Devlet-i Âli’nin düvel-i muazzama karşısında verdiği büyük ve çetin savaşların sonucunda, Anadolu’nun hâleti rûhiyesi, Türk anasının “Büyüğü Balkan Harbi’nde, ortancayı Çanakkale’de kaybettim; küçüğünü veremem artık onlara.” sözlerinden anlaşılabilmekteydi. Onlar dediği ise İsmet Paşa idaresindeki Batı Cephesine, asker toplamaktan sorumlu görevlilerdi. Osmanlı bakiyesini hür ve müstakil bir vatan toprağı kılmak için Mustafa Kemal Paşa’ya inananların mücadelesine tanık oluyordu zaman. Ve tarihler 1921 Nisanı’nın birinci gününü gösteriyordu İnönü’de. İsmet Paşa, düşmanı geri çekilmeye zorlamak için karşı taarruz planı hazırlamış ve uygulamaya koymuştu. Ankara’da ise olabildiğine gergin bir iklimde kaygı dolu bekleyiş sürmekteydi. Cephe karargâhından gelebilecek muhtemel haberler için bekleyen asker, gözünü bir an olsun telgraftan ayırmıyordu. Alet şöyle azıcık kıpırdar gibi olsa, durmaması için askerin yüzündeki yalvarır ifade ile Ankara’nın gökleri aynı duyguları paylaşıyordu âdeta. Bu amansız bekleyişin sonu İsmet Paşa’nın telgrafıyla nihayet gelmişti:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Genelkurmay Başkanlıklarına
Saat 18.30’da Metristepe’den gördüğüm vaziyet:
Gündüz ve kuzeyinde sabahtan beri sebat eden ve artçı olması muhtemel bir düşman birliği sağ kanat grubumuzun taarruzuyla düzensiz bir şekilde çekiliyor. Yakından takip ediyoruz. Hamidiye istikametinde temas ve faaliyet yok. Bozüyük yanıyor. Düşman binlerce ölüleriyle doldurduğu muharebe meydanını silahlarımıza terk etmiştir.
Batı Cephesi Komutanı İsmet”
İsmet Paşa’nın bu telgrafı, Batı Cephe’sinde, İnönü mevzilerinde gelen ikinci galibiyeti demekti Türk ordusunun. Haber sadece Ankara’da değil millî mücadeleye iman etmiş tüm yurtta sevinçle karşılanmıştı. Olayın büyüklüğünü Kurtuluş Savaşı’nı yakinen takip edip izlenimlerini not eden usta romancı Yakup Kadri’nin, “Bütün Doğu dünyası için yeni bir devir açılmıştır. Çünkü İkinci İnönü Savaşı’nda yalnız milletimizin değil, bütün esir milletlerin de ters talihini yendik. Bu mübarek kıta, asırlardır süren bir uykudan sonra tâ göbeğinden sarsılıyor.” satırlarından anlamak daha mümkündü.

Mondros Ateşkesi’nin dayattığı ağır şartlara rağmen oluşturulan düzenli orduyla Türk kurmaylarının ince zekâsı birleşiyor ve bir destan motif motif örülüyordu. Elbette imkânlar düşmana kıyasla pekiyi değildi. Türk milleti; erkeği kadını, genci yaşlısı, zengini fakiri, sarıklısı, kalpaklısı yekvücut olarak muhteşem bir fedakârlık örneği sergiliyordu ve tüm bu yüksek çabanın sonucunda ordumuz ancak donatılabiliyordu. Türk halkının bizzat katıldığı mücadelenin sembolü ise “İstiklâl Yolu” olmuştu. İngilizlere yakalanmamak için türlü yollara başvurularak gönderilen gemilerden inen cephaneleri millet sırtında taşıyordu İnebolu’dan. Halide Edip’in “Uçakların gövde ve kanatları keten beziyle kaplanırmış. Bulamadıkları için bizimkiler kaput beziyle kaplıyorlar. Özel yapıştırıcısını bulamadıkları için bezi uçağa nal mıhıyla çakıyorlar. Bezin gerginliği özel bir sıvıyla sağlanırmış. Tedarik edemedikleri için beze paça ve patatesten yaptıkları bir pelteyi sürüyorlar. Sonra da gözlerini bile kırpmadan bu uçaklara binip uçuyorlar.” sözleri ise Türk’ün ateşle imtihanını apaçık ortaya koymaktaydı.

