Kadim milletimizin Rumeli’yle olan temasları Osmanlı’dan öncesine dayanmakla birlikte bu güzîde topraklardaki kesin Türk hakimiyeti 14-20. yüzyıllar arasındadır. Devlet-i Âliye-yi Osmâniye bu bölgeyi yalnızca fizikî olarak topraklarına katmakla kalmamış; yoğun tahrir, imar ve iskan politikalarıyla gönül coğrafyasına dahil etmekte de tereddüt etmemiştir. Türk,  Rumeli’de asırlar boyunca milletinin dahilinde ve haricindeki tüm unsurları kendi adalet ve hoşgörü çemberinde sevgiyle eriterek bünyesinde buluşturmuştur. Ayrıca belirtmek gerekir ki Batı Trakya olarak adlandırdığımız bölge Rumeli’nin önemli bir parçasıdır. Doğuda Meriç Nehri, batıda Mesta-Karasu Nehri, kuzeyde Rodop Dağları ve güneyde Ege Denizi ile sınırlandırılan bu bölge ana şehirleri olan Gümülcine, İskeçe ve Dedeağaç’ı içinde bulundurmaktadır.

Yüzlerce yıl Türk ve Rumeli yekpâre bir vücut hâline gelmiştir.  Ancak bu yekpârelik ne yazıktır ki artık tam mânâsıyla muhafaza edilememiştir. Türk’ün ilmek ilmek kendini işlediği bu coğrafyanın yüzü neredeyse bir asırdır gülmüyor. Bu acı vaziyetin mîlâdı olarak Lozan Antlaşması (1923)’nı kabul etmek mümkündür. 1923’ten evvel Batı Trakya’da Türk nüfusu %85 gibi bir oranla ağır basarken Lozan’la beraber Türkler azınlık statüsünde kabul edilerek bu sayıda %30’lara kadar keskin bir düşüş yaşanmıştır. Peki Lozan gibi bir antlaşma Yunan hükümetine Türkler’i bâriz şekilde öteleme hakkını nasıl vermektedir ya da vermekte midir? Esasında antlaşma incelendiğinde 37 ve 45 arasındaki azınlıklarla alakalı hükümler azınlıkların eğitim, dinî liderlerini seçme ve ana dillerini kullanabilme özgürlüklerini ihtivâ etmektedir. Yâni Lozan azınlıkların varlığını tehdit şöyle dursun,  tabiî olarak sahip olmaları gereken hakları belirtmiştir. Ne var ki Batı’nın şımarık ve yüzsüz çocuğu Yunanistan özellikle Türk azınlığın hakkını gasp etmekten geri durmamış ve milletdaşlarımıza öz yurtlarında ikinci sınıf insan muamelesi yapmıştır.

Bilindiği üzere Batı Trakya Lozan Antlaşması dahilinde nüfus mübadelesinden muaftır. Ancak sonraki dönemde cunta yönetimi ve Kıbrıs Harekâtı ile birlikte zuhur eden sorunlardan dolayı Yunanistan Türk azınlığın can ve mal güvenliğini tehdit edici yaptırımlarda bulunmuştur. Canları ve aileleri tehlikede olan binlerce Türk ızdırap içinde vatanlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Bu şekilde Batı Trakya’daki Türk nüfusunda gözle görülür bir eksilme yaşanmıştır. Yunan hükümetinin şiddete dayalı nüfus politikaları bununla da kalmamıştır. Yunan Uyruğu Kanunu 19. Maddesi şu şekildedir:  “Yunan kökenli olmayan birinin geri dönüş niyeti olmayarak Yunan toprağını terk etmesi hâlinde Yunan uyruğunu kaybetmiş olması mümkündür.” Yunan hükümeti bu maddeyle ülkede etnik bir tabakalaşmaya gidip, halkını ‘Yunan soyundan olanlar’ ve ‘diğerleri’ olarak ikiye ayırmıştır. Ayrıca bu kanun keyfî uygulamaları da beraberinde getirmiştir. Başta Türkiye’yi ziyarete gelen binlerce vatandaş geri dönüş niyetleri olmadığı gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarılmıştır. İç İşleri Bakanlığı’ndan alınan resmî verilere göre 19. maddeden dolayı vatandaşlıktan çıkarılan 60.000 ‘başka soydan olan Yunan vatandaşının’ 50.000’i Türk’tür. Bu yasa 1998’de iptal edilmesine rağmen mağdur olanların hakları iade edilmemiştir.

