MiLLET denilen varlığın kutlu bir mahiyet kazanması son yüzyılların insanlığa hediye ettiği en büyük değerlerden biridir. Uzun tarihî tecrübelerden sonra insanlar öğrenmişlerdir ki “kuvvetliler” tarafından eritilerek, yutularak ortadan kalmak tehlikesinden uzak, kendi mânevî havasının huzuru içinde, korkusuzca yaşayabilmek, millet halinde taazzuv etmekle kabildir. Tarih, savaş meydanlarında orduların yenildiklerini, devletlerin yıkıldıklarını, fakat millet seviyesine erişmiş toplulukları yok etmenin mümkün olmadığını gösteren misâllerle doludur. İşte bu gerçek her medenî ülkenin aydınlar zümresini, halk kütlelerini millet olma çabasına sevk etmiş, kültür faaliyetlerine yol açmıştır. Ana gayesi millî varlığı korumağa yönelen kültür çalışmalarında dil mevzuu birinci mevkii işgal eder. Türkiye’de de dil meselesinin en önde yer alması bu sebeptendir.

Millet varlığının ilk aslî belirtisi ve dolayısıyla millî hüviyetin özü olan dil, toplulukları birer bütün yapan ve bu bütünlüğün devamını temin eden başlıca faktördür. Kültürlerin zenginleşmesi, medeniyetin gelişmesiyle toplulukların, bu tekâmül silsilesine paralel surette, değişimlere uğramaları bir sosyolojik kanundur. Fakat aynı kanuna göre, bir topluluğun tarihten silinmesi için dilinin unutulması gerekir. Dilin ölümü ile onu konuşan kavminde mâziye gömüldüğünü kabul etmek tarihin de prensiplerindendir. Görülüyor ki, dil milletin sosyal yapısının temel taşını teşkil etmektedir. Ne bütün insanlığı kavrayıcı mânevî, ahlâkî kâideler koyan dinler, ne çeşitli kavimler belirli bir hukuk nizâmı ve menfaat ortaklığı etrafına toplayan imparatorluklar, ayrı dillerdeki insan gruplarını birbirileri ile mezcetmeye muvaffak olamamışlardır. Böylece tarihte ayırıcı unsur olarak büyük rol oynayan dilin, ondan daha ehemmiyetli olmak üzere, birleştirici karakteri de vardır. Aynı lisanı konuşanlar, dünyanın neresinde ve hangi şartlar altında olursa olsunlar müşterek dilin sağladığı derûnî bağlılık dolasıyla duygu ve telâkki bakımlarından aynı değerler içinde yaşarlar. Dilin, devlet sınırlarını, coğrafî engelleri aşarak, birbirlerinden uzak yerlerdeki kütleler arasında bağlantı kurabilmesi, onun ne kadar kudretli bir beşerî unsur olduğunu isbat eder.

Bugün Asya ve Avrupa kıtasının çeşitli bölgelerinde dağınık halde yaşatan Türkler için de Türkçe’nin durumu böyledir. Yeryüzündeki 100 milyon Türk’ün en kuvvetli millî dayanağı olan Türkçe vaktiyle de aynı fonksiyonu icra etmiş ve yalnız Türklerin değil, fakat hürriyetçi, insaniyetçi, Türk idaresinin nimetlerinden faydalanan ve eski kültürümüzün tesiri altında kalan yabancı kavimlerin de konuştuğu milletlerarası bir dil olmuştu. Türkçe’nin ulaştığı bu büyük mazhariyet onun ulu bir milletin anadili olmasından ileri geliyordu. Altın sahifelerle dolu şanlı mâzimizin tarihî seyri içinde gelişen ve olgunlaşan Türk dili eski Türk kültürünün ifade vasıtası olduğu kadar, Türk millî şuurunun da sembolü idi. Bu durumda Türklerin dillerini sevmeleri kadar tabiî bir şey olamazdı. Dil bilgisi ile uğraşan her ilim adamı ve Türk tarihi mütehassıslarının hemen hepsi Türklerin dillerini kıskançlıkla koruduklarını söylerlerken, aynı zamanda, Türkün milletçe birlik olma ruhundan asla fedakârlık etmediği gerçeğini de belirtmiş oluyorlardı. Türkçenin millî bünyede sağladığı bu canlılık bugün de devam etmektedir ve dilin hiçbir siyasî, coğrafî engel tanımaması yanında, Balkanlardan Çin’e, Urallardan Afrika’ya uzanan geniş sahalarda kalabalık Türk kütlelerinin mevcudiyeti düşünülerse, Türk dilinin ifade ettiği mânâ daha iyi anlaşılır.

