>> durumunda bulunan kişi, âdeta <<ideal insan>>dır ve peygamberimizin ifadesi ile <<yaşayan şehit>> olarak anılmaya değer bir yüceliş içindedir. Böyle bir insan, fizyolojik ihtiyaçlarını ve bütün iç iticilerini, hayatın <<yüce gayesi>> içinde tutar ve her türlü israftan sakınarak <<en yüce gayeler>> için bir vasıta bilerek doyurur. O, kendini mukaddes bir savaşçı olarak bilir; yerken, içerken, uyurken ve evlenirken daima <<Yüce Ülküsünün Zaferini>> düşünür, ideal insan için (ülkücü insan için), nefsin istekleri, davanın başarısı için bir güç ve enerji kaynağı olarak bir vasıtadan ve iticiden başka bir şey değildir. Oysa, <<hayvan adam>> için nefsin isteklerini yerine getirmek bizzat gayedir… Hedonizm, bu demektir.
İslâmiyet’in bundan bin dört yüz yıl önce, ortaya koyduğu bu tespit, <<çağdaş psikanalistler>> tarafından da doğrulanmaktadır. Eski ve yeni Freudyenlerin <<id>> ve <<süper ego>> biçiminde isimlendirdikleri, çatışmalı durumumuzla , ilgili açıklamaları tamamen bu demektir. Zeki bir canlı olan insanın yabanî, iptidaî ve vahşi nefsanî istekleri ile <<vicdanî değerleri>> arasındaki bu çatışmayı görmemeye imkân var mı? Şahsiyetimiz, gerçekten de zıt dinamiklerin arasında kurulmaktadır. <<Egomuz>>, bu iki değer arasında yalpalayıp durmakta ve çeşitli âmillerin tesiri altında kendine en uygun yeri bulmaktadır. İslâmiyet, bu iki değer arasında yalpalayan varlığımıza <<nefs-i levvame>> adını verir. Mevlana Celâleddin-i Rumi’nin deyimi ile <<hayvan ile melek>> arasında sallanan bu cephemiz, bize <<dramatik insanın>> çilesini idrak ettirir. Hiç şüphesiz, insan ne hayvandır, ne de melek; lakin o, bir ahlâk kahramanı olmasa bile <<ahlâk adamı>> olmak zorundadır. Oysa, tarih, insanlar arasından <<ahlâk kahramanlarının>> da çıkabileceğini göstermektedir. Ve şüphesiz tarihin en büyük kahramanları, ahlâk kahramanlarıdır.
İslâmiyet, bütün müminlere, birer ahlâk kahramanı olma ülküsünü taşımayı ve elinden geldiğince bu konuda çaba göstermeyi emreder. Yüce Peygamberimizin yaşadığı ve bize tavsiye ettiği ahlâk, <<Allah’ın ahlâkıdır>>. Bunun için her mümin vicdanını ve kafasını <<sahte tanrılardan>> kurtarmalı. Allah’tan gayrı tanrı edinmemeli, sadece Allah rızası için davranabilmelidir. En <<iyiye>>, EN İYİNİN ta kendisi olan ALLAH ‘a yönelmeli, ondan gayrisine boyun bükmemelidir.
KAYNAKÇA
Seyyid Ahmet ARVASİ, Türk-İslam Ülküsü I. Bilgeoğuz Basım Yayın, Sayfa 312-313