Haçlı Seferleri, küçük feodal merkezleri çökertti ve Avrupa’yı krallık müessesesi etrafında topladı. Doğu’nun etkisiyle Avrupa’da bir uyanış ve dönüşüm başladı. Buna “Rönesans” dediler. Greko-Romen köklerine bağlanıp Batı medeniyetini kurdular.
BİZ NE YAPTIK?
Tanzîmat ile birlikte bizimkinden daha üstün bir kültür, sanat, ahlâk ve hukukun var olduğuna inanmaya başladık. Bu kısaca “Batı” idi. Ve onu taklide koyulduk. Hâlbuki “Bir medeniyete girmenin en tehlikeli şekli o medeniyeti taklit etmektir. (…) Sonu o milletin kendinden vazgeçmesi, soysuzlaşmasıdır. (s. 137)”(1)
Claude Farrere bunu şöyle anlatıyor: “Türkler; Avrupalıların, Londra’dan Saint-Petersburg’a kadar, ‘Türkler Avrupa’dan dışarı’ diye tekrar edip durduğunu biliyorlardı. Onlardan tek farkları neydi? Müslüman olmaları değil mi? Türk olanlar sadece kendileri değildi hâlbuki. Aynı ırktan olan ve ârî kavimler arasına sokulmuş bulunan Bulgarlar ve Macarlar vardı. Bununla beraber Avrupalılar, sadece Türkleri istemiyorlardı. O zaman Türkler düşünmeye başladılar: Biz Müslüman’ız ama olmaya da bilirdik. İşte bunun için Türkler, cetlerinin mirasını hor görmeye başladılar. (s. 201) İslam’a borçlu oldukları şeyleri inkâr ederek kendilerini temize çıkarmayı, aynı zamanda kimsenin ne olduğunu bilmediği eski ve saf bir medeniyetin kaynağına döneceklerini hayal ediyorlar. Sadece İslam’ı ortadan kaldırmak için, henüz çok saf ve sâde bir milleti kökünden koparmak için, hepsi bu! Hâlbuki bu davranış medeniyeti öldürebilir. Milleti mahvedebilir. (s. 202)”
Claude Farrere, aynı zamanda ne yapılması gerektiğini de kaydetmişti. “Bana öyle geliyor ki bugün kendilerine menfur gibi görünen ama onlar için tek kurtuluş yolu olan mâzilerine yavaş yavaş dönmek zorunda kalacaklardır. (s. 206)”(2)
O zaman biz de onun dediği gibi ve Avrupalıların yaptığı gibi kendi köklerimize bağlanıp Türk’ün uyanış ve kendine dönüşünü gerçekleştirmeliyiz. “Kendimize dönüş hareketi, kendi ruhumuza bağlı yeni bir ahlâk, ruhumuzu tanıtacak bütün ilimlerin canlandırılması ve mekteplerimizde bunların okutulmasıyla başlayacaktır. (s. 85)”(3)
Doğu’nun üstünlüğünü gördüğü ve etkilendiği zaman, Şarklılaşmak yerine, kendi Greko – Romen köklerine dönen Batı, etkilemek istediği kişi ve toplulukları benliklerinden uzaklaştırmak için Hümanist görünerek kendi kültür unsurlarını aşılamıştır. Medeniyetin esası olan ilim ve tekniği vermemiştir. Böylece kültür emperyalizmi yoluyla sömürmüştür. Özellikle Küba Krizi’nden sonra dehşet dengesinin yerleşmesi ve Brejnev Doktrini uygulamalarının da etkisiyle yeni sömürgeciliği tam bir kültür savaşına dönüştürmüştür. Artık iyiyi, kötüyü, yönü, yolu hep Batı belirliyor. Çünkü çağları bitirip başlatan ve bunları bütün dünyaya kabul ettiren Batı, insanlığın hafızasını teslim alıyor. Geleceği de istediği gibi şekillendiriyor. Batı kültürünün unsurları kültürümüze bu yüzden hücum etmiştir. Sonuçta millet