Bu topraklar, tarihten bu yana nice acılara, tarifi imkânsız dertlere, emsali görülmemiş sıkıntılara ev sahipliği yaptı. Yeri geldi kıtlık ile mücadele etti insanlar, yeri geldi savaş meydanlarında yenilgilere şahit oldu. Bütün olumsuzluklar yaşanırken, her daim başrolde görev alan yurdum insanı, kocaman hüzünleri omuzlamak için bir saniye dahi düşünmedi. Kendi incinmesini bir kenara bıraktı, devleti için millet olma davasından vazgeçmedi. Söz bahis vatan ise ölüme koşarak gitti; vefakâr, cefakâr Anadolu insanı. Mihnet çekti ecdat, torunlarına güzel yarınlar bırakabilmek adına. Sadece gözyaşları değil elbette; zaferler, büyük kazanımlar hatta çağ kapatıp çağ açmalar gördü, bu aziz topraklar. Şimdi lüks evlerimizde, konforlu yataklarımızda yatarken, öyle kolayca girildiğini mi sanıyoruz, 1071’de Anadolu’ya? Masal gibi mi geliyor, Fatih’in, Bizans kalbine Şahi toplarını yerleştirmesi? Ya da herkesin “Buraya kadarmış!” dediği an da ortaya çıkan Seyit Onbaşı ruhu unutulabilir mi?
Hepimizin bildiği gibi şanlı tarihimiz destansı kahramanlarla doludur. Kimileri savaşların gidişatını tayin etmiştir, kimileri de bir ulusun ayağa kalkmasını sağlamıştır. Kuşkusuz hepsi kıymetlidir. Birini diğerinden ayırmak bizi yanlışa iter. Milli Mücadele Destanımız da öyle değil midir? “Bitti!” denilen bir milletin, yedi düvele karşı verdiği savaş, takdirlerin en güzelini hak etmiyor mu? Zira o dönem içerisinde bin bir sıkıntılarla boğuşan Türk Milletinin, bütün olumsuzluklara rağmen pes etmeyip verdiği mücadele, sadece bizim vatanımızda değil olayları yorumlayan ‘tarafsız tarihçiler’ tarafından dahi övgüye mazhar olduğu, hepimizin malumudur.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Milli mücadeleyi yapan, doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlatlarıdır.” sözü, istiklal mücadelesi veren Türk Milletinin, en veciz anlatımıdır. Çünkü bağımsızlık mücadelesinde, adını altın harflerle tarihe yazdırmış binlerce insanın kadirşinas hikâyelerini dinleriz. Milli Mücadele esnasında önemli bir yere sahip Anadolu’nun her karış toprağında kahramanlıklara tanıklık ederiz. Şanlıurfa, Erzurum, Konya, Samsun ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde yaşayan atalarımız, tırnaklarıyla kazıyarak kendi destanlarını yazmıştır. Örneğin, İzmir’de Yunanlı askerlere karşı korkusuzca tek başına kurşun sıkmış Hasan Tahsin, Malgaç baskınıyla düşmana ağır darbe vuran Aydınlı Yörük Ali Efe, Köprülü Hamdi Bey ve adlarını yazmaya kalksak buraya sığdıramayacağımız binlercesi…
Ülke sathı, bir bütün olmuş, düşmana karşı savaşırken, erkeklerin verdiği onurlu mücadeleye; cesur, yiğit kadınlarımız da sessiz kalmamıştır. Düşman, kuzeyden güneye varıncaya dek vatan topraklarımızı birer ikişer işgal ederken, gözü pek Anadolu kadınları buna razı olmamıştır. Kundaktaki çocuğunun battaniyesini “cephane ıslanmasın!” diyerek, İnebolu’dan Ankara’ya taşıdıkları mermilerin üzerine saran Şerife Bacı, övgülerin en kallavisini hak etmiyor mu? Ufak tefek görüntüsüne rağmen cesaretiyle yüzlerce erkeği cebinden çıkaran, Sivas’ta, İstanbul’da, İzmit’te bağımsızlık aşkıyla mücadele veren Fatma Seher Hanım’ın üniformasına İstiklal Madalyası ne kadar çok yakışıyor.
Kurtuluş Savaşı, Türk Milletinin şüphesiz onur, haysiyet, itibar ve izzetinefis mücadelesiydi. Hal böyle olunca, kahramanlar, bir senaristin yazdığı hamaset senaryosundan değil; bilakis hayatın içinden, gerçeğin ta kendisinden çıktı. Bir ulusun verdiği ‘hür yaşam’ mücadelesinde gösterilen bu kahramanlık destanları kadar, Milli Mücadelenin ilk kurşunu da bir o kadar güçlü hikâyeye tanık oldu. Hatay Dörtyol’dan çıkan gözü kara bir yiğit, kendini bilmez Ermenilere haddini bildirdi. Arkalarındaki ağa babalardan güç alarak, Türk milletiyle aklı sıra alay eden işgalci Ermenilere Kara Mehmet ve Karakese köylüleri gereken dersi verdi. Yiğit Türk cengâverin başlattığı direniş mücadelesine, genç yaşlı bütün köylü destek verdi. Düşmanın, bu topraklardan geldiği gibi gitmesi adına herkes seferber oldu. Dededen, babadan kalan tüfekler hazırlandı, siperler alındı. Fransız askerleri Karakese Köyü’ne adım attığı an, Kara Mehmet’ten beklenen emir geldi. Var gücüyle, avazı çıktığı kadar “Ateş!” diye bağırdı, Kara Mehmet. Bu tek bir cümle, “Bitti!” sanılan bir milletin, küllerinden doğmasının tohumu oldu.