Yunanistan, Türk azınlığın varlığını sürdürmesini isabetli bir tespitle iki temele dayandırmıştı: Türklük ve İslâmlık. Bu yüzden Batı Trakya’daki Türk gerçeğini sindirmek için bu hususlarla özellikle ilgilenmiştir. Öncelikle eğitimde Türkçe’nin etkisi azaltılarak yerine Yunanca ikame edilmeye çalışılmıştır. Muhakkak ki halkın bundan memnuniyeti söz konusu değildir ancak bu uygulamalar getirilirken asla halkın fikri alınmamıştır. Diğer bir mühim mevzu ise müftülüktür. Lozan’da belirtilen azınlıkların dini liderlerini seçme özgürlükleri görmezden gelinerek Batı Trakya Türkleri’nin seçtiği müftüler Yunan hükümeti tarafından tanınmamıştır. Bunun yerine Yunanistan kendi sindirme politikalarına boyun eğecek müftüleri atamıştır. Sonuç olarak onlarca yıldır Batı Trakya’da iki müftü uygulaması vardır. Bir müftü azınlığın seçimiyle göreve gelir ve halkın ilgili tüm ihtiyaçlarıyla bu kimse ilgilenir. Diğer müftüyse Yunan devleti tarafından atanır ve yalnızca evlenme, boşanma ve miras gibi resmî işlemlerle ilgilenir. Batı Trakya Türkleri bu ikiliğin kaldırılması gerekliliğini savunsa da Yunan hükümeti bu uygulamasında ısrar etmektedir.

Batı Trakya bölgesinde uygulanan bir diğer şiddet unsuru ise iktisadî yönde olmuştur. Yıllarca bölge insanı topraksızlaştırılmıştır. Lozan’dan önce Türkler’in sahip olduğu işlenebilir arazi oranı %84’ken bu oran günümüzde %18’e kadar düşmüştür. Bu uygulama da Batı Trakya’daki Türk azınlıkla nüfusun diğer kesimi arasında iktisadî bir uçuruma sebebiyet vermiştir. Üstelik Yunan hükümeti hem bu bölgedeki tarım desteğini azaltmış ve tütün kısıtlamaları getirmiş hem de AB yardım fonlarından Türk azınlığın faydalanmasına mâni olmuştur. En nihayetinde Batı Trakya Yunanistan’ın en gelişmemiş bölgesi olmaya mahkûm edilmiştir. Tabiî olarak yiyecek ekmek bulamayan Türk azınlığı çareyi ne acıdır ki başka memleketlere gitmekte bulup öz vatanlarıyla olan bağlarının kopmasına göz yummak zorunda kalmışlardır. Bu işin de sonu yine Batı Trakya’daki Türk nüfusunun eritilmesine varmıştır.

İşte Batı Trakya’nın takrîbî yüz yıldır içinde bulunduğu içler acısı vaziyet böyle. Yunanistan bir ahtapot gibi Batı Trakya Türkleri’ni dört bir yandan sarmış, Türkleri yüzlerce yıldır yaşadıkları öz topraklarından boğup atmak istemektedir. Tarihin seyri içinde bu acı hâle dur demek isteyen çok olmuştur da Yunan zaliminin karşısına dikilip yiğitçe haykıran bir lider tanıdık biz. Eşinin tabiriyle ‘korku damarları alınmış bir kahraman’ olan Dr. Sadık Ahmet halkının çektiği ıztıraplara dur demeyi kendine ülkü edinmiş ve ömrünü Batı Trakya Türklüğü’ne vakfetmiş bir dâvâ adamıdır.