özünden kopmuş, ülkemiz adı Türk fakat Türk gibi düşünmeyen insanlarla dolmuştur. Bu, ters kültür ve sözde millî eğitim siyaseti yüzünden olmuştur. Mâdemki bu yüzden özümüzden uzaklaştık, kendimize dönüş, tersliği düzelterek olacaktır. Biz de kendi kök ve kültür kaynaklarımıza bağlanacağız. Bu; eğitim, edebiyat, sanat ve felsefeyle aydınlatılıp iknâ edilerek yapılacaktır. Tersliğin altını çizmek için tekrar edelim: Rönesans’tan önce İtalya ve Fransa’da başlayan, adına Hümanizm denilen fikir hareketiyle aydınlar, eski Yunan filozoflarının eserlerini aslında okumak, Hristiyanlığı Hz. İsa’nın getirdiği şekliyle öğrenmek için Grekçe ve Latince öğrendiler. Öz kaynaklarına ulaşarak “kendine dönüş”ü sağladılar. Onlar için bir milliyetçilik olan akım, bizim gibi ülkelere gelince -sözde!- insanları sevmek haline sokuldu. Bunun sonucunda Türkiye’de başlayan Hümanizm hareketiyle eski Yunan ve Latin eserleri baş tacı edildi, liselere Latince dersleri kondu. Bugün kendi medeniyetimizin eserlerini ihmal ederken eski Yunan ve Bizans kalıntılarını ihyâ eder olduk.
Türkiye içeriden kuşatılmıştı ve bu, beklenen bir sonuçtu. Bilinerek ve istenerek gerçekleştirildi. İşte belge ve delilleri: “Baş eksiğimiz… Çocuklarımıza Latinceyi, Yunancayı öğretmeliyiz. Latin yazarlarının, Yunan yazarlarının yapıtlarıyla yoğurmalıyız onları.” B. Süha Ediboğlu, 03.07.1973 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Ataç’ın görüşlerini böyle anlatmıştı.(4)
Bu doğrultuda Hasan Ali Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığı sırasında klasikler tercüme edilmişti. Şu değerlendirme de Atsız’dan: “Yabancı klasiklerin tercüme edilerek Türk gençliğine okutulması, onlarda bir aşağılık duygusu yaratmaktan başka sonuç vermemiştir. 20 – 25 yaşlarındaki gençler şâheser diye hep Yunan, Latin, Batı, Acem, Arap, Rus eserlerini okursa ‘Demek benim milletimin şâheseri yokmuş.’ düşüncesine kapılmasından daha tabiî ne olabilir?” (Ötüken dergisi, Mayıs, 1973)
Şimdi anlaşıldı mı su neden yatağında akmıyor? İşte yapmamız gereken de suyu yeniden yatağında akıtmaktır. Yitik kaybedildiği yerde aranır. Kaybettiğimiz şey belleğimiz olduğuna göre ve yanlış kültür, sözde millî eğitim politikalarında kaybettiğimize göre onu millî kültür ve millî eğitim politikalarında bulacağız. İlk zamanlarımızda “Ey Türk! Kendine dön!” deyip durmamız bundandı. Âşık Kemaloğlu’nun ifadesiyle
“Batı ne ağırlar, ne de el verir;
Ne Türk’e uyacak emel verir.
Kendine dön ey Türk! Gayri elverir
Orkun’dan alınmış fermanımız var.” diye haykırmamız da bunun içindi.
KAYNAKÇA
- İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Türk’e Doğru, Kültür Basımevi, İstanbul, 1943
2. Claude Farrere, Türklerin Manevi Gücü, (Çeviren Orhan Bahaeddin), 1001 Temel Eser - Nurettin Topçu, Milliyetçiliğimizin Esasları, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1978
4. Yavuz Yücel Gökçeoğlu, Ötüken Dergisi, Temmuz, 1973