Demek ki, Türkçe meselesi Türkiye’nin resmî hudutlarından çok uzaklara taşan ve sanıldığından çok daha mühim bir mevzuudur. Türkçenin bu müstesna durumu memleketimizdeki dil çalışmalarında takip edilecek yolu kesin şekilde çizmektedir. Buna göre, dil meselesi yalnız Türkiye ölçüsünde değil, fakat Türkçenin realitesine uygun olarak, 100 milyonluk kütlenin konuştuğu anadil bütünlüğü içinde ele alınmalı ve Türkçenin işlenmesinde onun Türk millî kültür birliğine şekil veren tarihî seyri gözden uzak tutulmamalıdır. Zaman yönünden derinlik, mekân yönünden genişlik vasıflar her dilden ziyâde Türkçe için dorudur. Türkçeyi çağdaş kültün icaplarına göre geliştirmek, bu arada, halk kütlelerinin de anlayabileceği bir dil haline getirmek maksadıyla sadeleştirmek ne derecede lüzumlu ise, onun tarihî-millî fonksiyonundan doğan özel vasıflarını da asla dikkatten kaçırmamak o kadar mühim bir vazifedir. Şu nokta bilinmelidir ki, vatansever Türk aydınları arasında anadilin yücelmesini, zenginleşmesini istemeyenlerin mevcut olabileceği tasavvur edilemez. İmparatorluk devrinde türlü tesirler yüzünden saray ve medrese çevrelerinin, dış Türlük Dünyasında da bir sürü siyasî ideolojilerin baskısı altında aslî hüviyetinden hayli kaybetmiş olan dilimizin modern fikir, edebiyat, felsefe mefhumlarını ifadeye muktedir bir seviyeye yükseltilmesi her Türkün candan arzuladığı bir husustur. Önce Kırım’da İsmail Gaspıralı’nın ve Türkiye’de “Genç Kalemler” dergisinde, toplanan idealist gençlerin duyduğu samimi arzu Büyük Atatürk tarafından Türk Dil Kurumunun tesis edilmesiyle bütün Türklük ölçüsünde millîleştirilmişti. Atatürk Türk Tarihiyle Türk Dili’ni, pek haklı olarak, aynı değerde tutuyor, millî tarih vesilesiyle Türlük şuurunu uyarmağa çalışırken, Türk Dili yoluyla da bu şuur birliğini kuvvetlendirmek gayesini güdüyordu ve kendisinin hazırlattığı kurum tüzüğünde belirtildiği üzere, bunun ilmî usullerle halledilmesini istiyordu. Çünkü Ata’nın inandığı büyük gerçeklerden biri en hakîkî mürşidin ilim oluşu idi.

Türkçe meselesi böylece normal yoluna girmişti. Fakat sonraları durum değişti. Ata’nın Türk milletine paha biçilmez armağanlarından biri olan Türk Dil Kurumunun mensuplarının Türkçe üzerine gerektiği kadar eğilmedikleri görüldü. Türkçenin, yukarıda izaha çalıştığımız tarihî-millî fonksiyonuna ehemmiyet verilmedi, bu arada Atatürk’ün tesbit ettiği gaye de ihmâle uğradı. Kurum “ilmî” hüviyetten çıkarıldı ve alelâde “kamu yararına” bir cemiyet hâline getirildi, hattâ tüzükteki “ilmî” tâbiri bir kurultay kararı ile kaldırılarak ilim dışı davranışlar âdeta kanunlaştırıldı. Otuz beş kişilik yönetim kurulunda gerçek dil araştırıcılarının sayısı üçe indirildi; tilcik’lerin, devrik tümce’lerin bayraktarlığını yapanlara orada seçkin mevkiler verildi. Tabiatıyla keyfîlik aldı, yürüdü.

Unutmamak lâzımdır ki, dil ehemmiyetinde bir millî dâvânın katiyen hafifliğe tahammülü yoktur. Bu keyfîlik çıkmazında ısrarın bizi, tasavvuru bile ürpertici bir korkunçluk arz eden şu neticeye götüreceğinden şüphe edilmemelidir: Türklükten kopmuş, köksüz, sun’î bir Türkçe!  ve Türk Dünyası, Türk kültürü ile irtibatı kesilmiş, mâziye yabancı bir Türkiye!

Fakat hiç kimse ve hiçbir müessese, uğurunda ırmaklar gibi kan dökülen bu aziz vatanın mukadderatı ile oynamağa salâhiyetli değildir. Hâlli gereken bir Tüekçe problemi olduğunu kabul ediyor, dâvânın unsurlarını biliyoruz. İlim ve ihtisas çağında yaşadığımızı hatırlamalı ve meseleyi bu milletin evlâtları ve en aşağı “Kurumcular” kadar vatansever kişiler olan ilim adamlarımıza tevdî etmeliyiz.

Bir zamanlar milletler arası bir kültür dili olan Türkçe bu vasfını henüz kaybetmemiştir. Türkçe yine Dünyadaki eski yerini almağa namzettir ve bunun için gerekli şartlar hazırdır. Türkçenin yarınını teminat altına almak için yapılacak iş “Kurum”u mütehassıs ellere teslim etmekten ibarettir.

KAYNAKÇA
PROF. DR. İbrahim KAFESOĞLU, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, 2017 Basım, Sayfa 87

Bir yanıt yazın