Kadim ulusların hepsinin geçmişinde unutulmaz zaferler vardır. Bu gurur verici olaylar hem örnek olup yurt içinde duygudaşlık bağlarının güçlendirilmesi hem de yurt dışında düşmana ”istersen dene” anlamında gözdağı verme amacıyla gündemde tutulur ve gereğince yâd edilir. Böylece bugünleri kendisine armağan eden fedakâr atalara da bir nevi manevi borç ödenmiş olur. Peki, tarihi Doğu Türkistan’dan Orta Avrupa’ya kadar sayısız zaferle dolu olan -elbette bozgunlarla da ancak bu yazının konusu değil- yüce Türk milleti bu konuda ne durumda?

Örneğin, Cihan Harbi’nin kaderini değiştiren Çanakkale Zaferi yeterince anılıyor/anlaşılıyor mu? Günümüzde tekdüze törenler, kalıplaşmış sözler, konuşmalar ve kuru gürültüyle geçiştirilen o kutlu günün önemi acaba acı ve sevinçler tazeyken biliniyor muydu? İşte bunu öğrenmek için çok faydalı, birinci elden kaynak niteliğinde bir eser var: Çanakkale’ye Yürüyüş.

1933 yılında Atsız’ın kaleme aldığı bu kitapçık, 10 kişilik -yaş ortalaması 30 bile olmayan- ekibin 4 günü yolda 5 günü savaş meydanlarında geçen 9 günlük Çanakkale gezisinin izlenimlerini içeriyor. Tabii Ötüken Neşriyat konuyla ilgili köşe yazıları, fotoğraflar ve gazete haberlerini de ekleyerek 128 sayfalık yeni baskıyı birkaç ay önce çıkardı.

O güne kadar Gülcemal adlı vapurla boğaza girip uzaktan selamla yapılan soğuk ve samimiyetsiz anmalara(!), mağlup İngilizlerin bile her yıl karaya çıkarak yaptığı merasime, hele hele Kadeş gibi bir rezalete tepki gösterircesine öğrenci, öğretmen, mühendis, gaziden oluşan bir avuç idealistin yaptığı bu gezi bir ilktir ve bugün bizim otobüslerle yaptığımız gezilerin öncüsüdür. Muhakkak ki amacı ve şartları açısından çok daha ulvidir.Bu noktada konuyla ilgili bir anımı müsaadenizle paylaşmak isterim. 2015 yılı malumunuz Çanakkale Deniz Zaferi’nin 100. yılıydı ve Kocaeli Üniversitesi Liderlik Kulübü de “Ecdadı An(la)mak” isimli gezi düzenliyordu. Bir dostumla katıldık. Ancak daha yolculuğun başında otobüste oyun havaları eşliğinde raks başlayınca tepkimizi dile getirdik. Mezarlık ziyaretine gitmenin adabını bilmeyenlere serzenişte bulunduk. Mübarek toprağa vardığımızda da ellerinde çubukla adım başı özçekim yapıyorlardı. Anladıklarını sanmıyorum. Ne bizi ne de ecdadı… Bu kitabı okuyunca o gün geldi birden aklıma. Biz kitaba dönelim. Çanakkale’ye yürüyüşe katılan ve ileride Atsız’ın eşi olacak Bedriye Hanım (kitapta Tolunay diye geçiyor): “Biz Çanakkale yürüyüşünü bir askerlik dersi olarak, bir millî din bilerek, ölülerimize karşı kutlu bir borç tanıyarak yaptık. Sırtımda 20 kiloluk yükü taşırken cepheye cephane taşıyormuşum gibi geliyor.” diyerek nasıl yüce bir eylemde bulunduklarını iliklerinde hissediyordu muhtemelen.