Ankara; bir yandan savaşı, diğer yandan da siyaseti idare ediyordu. Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey Londra Konferansı’nda idi. Barış taraftarı gibi görünen Bekir Sami Bey yetkisini aşmasına rağmen bir dizi antlaşmaya tek başına imza atmıştı. Bunlardan bazıları itilaf devletlerine birtakım iktisadî ayrıcalıklar tanımaktaydı. Bu yönünden dolayı İstanbul Hükümeti’nin de ümitli olduğu Bekir Sami Bey, Dışişleri Bakanlığından çekildi; antlaşmalar ise TBMM tarafından reddedildi. Yeni Dışişleri Bakanı ise o sırada Moskova Antlaşması’nı imzalayan Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey olmuştu. Bu sırada, Yunanlıların İnönü’de bir kez daha tepelenmesinden sonra İngiliz Başbakan Lloyd George, etrafındakilere öfke kusuyordu. Kendisinde teselli bulduran durum Yunan hükümetinin değişmesi ve seferberlik ilan etmesi olmuştu. Yaklaşık 225.000 dolaylarında bir kuvveti olması beklenen Yunanlılar karşısında Türk ordusunun seferberlik ilan edebilecek gücü henüz yoktu. Bu vaziyet Fevzi Paşa’nın canını sıkıyordu. Sovyetlerin imzayla vadettiği silah yardımı henüz yapılmamıştı, Güney Cephesi Fransızlarla anlaşılmamış olunduğundan kapatılmamış dolayısıyla oradaki birlikler Batı’ya sevk edilememişti ve ayrıca her ne kadar Gümrü Antlaşması Ermenilerle imzalanmış olsa da Doğu Cephesi’ne de garanti gözüyle bakılamadığından Kazım Karabekir Paşa Batı Cephesi’ne göndermek üzere hazır tuttuğu tümenleri yola çıkarmamıştı. Mevcut hâl buyken İsmet Paşa haklıydı, seferberlik henüz imkân dâhilinde değildi.

Bütün Kocaeli Yarımadası 13.500 mevcutlu 11. Yunan Tümeninin işgali altındaydı ve bölgedeki Türk gücü gönüllülerle birlikte sadece 3.500 kadardı. Yalnız Yunan Genelkurmayı, tümenlerinin oradan Gemlik’e doğru çekilmesini emrediyordu. Bu ise seferberlik ilanı ile yapacakları taarruzun öncesinde cepheyi daraltma hamlesinden başka bir şey değildi. Yunanlılar çekilme sırasında sadece köprüleri havaya uçurmuyordu, geçtikleri tüm köyleri de yakıp yıkıyordu aynı zamanda. Onlarca masumun katledilmesi, kimilerinin tecavüze uğraması bu sözde geri çekilme sırasında olmuştu; tarih böylesi bir alçaklığı yazmış değildi. Bölgedeki Türk kuvvetlerinin planı hazırdı ve Yunan tümeninin düzenli olarak çekilişine izin vermeyecekti. Yunan askeri çekilmekten yorulmuş(!) olacak ki Yamaçaltı tarafında eğleniyordu. İstihbaratı alan Türk askeri ve beraberinde Fatma Seher Hanım’ın çetesi harekete geçmişti. Beklemedikleri bir baskını yiyen Yunan askeri komutanın emriyle sağ ele geçirilmişti. Sadece bir tanesi yaralıydı ki onu da Fatma Seher Hanım’ın çetesine mensup bir kadın, namusuyla birlikte affetme duygusunu da alan Yunanlılara bunu göstermek için yapmıştı ve suç mahalline bir el ateş etmişti.