Tarihi bir gerçektir; Türkler boyunduruk altına girmeyi katiyen sevmez, kabul etmez. Bunun ispatını, yüzyıllar öncesi Kürşad’ın 40 adamıyla Çin Sarayına yaptığı baskından, asker görünümlü haine sıktığı kurşunla ölümsüzleşen Ömer Halisdemir’e varıncaya kadar binlerce örnek ile çoğaltabiliriz. Geçmişe ayna tutulduğunda çıkan sonuç neticesinde, gönül rahatlığıyla şu söyleyebilir. Takvimler değişebilir, ateş açılan bölgeler ve kişilerin silueti farklılaşabilir fakat Türk’ün yüreğindeki inanç ve azim her daim aynı kalır.
Hatay Dörtyol’da atılan ilk kurşun da bize gösteriyor ki, Kara Mehmet ve Karakeselilerin engin ruhu, tükenmez azmi tarihten aldıkları gücün bir tezahürüydü. Yüzyıl önce, Dörtyol halkının bu sesi; Oğuz Kağan, Kılıçarslan, Osman Bey, Fatih Sultan Mehmet ve yediği onca oka rağmen bayrağı göklere diken Ulubatlı Hasan gibi nice yüreği vatan sevgisiyle çarpanların açtığı ufukların neticesiydi.
Bağımsızlık mücadelemizin baş aktörü olan Mustafa Kemal Atatürk, batma tehlikesini göze alarak Samsun’a çıkarken ya da düşmanın akın akın saldırdığı esnada “Rahat olun! Geldikleri gibi giderler!” derken güvencesi neydi? Bütün Dünya, topraklarında yıllarca bitmeyen savaşlar neticesinde yorgun düşen bir devlet tebaasının “Pes!” demesini beklerken, Gazi’nin ‘bağımsızlık hülyası’ nereden geliyordu dersiniz? Ağır mühimmatlardan mı yoksa güçlü ordudan mı? Top, tüfek, süngü gibi savaş aletlerinin haricinde, iman dolu kalbi gibi serhaddi olanların bu topraklarda her daim bulunduğunu bilinçaltında tutan Mustafa Kemal, bu milletin yeniden bir ‘istiklal tepkisi’ vereceğinden emindi. Gazi, bu inancında yanılmadı. İstiklal tepkisini başlatmak, Mehmet Kara önderliğindeki Dörtyol Karakese halkına nasip oldu. Onların verdiği güven sonucu, Atatürk Samsun’a çıktı, Sivas Kongresi’ni topladı ve bir bütün olan Türk Milleti, düşmanı denize döktü.
Türk Milleti, bin yıldır olduğu gibi yüzyıl önce yine şaşırtmadı. Düşmanın tarih boyunca hesaba katmadığı ‘yürek mühimmatı’ ve ‘iman tüfeği’, yurda alçakların girmesine isyan etti. Bu halkı bazen Ulubatlı Hasan’lar temsil etti, bazen de Mehmet Kara’lar… Kimi Hatay Dörtyol’dan çıktı, kimi de Bursa Karacabey’den… Düşman, “Şimdi oldu!” dediği her vakit, vatan aşkıyla yanıp tutuşan bir babayiğit çıktı karşılarına.
Yakın zamanda, farklı bir metot ile deneyerek, gelmediler mi üzerimize, bu topraklarda hain emelleri olanlar? Bizdenmiş gibi çıkmadılar mı karşımıza? Hani içimizden yetiştirdikleri mayası okyanus ötesinde olanlar. Vatan, millet düsturundan bihaber, boyunlarına geçirilen tasmayla ortalıkta gezenler; Mehmet Kara’nın ruhu, azmi ve inancının yaşadığını unuttular. 15 Temmuz günü, Niğde Çukurkuyu’lu bir vatan evladı, yüreğinde büyüttüğü bayrak aşkıyla, “Hainler giremez!” diyerek, silahına sarılmadı mı? Ne mutlu sana! Ey Ömer! Ne mutlu sana! Ey Mehmet Kara… Ne mutlu size! Bu vatan için kendi canını bir saniye bile düşünmeyen babayiğitler, şehitler…
Bu adı geçenler ve nice isimsiz kahramanlar, Türk Milletinin kuşkusuz bağrıdır, özüdür, köküdür. Düşmanın tükendiğimizi sandığı an, bir “zinhar!” sesi patlatır bu asil millet; ne mandayı kabul eder ne de bin yıldır elinde tuttuğu istiklalinden vazgeçer. Dosta güven verir, düşmana korku salar. Kahraman isimlerle yazılmıştır bizim şanlı tarihimiz. Bitmek bilmeyen enerjimiz, kısılamayan sesimiz vardır, bizim. Allah, Türk-İslam ülküsüyle kavrulmuş bu milletin çığlığını kıyamete kadar kısmasın!