Milletlerin varoluş mücâdelesinde edebiyat mühim bir görev üstlenir. Aynı dili konuşan topluluklar coğrafî açıdan birbirlerine uzak olsalar da edebiyat; onları yakınlaştırır, aynı duyguları yaşamalarını, aynı hisleri yeşertmelerini, aynı türküleri söylemelerini sağlar.

Edebiyat, millet denen olgunun omurgası gibidir. O olmazsa millet ayakta duramaz, varlığını sürdüremez. Dili bir, mâzisi bir, soluduğu havası bir, bölüştüğü ekmeği bir, gerektiğinde sırt sırta koştuğu cephesi bir olanların buluştuğu ortak payda, ortak birikimdir, edebiyat.

Kimi zaman destan olur, kültür kodlarını geleceğe taşır, yeniden uyanışı sağlar; kimi zaman şiir olur, estetik bir dille duyguları haykırır, gönüldeki ateşi harlar. Öykü olur, yol gösterir; roman olur, öğüt verir. Geçmişle gelecek arasına bir köprü kurar; bazen de bir insanın yaşadıklarını anlatarak esâsen, mensubu olduğu milletin tâlihini döker kâğıda. Tıpkı millî bütünlük deyince akla ilk gelecek isimlerden biri olan büyük romancımız Cengiz Dağcı gibi… Onun romanları, yaşadıkları itibarıyla hem kendisinin hem de milletinin biyografisi gibidir.[1] O, milleti adına söz almış, mesûliyet yüklenmiş ve harp yıllarında yaşananları kuvvetli kalemiyle, mertçe zihinlere aktarmıştır.

Biz bütünlük derken elbette birileri boş durmuyor. Millettaşlarımızla aramıza yüzyıllardır nifak tohumları ekmeye çalışanlar var. Bunda zaman zaman başarılı olduklarını da görmekteyiz. Fakat Dağcı’da baltayı taşa değil, kayaya vurduklarını gurur ve rahatlıkla söyleyebiliriz. O, kendisini Sovyetleştirmeye çalışanlara, yazdıklarıyla şiddetli bir şamar indirerek âdeta bir millî bütünlük dersi vermiştir. Türkiye’ye bir kez bile gelmediği hâlde Türkiye Türkçesinde eserler vererek aradaki rabıtanın ne kadar sıkı olduğunu göstermiştir. Bizi kendisinden, kendisini bizden, bizi bizden ayırmadığına sözleriyle ve eylemleriyle işâret etmiştir.

Dağcı, eserlerinde millet mefhumunu sıklıkla işlemiştir. Türkçe’nin önemine vurgu yapmış, Türk adını bir üst kimlik olarak kabul etmiştir. Korkunç Yıllar’daki şu ifâdeleri bunun en çarpıcı örneklerinden biridir: “Bahçesaray’dan Kaşgar’a vatana kadar binlerce minaremiz göklere uzanıyor. Bize Tatar diyorlar, Çerkez diyorlar, Türkmen diyorlar, Kazak diyorlar, Özbek diyorlar, Azer diyorlar, Karakalpak, Çeçen, Uygur, Kabardı, Başkırt, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan! Deniz parçalanmaz. Biz Türk-Tatarız.”[2] Cengiz Dağcı, Türklüğü bir deniz olarak tahayyül ederken tüm Türkleri bir bütün olarak gördüğünü açıkça dile getirmiş oluyor. Öyle ya, “Türkçe bana anamın konuştuğu dildir.” diyen Cengiz Dağcı ile “Türkçe ağzımda anamın ak sütü gibidir.” diyen Yahya Kemal arasındaki fark herhâlde yalnızca coğrafya ile açıklanabilir.

Cengiz Dağcı, 1919 yılında Kırım’ın Yalta şehrinde dünyaya gelir. 2011’de Londra’da yaşama gözlerini yumduğu âna değin sürekli üretir. Onlarca roman kaleme alır. İkinci Dünya Savaşı sırasında orduya çağrıldığında henüz tahsilini bile tamamlayamamıştır. Hayatındaki bu dönüm noktası ona ömür boyu sürecek acı ve hasret duygularını bahşeder. En güzel yıllarını esirlikte ve savaşın tam ortasında geçirir. Kaderin ona biçtiği rol de budur. Bir dram filmini andıran bu hayat sahnesinde rolünü oynarken her zorluğu göğüsler. Günü geldiğinde acılarını kalbine gömer, kalemiyle dertleşir, özlemini kâğıda döker. Ve ölüme öyle bir direnir ki 92 yaşında vefâtına kadar dünyaya Kırımlıların yaşadığı acıyı edebiyat aracılığıyla haykırmaya devam eder.

Savaş ve esâret yıllarının ardından Londra’ya yerleştikten sonra, sağlığında bir daha Kırım’a dönememesi Dağcı’nın içinde kanayan bir yara olmuştur. Tabiî ki bu acıyı tadarken yine tek başına değildir. Aynı hisleri milleti adına da besler. Hatıralarda Cengiz Dağcı adlı eserinde Kırımlıların uğradığı felâketleri soykırım atfeder: “Rus emperyalizminin hedefi Kırım’da bir tek Kırım-Tatarını bırakmamaktı. Hedeflerine ulaştılar da yarım yüzyıl Kırım’ın gerçek sahipleri Kırım’sız yaşadılar sürgünde; nüfusunun hemen hemen yarımı bir daha da Kırım’ı görmeden gözlerini kapattılar yaşama. Gerçek genoside. Tam anlamıyla bir milleti yok etme.”[3]

Dağcı sağlığında ata toprağına dönememiştir. Fakat Kırım’ını ve mensubu olduğu Türk Milletinin uğradığı zulmü, eziyeti, haksızlığı ömrü boyunca edebî kişiliğiyle anlatan değerli üstâdımız, ebedî ikâmetgâhını da bir romanı vâsıtasıyla âdeta yıllar evvel vasiyet etmiştir. Yaşarken hiç vazgeçmediği edebiyat, ölümünden sonrası için referans olmuştur kendisine. Onun canından çok sevdiği Kırım’a defnedilme arzusu Türkiye Cumhuriyeti’nin önayak olmasıyla gerçekleşmiştir. Cengiz Dağcı, uçmağına, vatanına avdet etmiştir.

Zor olanı o yaptı, basit iş bize kaldı: Onun azîz hâtırasını ilelebet yaşatmak, devraldığımız mîrası ise gelecek nesillere bırakmak…

Ruhu şâd olsun. Edebiyatıyla binyıllarca yaşasın.

[1] İbrahim Şahin & Salim Çonoğlu, Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı Kitabı, Ötüken Neşriyat, s.244, 2017

[2] Cengiz Dağcı, Korkunç Yıllar, Ötüken Neşriyat, 24.Basım, s.27, 2018

[3] Cengiz Dağcı, Hatıralarda Cengiz Dağcı, Ötüken Neşriyat, s.32, 1998

Bir yanıt yazın