Yunan birliklerinin genel hedefi belliydi. Kuzey gruplarında bulunan üç ila dört tümenleriyle cepheden taarruz edecek ve Türk kuvvetlerini oyalayacaklardı. Asıl güçlerini de Güney kanadından yapacakları kuşatmada kullanarak kesin sonuç almayı düşüneceklerdi. 8 Temmuz 1921 tarihinde bu plana göre harekete de geçmişlerdi. Buna karşılık ilk çarpışmayı İnönü ve Kütahya mevzilerindeki Türk ileri birlikleri yapıyordu. Yine Afyon ve Afyon’un kuzeyindeki birlikler de düşmana karşı fedakârca direniyordu. Albay Halit Bey’in grubu ağır düşman baskısı altında kaldığı için Afyon’u terk etmek zorunda kalmıştı ve iki düşman kolunu karşılayacak olan 4. Tümenin başında ise Nazım Bey bulunuyordu. Onun komutasındaki Yüzbaşı Faruk ise İnebolu’ya giden gemilerin birine hüviyet ve kılık değiştirerek girmiş olan eski bir Osmanlı subayıydı. İngiliz inzibat subayı Teğmen Miller’a selâm vermediği için harbiye nazırı tarafından çağırılmış ve özür dilemesi emredilmişti. Askerlik töresince bunun mümkün olmadığını üstelik yaparsa rütbelerinde emeği olan şehit ve gazilere saygısızlık etmiş olacağını bildirerek istifasını vermiş ve Anadolu’ya gelerek millî mücadeleye katılmıştı. Nazım Bey ve Yüzbaşı Faruk ile tüm alay hayatî bir çarpışma için harekete geçmişti. Ancak Fevzi Paşa’nın telefonla Ankara’ya verdiği haber çok kötüydü. 4. Tümen Karargâhı felakete uğramıştı. Kurtarılan birkaç yaralı subayın kalanında herkes şehit olmuştu. Nazım Bey de şehitti. Kurtulanlar arasında ise Yüzbaşı Faruk vardı. Nasuhçağ ve Yumruçağ mevzilerini alarak cepheyi yaran Yunan kuvvetlerinin ilerleyişi sürüyordu. Bu aslında Eskişehir-Kütahya Muharebelerinin kaybedildiği anlamına geliyordu. O esnada cehaletle savaş bu savaşımızdan daha az önemli değil ki diyerek gerçekleşme tarihini erteletmediği ve katıldığı Öğretmenler Kongresi’nde konuşma yapmakta olan Mustafa Kemal Paşa’nın acilen Genelkurmay’a gelmesi rica edilmişti.

Fevzi Paşa, cephenin yarılması üzerine dördüncü grubun Kütahya mevzilerini terk etmeye başladığını ve onlarla olan bağlantının kesildiğini bildiriyordu Mustafa Kemal Paşa’ya. Karacahisar Köyü’nde bulunan İsmet Paşa, orduyu Seyitgazi-Eskişehir hattına çekmeyi düşünüyordu. Mustafa Kemal Paşa ise orduyu korumak için daha da geriye çekmek gerekebileceğini söylüyor ve böyle bir kararın sorumluluğunu tek başına İsmet Paşa’ya yüklemenin doğru olmayacağını ekliyordu. Mustafa Kemal Paşa, düşüncelerini İsmet Paşa’yla istişare etmek üzere cepheye gelmişti. O’na göre sadece Kütahya Muharebesini kaybetmiştik ve bu, savaşın tamamen kaybedildiği anlamına gelmiyordu üstelik Yunanlıların azami kuvveti ve gayreti görülmüştü. Buna mukavemet edildiği takdirde zaman Türk ordusunun lehine işleyecekti. İsmet Paşa, hemen hemen Mustafa Kemal Paşa ile aynı düşüncedeydi. Orduyu daha fazla hırpalatmadan geri çekmek elzemdi. İsmet Paşa’nın kaygısı ise bu askerî zaruretin halka nasıl anlatılacağıydı. Mustafa Kemal Paşa, bunun kendi meselesi olduğunu, vakti gelince orduyu Sakarya’nın Doğu’suna çekmesini söyledi. Böylesi bir geniş çaplı çekilme kararından sonra meclisteki muhalefetin homurtuları iyice artacaktı fakat Mustafa Kemal Paşa, göğüs gereceğini, ordunun elde kalması pahasına askerliğin gerektirdiğini, zamanı gelince yapmasını ifade ediyordu İsmet Paşa’ya. Tam bu anda dördüncü grubu komuta eden Kemalettin Sami Bey’den iyi haber gelmişti. Bütün tümenler düşmandan sağ şekilde sıyrılmayı başarmıştı. İsmet Paşa hemen harekete geçerek yapılacak olan çekilmenin düzenli oluşu sekteye uğramasın diye Eskişehir mevzilerinde, düşmana sürekli taarruz ediyordu. Geri çekilme hareketi bu şekilde başlamıştı. Bu sadece ordunun değil unsurların da çekilişini kapsayan bir hareketti. Silah atölyeleri buna dâhildi. Ayrıca uçaklar Ankara’ya, uçak malzemeleri de Polatlı’ya götürülüyordu. Geri dönüleceği bilindiği için istasyonlar tahrip edilmiyordu ama düşman takip edemesin diye makaslar bozuluyordu. Kalkan son trenin ardından da tüm köprüler havaya uçurulacaktı. Savaş tarihi böyle emrediyordu. Ancak çelik iradeli bir askerî yapının üstesinden gelebileceği planlı çekilme sonrasında bir meydan muharebesinin alametleri seziliyordu.