1947 Gümülcine doğumlu olan Dr. Sadık Ahmet’in Yunan hükümetiyle ciddî mânâda sürtüşmeleri 1985 yılında Dr. Sadık Ahmet’in bizzat yürüttüğü bir imza kampanyasıyla başlamıştır. İmza kampanyasının amacı Batı Trakya Türkleri’nin sorunlarını dünya kamuoyuna duyurmaktır. Dr. Sadık Ahmet sınırlardan girişte vatandaşlıktan çıkarılmaların arttığı, Türkler’in arazilerinin istimlâk edildiği, aşırı sağcı Yunan basınının Türkler’in dinî mekânlarını hedef gösterdiği bir dönemin acısını ilân etmek istemiştir. Bu kampanya kapsamında 15.000 imza toplanmıştır. Dr. Sadık Ahmet Yunanistan’ın hem Lozan’a hem de insan haklarına aykırı uygulamalarını belgeler nitelikteki bu imza kampanyasını broşür hâline getirip 1987 yılında Selânik’te düzenlenen uluslararası bir toplantıda dağıtmıştır. Bunun üzerine Yunan hükümeti “yalan haber yaymak ve sahte evrak düzenlemek” suçundan Dr.Sadık Ahmet’i yargılamış, 1989 yılında ise 30 ay hapse mahkûm etmiştir. Dr. Sadık Ahmet’in bu dâvâda yargılanmasının tek sebebi Batı Trakya Türkleri’ne ‘TÜRK’ demesidir. Neyse ki 1990’da Batı Trakya Türkleri’ni temsilen bağımsız aday olarak milletvekili seçilmesinin üzerine hakkında verilen asılsız hüküm dokunulmazlığından dolayı dâvânın düşmesine sebep olur. Azınlık mücadelesinin çelik halkası Dr. Sadık Ahmet Yunan meclisinde Türk’ün gür sesi olacak bir partinin ihtiyacıyla Dostluk, Eşitlik ve Barış Partisi (DEB)’ni kurmuştur. Partinin kuruluş amacı Batı Trakya Türkleri’nin haklarını temsil etmek ve dünyaya vaziyeti duyurmaktır. İlk seçimlere giren DEB  %1,5-2 bandında oy oranına sahiptir. Bu sonuç Batı Trakya’nın Türk olduğunun resmî kanıtıdır. Ancak Yunan hükümeti DEB’in meclise girmesine engel olmak için seçim barajını %3’e çekmiş ve amacına da ulaşmıştır.

Faaliyetlerini yurtdışında görüşmeler yaparak da sürdüren Dr. Sadık Ahmet halk tarafından da ziyâdesiyle sevilen bir liderdi. Batı Trakya Türkleri’nin sıkıntılarını kendine dert edinmiş, hâliyle bu tavır halkta da karşılığını bulmuştu. Meselâ o dönemde Yunan hükümeti azınlığa ait mezarları sürerek kemikleri meydana çıkarmış, Dr. Sadık Ahmet ise bu güç durumda halkının yanında olarak hükümete yaptığının yanlış olduğunu mümkün yöntemlerle bildirmiştir.

Gördüğümüz üzere Dr. Sadık Ahmet daima hukuka uygun, milletinin bağımsızlığına önem veren bir yol izlemiştir. Bunu yaparken de Yunanistan’ın toprak bütünlüğüne sadık kalmaya önem göstermiş, Yunan devletine asla ihanet etmemiştir. Her ne kadar Yunanistan bunun farkında olmasa da aslında Dr. Sadık Ahmet Yunan demokrasi için de mücadele vermiştir.

Esasında Dr. Sadık Ahmet Yunan devleti için daima bir tehdit olarak görülmüştür. Bu nedenle mücadele verdiği müddetçe hayatının tehlikede olduğu hissettirilmiştir. Zaman zaman hakkında yapılan yalan ölüm haberleri ve valilerin üzerinde kurduğu baskı onu dâvâsından döndürmeye yetmemiştir.

1994 sonlarında dönemin valisi olan eski Korgeneral Konstantinos Siyatras Dr. Sadık Ahmet’e çok iyi davranmasına karşın Batı Trakya’yla alakalı hazırladığı dosyada, “Sadık Ahmet ülkemizde Türkiye’nin en tehlikeli organı olarak kabul edilmelidir. Çünkü bu, gelecekte bize çok ciddî sorunlar çıkarabilir.” şeklinde bir sonuç bölümü yazmıştır. Akabinde öneriler kısmında da, “Sadık Ahmet’in kahramanlaşması tehlikesinden kaçınılmak için çok dikkatli davranılmalıdır.” denilmiştir.

Batı Trakya millî dâvâmızdır. Dr. Sadık Ahmet de bu dâvâya mühim hizmetler yapmış sâdık bir dâvâ adamıdır. Bu büyük kahramana rahmet diliyor ve sizlere onun yazımıza onun sözleriyle son veriyorum:

“… Ben bir Türk olduğum için hapse götürülüyorum. Eğer Türk olmak bir suç ise, burada tekrar ediyorum: Ben bir Türk’üm ve öyle kalacağım. Bu çağrımla Batı Trakya azınlığına sesleniyorum ve Türk olduklarını unutmamalarını söylüyorum…”

Bir yanıt yazın