Birkaç sene önce pehlivanları yazmaya karar verdiğimde internet üzerinde de çalışmalar yapmış ve İran’da çekilmiş bir belgesele rastlamıştım. Belgeselde yaşlı konuşmacı “İran’da eskiden bir mahallede pehlivan varsa orada polise gerek yoktu” demişti. Bu minvalde bir tasavvura Türk edebiyatının âbide isimlerinden Refik Halid Karay’ın Eski Pehlivanlarda Manevi Vasıflar adlı makalesinde tesadüf ediyoruz. Karay pehlivanların hasletlerini şu satırlarla kaleme almıştı:

Eskiden bir pehlivan, hele bir defa o sıfatla anıldı mı maddî kuvvetini manevî kuvvetiyle de bezemek zorunda idi. Zîra halk na­zarında pehlivan sadece vücut kuvvetini ifade eden bir mef­hum değildi; çok dürüst, iyi huylu, iyi ahlâklı, fazîlet sahi­bi kâmil bir insana da delâlet ederdi; çoluğa çocuğa, kıza, ka­dına emniyet vermesi gerekirdi.

O devrin pehlivanı kuvvetini sadece güreş sırasında gösterir, bunu başka hiçbir işte kullanma­ğa yanaşmazdı. Pehlivanlar en müsamahalı adamlardı; kızmaz­lar, böbürlenmezler, iyilik ya­parlar, halk arasında çıkan ih­tilâflarda hakemlik vazifesine ge­tirilirler ve vazifelerini hakîka­ten adaletle yerine getirirlerdi.

— O, bir pehlivandır, derdik, sözüne güvenilir, haksızlığı ka­bul etmez, gözü kapalı malını, mülkünü, varını yoğunu kendi­sine emanet edebilirsin!

Umumî kanaat bu merkezde idi; pehlivan manevî cephesini de idmanla kuvvetlendirip beğen­dirmek, iki cepheden de ün al­mak, fazilet hususunda da peh­livan olmak isterdi.

 

Pehlivanlık sadece er meydanına inip kuvvet denemesi yapmak değildir, pehlivan kudretinin Allah’ın lütfu olduğunu bilir her daim bunun şükrünü yaşar. Bu kudrete ihânet edilmez. Koca Yusuf Paris’te rakiplerini 2-3 dakikada dize getirince tamamen temâşâ ve sahne performansına dayalı Fransız güreş camiası şok olmuştur. Çünkü Türk güreşçileri şova dayalı ve tribünlere oynayan Fransız tarzının aksine rakiplerini bir an evvel dize getirmeyi şiar edinmişlerdir. La Vie Au Air dergisinde yayınlanan anılarında “Türklerin gelişi bizi tekrar sahnelere çekti ve mesleğimizin altın çağı yaşandı” diyen dönemin meşhur güreşçilerinden Paul Pons, La Lutte adlı eserinde Türk güreş metodunun “Çamouk çamouk” [çabuk çabuk] olduğunu yazar. Pons’un kastettiği diriliş çağı bununla alakalı olmalıdır. Zira Yusuf’ların Kara Ahmet’lerin Adalı’ların meydanlara çıkmasıyla al gülüm ver gülüm dönemi kapanmış tribünlere sempatik gelen güreşçilerin bir şekilde galip getirildiği tiyatro son bulmuştur. Yine de organizatörler Yusuf’un “çabuk çabuk” rakiplerini dize getirip sahneyi terk etmesinden pek hoşnut değillerdir. Öyle ya tıklım tıklım doldurulan Folies Bergere ve Cirque de Hiver salonları kıran kırana güreşler beklemektedir. Yusuf’a “yenil” diyemeyen organizatörler en azından işi biraz uzatmasını seyircinin gözünü boyamasını talep ettiklerinde pehlivanın cevabı Türk pehlivanına yakışır nitelikte olacaktır:

“Allah’ın verdiği kuvvete nankörlük edemem.”(1)

Yusuf’un mertliği bu kadarla da sınırlı değildir. İsmail Habip Sevük’ün naklettiğine göre Yusuf’la güreşmek için Paris’e gelen Hergeleci’yle Kara Ahmet’i karşılayanlar arasında Koca Yusuf’un da bulunması iki pehlivanın sarmaş dolaş olmaları danışıklı güreşe alışkın olan Fransızların gönlüne şüphe düşürmüş, vatan topraklarında iki pehlivanın ölümüne güreştiğini er meydanlarının şaka kabul etmeyeceğini bilmeyen Fransızlar iki pehlivanın güreşinin önceden planlanmış bir gösteriden ibaret olduğunu düşünür olmuşlardır.