Aslında bir zafer kutlaması olan bu yürüyüşte kahramanlarımız çoğu kez hayal kırıklığı, öfke ve kin duygularının doruklarına çıkar. Nasıl çıkmasınlar ki? 5 günlük yürüyüş boyunca muhkem bir Türk anıtı görülmezken yenik tarafın tam 33 tane abidesi vardır ve bunlar oldukça da bakımlıdır. Düzgün bir şekilde defnedilmediği için yağmur sularıyla belirginleşen şehitlerimizin kemiklerine yanlışlıkla da olsa basan Atsız ve arkadaşları için bu yolculuk, en az o günden 18 yıl önce aynı yerde insanla maymun arasındaki dehşetli yaratıklara karşı çarpışan askerimizin ızdırabı kadar derindir. Bölgedeki Çingenelerin şehit mezarlarını soymak için köstebek gibi eşmeleri de bir başka felakettir. Ancak bundan daha elim olanı hiçbir devlet makamının konuya el atmaması hatta unutmuşçasına hareket etmesidir. Oysaki Şehitlikleri İmar namlı bir kurum bile vardır. Kitapta Mehmet Çavuş için yapılan sözüm ona anıtın fotoğrafı var. 10-12 yaşlarında bir grup çocuk daha iyi işçilik çıkarır emin olun. Zaten durumdan fazlasıyla etkilenen Atsız bu büyük kahramana yaptığımız vefasızlığa içerlenir ve gözyaşlarını saklamak için kafasını çevirir kabrin başından ayrılırken.

 

Bazı geceler dışarıda uyuyan grup üşüdüğünde ateş yakmaya çekinir çünkü büğü namlı örümcek konusunda ahali tarafından uyarılmışlardır. Zamanında mısır tarlasında bir örümceğin hışmına uğrayıp 3 gün kıvranan biri olarak kesinlikle hak veriyorum.

Ahali demişken, grubumuz yöre halkına da misafir oluyor ve neyse ki onlardan yana izlenimleri müspet. Güzel ağırlanıyorlar, gazilerin anılarını dinliyorlar, temiz Anadolu insanıyla tekrar gururlanıyorlar… Bütün olumsuzluklara rağmen ilaç gibi geliyor bunlar. Zaten Atsız Beğ ve arkadaşları yeise teslim olmak niyetinde değiller.

Yürüyüş boyunca marşlar, şiirler ve Fethi Tevetoğlu’nun mızıka nağmeleri… İşte onlardan bir tanesi: Akdeniz Marşı!

Yaslı gittim şen geldim

Aç koynunu ben geldim

Bana bir yudum su ver

Çok uzak yoldan geldim

Kitabın devamında geziye katılanların çektirdiği fotoğraflar, izlenimlerini aktardıkları yazıları ve MTTB’nin bir Çanakkale Abidesi yapılmasıyla ilgili mücadelesi yer alıyor. Atsız Beğ, Türkçülüğü zirvelerde yaşadığını bir kez daha bu eserinde gösteriyor. Meşhur cümlesi yine Çanakkale’ye Yürüyüş’ten, Türk bünyesini mikroptan temizleyecek en güzel tedavi yolu: Katliam!” ve benzeri görüşleri kendisini tanımayan okuyucuya sert gelecektir muhtemelen. Ayrıca konu bütünlüğünü bölen mevzulara girmesi -örneğin Kadınlar Cemiyetine serzenişi- biraz iğreti durmuş bence. Öte yandan yeri geldiğinde atlıyı atından indirebilecek kalemiyle yazdığı şiirlerinden örnekler vermesi oldukça güzel olmuş. O şiirlerden biriyle, “Toprak-Mazi” ile bitirelim:

Bu maziyle bu toprağa küfürden sakın,

Kendine gel, iradeni üstüne takıl!
Savaşları, türeleri, yasalarıyla
Zaferleri, bozgunları, tasalarıyla
Mazi ırkın yarattığı bir şaheserdir…

Hey arkadaş, sapıtmışın, doğru yola gir;
Hakkı neyse ver maziyle kara toprağın…
Onlar değil efsaneyle cansız bir yığın! Bu ikisi ebediyen kutlanacaktır…
Ve bunları inkar eden, bil ki alçaktır…

 

*Bu yazı, Kitap Şuuru intisabıdır. Editör: Ömer KARABAYIR

Bir yanıt yazın