Mütecanis cemiyetlerde, dinin helâl- haram tarzında ortaya koyduğu normlar, ahlâkın iyi-kötü biçiminde sıraladığı normlara paraleldir. En az bin yıldan beri, Türk töresi İslâm’la kaynaşarak <<millî vicdanımızı>> yoğurmaktadır. Bir Müslüman –Türk’ün vicdanı, din ve töresiyle kaynaşarak teşekkül etmiştir.

Türk çocuğu, din ve töresinin normlarını ihlâl ederken vicdan azabı duyar, kaygılanır. Öte yandan din ve töremizin ortaya koyduğu ahlâk pratiktir ve bizzat cemiyetimizin kontrolündedir. Normların ihlâli yalnız ferdi vicdanı rahatsız etmez, cemiyeti de harekete geçirir. Üstelik bu normlar, adeta <<sabit birer sosyal değer>> durumundadır, kolay kolay değişmezler. Cemiyetin sosyal ve ekonomik yapısı değişmekle beraber, din ve töre, esasta kendini korur. Milletlerin tarihini incelediğimizde görürüz ki, cemiyetlerin sosyal ve ekonomik yapısındaki değişmelere rağmen, din ve ahlâk binlerce yıl kendini koruyabilmektedir. Aksi halde, Marksistlerin ve materyalistlerin sandığı gibi, ekonomik yapı değiştikçe din ve töre de buna bağlı olarak değişse idi, bugün İsrailliler Yahudi, İngilizler Hıristiyan, Japonlar Şinto dininde olamazdı.  Sosyal ve kültürel değerleri, ekonomik ilişkilerin bir fenomeni gibi mütalaa eden Marksist telâkkiyi tarih ve sosyal gerçekler, yalanlayıp dururken, şartlanmış kafalar, içine yuvarlandıkları <<fasit daire>>den idraklerini kurtaramayacaklardır. Akl-ı selim, <<sosyal gerçeklere>> ters düşemez.

Millî vicdan, cemiyetin binlerce yıllık tecrübesinden geçerek kurulur ve faydasına binaen korunur. Hiç şüphesiz zaman içinde, <<sosyal normlar>> arınarak ve törpülenerek olgunlaştırılır ancak topyekûn atılmazlar. Hiçbir cemiyet, tarihî tecrübesinden tecrit edilemez. Bu hem mümkün hem de doğru olmaz. Esasen bu konuda yapılmak istenen <<devrimler>> ya geriye tepmiş yahut da cemiyette anarşi doğurmuştur.

Din ve törenin << baskıcı karakteri>>nden şikâyet edenlere hemen belirtelim ki, bunlar da <<hukuk>> gibidirler ve dolayısı ile <<müeyyidesiz>> olamazlar. Din ve töre de tıpkı hukuk gibi, kendi şart ve normları içinde, fert ve cemiyetleri kendilerine uymaya zorlarlar, insanları kendi ölçüleri içinde mükâfatlandırır ve cezalandırırlar. Bunlar, din ve törenin kusuru değil, gücüdür. Hangi sistem, hangi doktrin kendini müdafaa etmez ki, bunu din ve töreden istemek hakkına sahip olunsun?

Kaldı ki, İslâmiyet’te hürriyet, vicdana Allah’tan başkasının hükümran olmaması demektir. Vicdanın ve insanın Allah’tan gayrisine kul olmamasını isteyen dinimiz, gerçekte tam ve kâmil mânâda hürriyetçidir.  İslâm’da ne ferdi egoizmin, ne de içtimaî egoizmin tanrılaşması söz konusu edilebilir. İslâmiyet, nefsanî arzuların da cemiyetin de putlaştırılmasına ve vicdanlara tasallut etmesine kesin olarak karşıdır. İslâmiyet, ahlâkın yalnız dış ve şeklî kalıplarına değer vermez. Bir insanın davranışı, zahiren ahlâki olduğu halde, gerçekte ahlâksızca olabilir. Bu sebepten dinimiz, “Ameller niyetlere göredir.” ölçüsünü getirmiştir.  Herkes davranışlarını ve tavırlarını bizzat kontrol edecektir; düşüneceksiniz ve kendinizi hesaba çekeceksiniz, niyetlerinize hâkim olan bizzat <<Allah’ın rızası>> mıdır, yoksa gönlünüzde yatan şey, ahlâki bir paravana arkasına gizlenen nefsanî ve çirkin niyetler midir?

Dinimiz, fertler, zümreler ve cemiyet istediği için değil, fazilet olduğuna vicdanımız inandığı, bizzat en iyi olan Allah istediği için ahlâklı olmak gerektiğine göre hareket etmeye değer verir. Bu hüviyeti ile İslâmiyet <<âlemşümul iyi>>nin peşindedir diyoruz.  <<Bir elime Güneş’i, bir elime Ay’ı verseniz yine dâvamdan dönmem>> diyen yüce Peygamberin ( O’na salat ve selâm olsun) yaşadığı ve tavsiye ettiği ahlâk, bütün insanlığın muhtaç olduğu faziletler yumağıdır.

KAYNAKÇA

Seyit Ahmet ARVASİ, Türk İslam Ülküsü II, 2018 Basım, Sayfa 313.

Bir yanıt yazın