Sevük’ün naklettiğine Fransızların istifham dolu bakışlarının çevrildiği ressam Galip Bey’in cevabı net ve kâtidir:
“Bizde güreş yerine er meydanı derler. Orada madrabazlık olmaz. Hemşerisi değil isterse öz kardeşi olsun.”

İngiliz Tom Canon da Galip Bey’le hemfikirdir:
“Güreşi beş-on dakika uzatsın diye masaya dizdiğim o çil çil altın dizilerini reddeden Yusuf hiç dürüstlükten ayrılır mı?”

Sevük’ün tabiriyle sonsuz güçle sonsuz hünerin savaşı olan bu güreş Fransızların görüp görebildiği en vahşi güreş olarak kaydedilecek, iki pehlivanı minderde güç-bela ayırabileceklerdi. Güreş öylesine sert olmuştu ki aralarında Tom Canon’un da bulunduğu izleyiciler sahaya girerek Yusuf’un Hergeleci’yi öldürdüğünü düşünerek güreşi zorla ayıracaktı. Gerçekten de bu kıran kırana güreşte Hergeleci’nin ağzından burnundan kanlar geldiği ama bu ölümcül güreşin en netameli yerinde ayrılmasına en büyük tepkiyi yine Hergeleci’nin gösterdiği söylenegelmiştir.

Türk yağlı güreşinin, ata sporu olması, Türk’ün ezelden beri güreştiği için değil kural, kâide ve teâmülleriyle Türk’ün karakterini en güzel şekilde tebârüz ettirdiği içindir. Türk cenk meydanında aman dileyen hasmına bile nasıl merhamet ediyorsa pehlivan da pes eden rakibinin sırtını yere vurmaz. Hatta bazı güreşlerde rakibi yenecek pozisyonu yakalamışken birkaç saniye pes etmesi için zaman tanır. Pehlivanlar güreşten evvel helâlleşirler, birbirlerinin paça bağlarını kontrol ederler bir eksiklik varsa pehlivan rakiplerini îkaz eder. Böylelikle haksız bir avantajı istemediklerini de beyan ederler. Çünkü pehlivanlık aynı zamanda peygamber sporudur. Peygamber efendimiz güreş yoluyla Rükane’ye tebliğde bulunmuş Beyhaki’nin naklettiğine göre Rükane “Kendisiyle güreş tuttuğumuz gün, kendi kuvvetiyle değil, kendisine verilen mucizevî bir kuvvetle güreştiğini anlamıştım… Allah´ın bana hidâyet vermesine bunun sebep olduğu kanaatını taşıyorum” diyerek hak dinine intisap etmiştir.

Pehlivan sadece meydana inip rakibini yenmeye çalışmaz. Orası er meydanıdır baba oğulu çırak ustayı tanımaz ama her şey pehlivanlık sınırları içerisinde olmalıdır.
Mesela 1894 yılında Çardak’a uzanalım. Kimler yoktur ki Çardak’ta meşhur Koca Yusuf bir köşede, belalı Adalı diğer köşede, rüştünü ispat edip namlı pehlivanlar arasına girmeye can atan muhteris Kurtdereli bir yandadır, Adalı’nın Koca Yusuf’la denk dediği Katrancı diğer yanda.
Baş güreşlerinde Yusuf, Kurdereli’yi 15 dakika sonunda kucağında taşıyarak yenecek Adalı Katrancı ile 3,5 saat boğuşup galip gelecek. Final güreşini Yusuf aynı gün olsun diye diretecek, Adalı ertesi gün olsun isteyecek. Hadiseli bir şekilde dağılacak baş güreşi. Ama bizi Çardak’a getiren bu değil, biz bir pehlivanın tekâmülünü izlemek için buradayız. Başaltında Kazandereli Memiş sonraların Avrupa salonlarını kasıp kavuracak Kara Ahmet’i ile güreşiyor. Kara Ahmet hırslıdır, aslında Çardak’ta başa soyunmayı bile hayal etmiştir ancak Aliço onu başaltına indirip Kurtdereli’yi başa almıştır. Onun da burnunu Yusuf’la sürtmüştür ayrı dava…
Kara Ahmet, Memiş güreşinde tatsız bir durum var. Memiş neden bilinmez bol bir kispet uydurmuştur kendisine, Kara Ahmet rakibini bir punduna getirip dış kazık oyununa geçmiştir. Hakem meşhur Aliço’dur Kara Ahmet’in rakibinin zor durumda olmasını fırsata çevirme planının farkındadır. Malum, düğün güreşi olduğundan izleyenler arasında hanımlar da vardır. Aliço sertçe îkaz eder Ahmet’i “Ahmet başka oyuna geç!” Ahmet oralı değildir. Memiş kendisini mi kollasın izleyenlere mahcup olmamaya mı çalışsın iki arada bir derede kalmıştır. Seyirci de homurdanmaya başlamıştır. Bursalı Rüstem rakibini hemencecik yenip istirahat ederken yaşananları görüyor. Koşar adım Aliço’nun yanına geliveriyor:

-Ağa böyle pehlivanlık olmaz.

