Lâik bir ahlâk düşünmek demek, ahlâkı, bir ‘sosyal müessese’ olarak kabul etmemek demektir. Oysa ahlâk pratikte, sosyal bir müessesedir ve üstelik cemiyetin din ve töresinden bağımsız değildir. Lâik bir ahlâk kurma çabası, olsa olsa felsefî ve zihnî spekülasyonlarla oyalanmak demek olabilir.
Lâkin bir ahlâk, din ve törenin dışında cereyan edeceğine, göre, her şeyden önce, teorik ve filozofik bir disiplin olmak yolundadır. Birçok sosyoloğun (bilhassa Levy Bruhl’un) belirttiği üzere, ahlâk ‘pratik’ olmak zorunda olduğuna göre, filozofların ortaya koydukları ve koyacakları ‘teorik bir ahlâkın’ başarısını düşünülemez. Çünkü ahlâk, bilmekten çok yapabilmeyi gerektirir.
Lâik bir ahlâk, teoride kaldığı ve cemiyetin vicdanından güç almadığı müeyyidesizdir, (yaptırım gücü yoktur). Hele, lâik olmak iddiası ile ortaya konan, milletin din ve töresine ters düşen, millî vicdanla zıtlaşan teorik hükümler, siyasî baskılarla kitlelere mal edilmeye kalkılsa bile başarısız kalır. Yeni bir ahlâkın doğuşuna sebep olmak şöyle dursun, cemiyette ahlâksızlığın yaygınlaşmasına yol açar.
Vicdanımız, içinde doğup büyüdüğümüz cemiyetin din ve töresi ile biçimlenerek, küçük yaştan itibaren olgunlaşmış bulunmaktadır. Vicdan, psikolojik dinamikleri itibari ile ferdî bir özellik taşımakla beraber, esasta ‘sosyal bir değer’dir. Bu sebepten, din ve töremiz ile zıtlaşan filozofik ve teorik ahlâk sistemi, kendini ne suretle empoze ederse etsin, vicdanımızı etkilemez ve böyle bir ahlâk sisteminin hükümlerini ihlal ettiğimizde ‘vicdanımızda bir kaygı’ duymayız ve ‘vicdan azabı’ çekmeyiz. Oysa ahlâk, her şeyden önce ‘vicdanda kaygı’ uyandırmalı idi. Din ve töre bu konuda gerçekten başarılıdır. Lâkin, bir ahlâk sistemi arayanlar, umumiyetle ‘üniversal bir ahlâkın’ peşinde olduklarını söylerler. Oysa, bu iddia ile ortaya çıkan filozofların ideolojilerin ve doktrinlerin öne sürdükleri ahlâk sistemleri teorik kalmanın ötesinde, birbirleri ile de çatışırlar. Bütün filozofların, bütün ideolojilerin ve doktrinlerin anlaşabileceği, ortak ve üniversal bir ahlâk sistemi ve telakkisi yoktur. Öte yandan, filozofların ve fikir adamlarının sistemleştirecekleri bir ahlâk görüşü, ferdi düşünceler, ister istemez sosyal hayattan tecrit edilemeyeceğine göre, yine farklı ‘sosyal yapıların’ renk ve kokularını bünyelerinde taşıyacaklardır.
Biz, kesin olarak iddia ediyoruz ki, bugün yeryüzünde ‘lâik medeniyet’ bulunmadığı gibi ‘lâik bir ahlâk’ da yoktur. Ahlâkın kuruluşunda, aklın rolü inkâr edilmemekle birlikte, esasta ahlâk din ve töreye dayanır. Ahlâk eğitiminde bu hususu ihmal ve inkâr etmek mümkün değildir. Aksi halde, cemiyete hizmet değil, ihanet edilmiş olur.
Bazıları da pozitif ilim terbiyesinin ‘ilmî mânâda bir ahlâkın’ teşekkülüne yardım edeceğini sanırlar, ilmin dayandığı temel prensipleri objektiflik, determinizm ve üniversal olmak tarzında özetlemek mümkündür. Bütün bu prensiplerin değerini takdir ediyoruz. Bununla beraber ahlâkta sübjektifliğin, hürriyetin, millî ve mahallî değerlerin önemini kim inkâr edebilir. Oysa, bütün bu değerler, ‘pozitivizmin prensiplerine’ ters düşmektedirler.
Öte yandan bizzat ilmin, ahlâka ihtiyacı vardır. Ahlâka ilgisiz kalan veya aykırı düşen bir ilim çabası beşeriyete ne verebilir? İlim, ahlâksız ellerde büyük bir tehlike kaynağı değil midir? Eşya ve olaylardan elde edilen kanunlar, insanın vicdanına cevap verebilir mi?
Bütün bunlardan sonra, Türk-İslâm ülkücüsü, ahlâkını kurarken aklını kullanacak, İslâm ahlâkının ve Türk töresinin aydınlığında yürüyecektir.