İsmet Paşa elinden gelenin daha da fazlasıyla tüm gayreti sarf etmişti. Artık yapılacak son şey, Sakarya’nın doğusuna çekilmeyi, Ankara’nın yani TBMM’nin kabul etmesiydi. Tartışmalar büyük bir hararetle başlamıştı. Bakanlar Kurulu, meclisin Kayseri’ye taşınmasını öneriyordu. Maksat ordunun Ankara’yı ve hükümeti koruma güdüsüyle değil vatanı kurtarma emeliyle dövüşebilmesiydi. Askerin kaygısızca hareket etmesinin önü ancak bu şekilde açılabilirdi Bakanlar Kurulu’na göre. Mebuslar ise bu öneriye şiddetle karşı çıkmışlardı hatta birkaçı hiddetli kürsü konuşmalarıyla dile getirmişti bunu. Öte taraftan Mustafa Kemal Paşa ve ordu karargâhı artık bütün riskleri göze alıyordu tabii hesapla ve ihtiyatla. Fransızların Güney’de tekrar harekete geçme ihtimali fazla görülmediğinden 2. Kolordunun Akşehir’e kaydırılması, merkez ordusunun iki tümeninden birini Batı Cephesi’ne göndermesi dâhil tüm seçenekler değerlendiriliyordu.

Yunan ordusu, Türklerin zayiatsız ve başarılı biçimde geri çekilmesinden sonra kendi savaş konseylerini gerçekleştirmiş ve Ankara’ya yürüme kararı almışlardı. Türk hükümeti ise kaç cephenin ateşinde piştiği belirsiz olan tecrübeli eski askerleri göreve çağırmaya başlamıştı. Bugünlerde olan beklenmedik gelişme ise Rıza Nur Bey’in yaptığı meclis konuşmasında Mustafa Kemal Paşa’nın ordunun başına geçmesini teklif etmesi olmuştu. Kimi mebuslar da bu teklifi destekleyen konuşmalar yapmıştı. Yalnız çoğunun gerçek düşüncesi, ordunun yenilmesine kesin gözüyle baktıkları için Mustafa Kemal Paşa’nın da Başkomutan sıfatıyla silinip gidecek olması ihtimaliydi. Böylelikle meydan da bu düşünce sahiplerine kalacaktı. Lâkin Mustafa Kemal Paşa’nın hamlesi mecliste âdeta soğuk duş etkisi yaratmıştı. Mustafa Kemal Paşa, ordunun sevk ve idaresinde hızlı karar alıp uygulamanın şart olduğunu ve bu fiillerin gerçekleşmesi için uzun uzun görüşme yapmaya vakit olmadığını belirterek meclisin tüm yetkilerinin üç aylığına kendisine verilmesi koşulu ile Başkomutanlık görevini kabul edeceğini söylüyordu. Mecliste çok yoğun itirazların gölgesinde uzunca tartışılmıştı Mustafa Kemal Paşa’nın teklifi. Mebuslar O’nun dikteye gideceğini düşünüyordu ve rahatsızdı. Mustafa Kemal Paşa ise hayatını millî hâkimiyet fikrine vakfetmiş biri olarak mecliste bir konuşma yapmayı ve mebusları rahatlatmayı düşünüyordu. Bunun sonucunda evvela oylama yapılmıştı ve Başkomutanlık görevi Mustafa Kemal Paşa’nın istediği yetkilerle, 13 ret oyuna karşılık 169 kabul oyuyla kendisine tevdi edilmişti. Daha sonra kürsüye gelen Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Bakanlığı’na Fevzi Paşa’yı, Millî Savunma Bakanlığı’na Refet Paşa’yı seçmelerini yüce meclisten arz ediyordu.