Aliço öfkelidir ama bu sefer hırsını Ahmet’ten değil hâlâ aynı oyundan kurtulamamış Memiş’ten çıkartır:

-Pehlivan olsun da yaptırmasın!

Rüstem çılgına dönmüştür bir pehlivanın başka bir pehlivanı bu kadar seyirci önünde mahcup duruma düşürmesini kendine yediremeyip soluğu Memiş’in yanında alır:

-Pes et Memiş pehlivan! Pes et de kazık nasıl vurulur şu Ahmet’e göstereyim.

Memiş çaresiz pes ediyor. İkinci elde Rüstem Ahmet’i istiyor Aliço’dan. Hergeleci kendisini Bursa’da yenen Rüstem’in ne yaman pehlivan olduğunu bilmektedir. Çırağı Ahmet’e temkinli olması uyarısını yapıyor. Ama Ahmet biraz önceki çirkin galibiyetin izlerini silmenin hesaplarını yapmaktadır. Güreşin hemen başında amansız saldırılarla Rüstem’i dize getirip yenecek böylelikle öfkeli seyirciyi teskin edecektir. Ahmet Rüstem’e cevvalce ama şuursuzca saldırıyor Rüstem bu ilk fırtınayı atlattıktan sonra şimşek gibi elense ve tırpanlarla rakibini afallatıyor. Ahmet, sanki bir değil birkaç kişinin saldırısına uğramıştır. Dengesini kaybedip yere düşüyor, Rüstem şak kündesini kuruyor Ahmet’i sırt üstü yere sererek galibiyet temennasını çakıyor. Ahmet belki de pehlivanlık hayatının en büyük dersini o gün alıyor.

İşte, er meydanı pehlivanı bazen böyle eğitiyor, bundan birkaç sene sonra Ahmet Fransa’da yağlı güreş alışkanlığından olacak, rakibine tırpan atıp galip gelmiş bu oyun alafranga güreşte yasak olduğundan seyircinin tepkisine maruz kalmıştı. Pehlivanın rakipten ve seyirciden özür dileyerek rakibini yeniden mindere davet etmesi büyük takdir toplamıştır.

Yazının finalini Koca Yusuf’un çok bilinmeyen bir güreşiyle yapmak isterim. Koca Yusuf’un Terrible Turk şeklinde isimlendirilip Amerikan salonlarında fırtına gibi esmesi onu bazı şöhret budalalarının da hedefi haline getirmişti.

Bunlardan birisi Yunanlı Heraklides adındaki güreşçiydi. Yusuf’un Amerika’da Ernest Roeber’le yaptığı ikinci güreşte Roeber’in yenileceğini anlayan menajeri ringe boks şampiyonu Fitzsimmons’u sokmuş saha karışmış ve güreş yarıda kalmıştı. Bu hengâmede ringe dalarak “hepsini öldüreceğim” diye naralar atan Heraklides de apar topar ringten çıkarılmıştı.

Orhan Koloğlu’nun naklettiğine göre bu muhteris şöhret budalası Amerikan basınında “Arslan’dan Fil’e kadar her hayvanla güreş edip yenmiş, tek kolu ile bir atı kaldırabilen, Yusuf’u bozuk para gibi harcayabilecek” gibi cümlelerle tanıtılıyordu.(2)

Yusuf’un cevap dahi vermeye tenezzül etmediği bu palavracıyla hesaplaşması mukadderdi. 1894 Haziran’ında Metropolitan Opera Evi’nde iki güreşçi karşı karşıya geldiler. Tek koluyla atı kaldırabildiğine inanılan Heraklides Yusuf’un çelik kollarıyla tuş olduğunda karşılaşmanın henüz 47. saniyesi idi. Yusuf’un karşı konulmaz kuvvetiyle neye uğradığını şaşıran bahtsız Yunanlı, bayıldıktan sonra 15 dakika dinlenip ikinci güreşe çıkar. Şöhret budalası bu kez daha da acelecidir Yusuf’un kollarından feleğin sillesini yiyen Yunanlı bu kez 24. saniyeyi göremeden tuş olmuş; muhtemelen “Türk gibi kuvvetli sözünün” ne demek olduğunu anlamıştır.

KAYNAKÇA

  1. İsmail Habip Sevük, Türk Güreşi Garp Âlemindeki Kasırga, Ocak Matbaası, 1949, s.136.
    2. Orhan Koloğlu, Müthiş Türkler, s.78-79.

Bir yanıt yazın