Mustafa Kemal Paşa, kurmaylarına, çok kısa sürede asker sayısını iki katına çıkartmak ve orduyu donatmak mecburiyetinde olduklarını aktarıyordu. Maliyenin durumu ise buna hiç müsait değildi. Klasik iktisadî tedbirlerle de işin içinden çıkılamayacaktı. Mustafa Kemal Paşa yasama yetkisini kullanıyor ve Tekâlif-i Milliye Emirlerini çıkarıyordu. Emirler, Türk milletini yalnızca canıyla değil malıyla da savaşa çağırıyordu. Halkın elinde savaşta yarar gösterecek ne varsa yüzde yirmi ve kırk oranlarında vergi olarak isteniyordu. Silahların ise yüzde yüzü yani tamamı talep ediliyordu. Topyekûn savaşın gerektirdiği vaziyet buydu. Ayrıca mebuslardan bir kısmı asker alma merkezlerine gönderilmişti ve tüm gençlerin ölüm-kalım savaşına davet edilmesi için çalışmakla görevlendirilmişti. İnebolu’dan ise 75 milimetrelik top mermileri yetiştirilmek üzereydi. Türk halkı yine emsalsiz bir diğerkâmlık örneği göstermişti, elinde neyi var neyi yok bağışlamıştı; hem de devletin zor kullanmasına gerek bile kalmadan.

Türk Mehmetçiği bu savaşı göğüsleyecekti. Sakarya’nın Doğu’suna kurulacak olan cephe hattına, birlikler peyderpey sevk ediliyordu. Düşmanın da birkaç gün içerisinde harekete geçebileceği öngörülüyordu. Mustafa Kemal Paşa, Türk ordusunun başkomutanı sıfatıyla cephede olacaktı. Bu arada Akşehir’deki 2. Kolorduya katılarak cepheye ulaşması gereken bir tümene bağlı alay, katar yakıtı bittiği için yarı yolda kalmıştı. Tümenin toplarını da bu katar taşıdığından yola devam etmesi şarttı. Askerler ahşap vagonları parçalayıp ocağa atmaya başlamıştı. Bu çürük tahtalarla olmaz diye geveleyen Rum makinist, komutanın, seni çam yarması niyetine ocağa atar; yürütürüm bunu demesiyle işinin başına geçmiş ve nihayet tren hareket etmişti. Hakikaten sıkıntının biri giderilse diğeri baş gösteriyordu. Bu kez de İnebolu’dan gelen ve 75 milimetrelik olması gereken top mermilerinde sorun çıkmıştı. Yüklü miktardaki bu sevkiyatta on sandığın dışındaki tüm mermiler 77 milimetrelikti ve Türk topları 75 milimetrelik mermilere göreydi. Yeniden top mermisi getirtecek kadar da zaman yoktu. Bir çare bulunması zaruretti. İmalat-ı Harbiye’nin müdürü genç mühendisin, bir fikri vardı fakat oldukça riskli ve tehlikeliydi. Mühendis, 77 milimetrelik mermileri gövdesinden tornalayarak 75 milimetrelik topa uygun olacak şekilde inceltmeyi öneriyordu. Yalnız bu esnada ısınabilecek merminin patlaması bütün tamirhaneyi içindekilerle birlikte havaya uçurabilirdi. Bu yüzden işlemin mermilerin içi boşaltılarak yapılması gerekiyordu. Böyle olunca da sadece bir mermiyi işlemek için üç dört saatin harcanması lazım gelirdi. Hiç durmadan çalışılsa günde en fazla sekiz on mermi demekti bu ve savaş başladığında her gün bin merminin ihtiyaç olabileceği varsayıldığında çok düşük bir sayıydı. Mühendisin gözü karaydı. Diğer ustaların ve çalışanların hayatıyla oynamamak için gece atölyeye tek başına giderek bir mermiyi içini boşaltmadan işlemeyi düşünüyordu. Tam işe koyulacakken tüm tamirhanenin ayaklandığını gördü. Artık yalnız değildi. Denemeye de değerdi. İçi dolu mermi 14 dakikada işlenerek gövdesinden inceltilmişti ve üstelik hiç ısınmadan. Bunu gören mühendis ve ustalar iş için daha küçük el tornaları olursa ve bunlara daha geniş ağızlı bıçaklar takılırsa sürenin daha aşağıya çekilebileceğini anladılar. Ve dedikleri gibi de oldu. Mümkün olan en kısa sürede mermileri seri bir şekilde topa uyumlu hâle getirmeyi başardılar. Deneme atışları son derece müspetti.

Askerin cepheye ikmali devam ediyordu. Akşehir’deki 2. Kolordu yolda kalan katarın yetişmesiyle tümenlerini tamamlamıştı. Sularını taşıyacak araba bulunması hâlinde vakit kaybetmeden yola çıkacaktı. Mustafa Kemal Paşa, mürettep kolorduyu da cephe sağ kanadına aldırmak istiyordu. Mürettep kolordunun hareketinin de tıpkı 2. Kolordunun hareketi gibi düşmanca sezilmemesi gerekiyordu. Merkez ordusu da bir tümen çıkarmıştı yola ve başına Yusuf İzzet Paşa geçirilecekti. 2. Kolorduyu harekete geçirecek arabalar da menzil komutanının 60 saat at üstünde köy köy dolaşması sonucu temin edilmişti; arabalar, hayvanların ve askerin su ihtiyacını fazlasıyla karşılayabilecek ölçüde testilerle yüklenmiş hâlde pazar meydanında toplanıyordu. Süvari bölüğü de yoldaydı. 240 Km’lik mesafeyi zamanında aşabilmesi için her gün üst üste 40 Km yol yapması lazımdı. Bunun için sıhhiye birliğinin yaman olması şarttı ki geride herhangi bir şey kalmadan cepheye yetişilsin. Düşman keşif uçakları genellikle tepedeydi. Amaçları Türk kolordularının hareket edip etmediğini veya yer değiştirip değiştirmediğini takip etmekti. Akşehir’deki 2. Kolordu işte bu yüzden geride az bir asker bırakmıştı. Onların görevi ise uçaktaki gözlemcileri yanıltacak olan süpürge tozlarını hazırlamaktı. Bir kolordu mevcudu kadar yapılması gerekti ki havadan bakıldığında insan zannedilsin. Yunanlıların keyfince uçurduğu uçakları Türk ordusu rahatlıkla kullanamıyordu çünkü İngiliz ambargosu yüzünden uçakların yedek parçaları getirtilemiyor ve eldeki uçaklar da uçmak için riskli hâlde oluyordu üstelik onlar bile henüz tamir edilip cepheye yetiştirilememişti. Cephede bulanacak bir tane sağlam uçak demek yapılacak hava keşfiyle düşmanın hangi kanattan saldıracağını öğrenmek demekti. İmkânın az olduğu yerde savaş sanatını bilmenin önemi artıyordu. Mustafa Kemal Paşa, cepheden saldırmayacaklarını belirten kurmayına katılıyordu; kuzey kanadını da ikmal yolları açısından elverişli bulsalar da arazi şartlarının taarruza uygun olmadığını göreceklerinden kullanmazlar diyordu.

Mustafa Kemal Paşa analizinde haklıydı. Yunan kuvvetleri baskını güney kanadından verecekti. Yanıltıcı olsun diye de Güney’e tek, Kuzey’e çift kolordu göndereceklerdi. Güney’deki kolordusu harekete geçmeden önce Kuzey’deki kolorduları Polatlı karşısında takviyeli bir tümen bırakarak Gündoğu Dağları’nın arkasından gizlice dolaşıp Güney’le birleşecekti. Yunanlıların hesabı yağmur mevsimine kalmadan savaşı kısa sürede bitirmekti. Bundan dolayı ordularının uzun bir kavis çizerek yorulması pahasına bu planı uygulayacaklardı. İsmet Paşa’ya göre ne olursa olsun en az bir tane uçağın tamir edilip yetiştirilmesine kadar kara keşfiyle de olsa düşmanın muhtemel harekât tasarılarının netleştirilmesi elzemdi. Ayrıca savaş başladığında izinsiz ve emirsiz geri çekilenlerin idam edileceğini, Naci Bey’e yazdırıyordu İsmet Paşa; bu kararı kolay vermedim ama hata yapmaya hakkımızın olmadığı bir geçitten geçiyoruz diyerek. 14 Ağustos 1921 tarihinde Yunan birlikleri harekete geçmişti. Onlara göre kayda değer bir direnişle karşılaşmadan neşe içinde ilerliyordu orduları. Bu esnada Türk mürettep kolordusu Göynük’e kadar gelmişti. Aynı zamanda 2. Kolorduyla onlara katılacak olan süvari birliği de altı yürüyüş gününün ikisini kazasız belasız geçmişti. Türk kuvvetleri düşmana göre daha geç kalmış gibi görünse de durum tam olarak böyle değildi. Türk askeri toprağını, huyunu suyunu tanıyordu; düşmansa ağustos sıcağında alev gibi bozkırda yürümek nedir ilk kez tecrübe edecekti.

(Devamı gelecek sayıda!…)

Bir yanıt yazın